Rüzgâr Gibi Geçti

34 dk

Formula 1, Ağustos 2005'te 110 bin kişinin şahitliğinde Türkiye'nin en kalabalık spor organizasyonu olarak İstanbul Park'ta koşuldu. 2011'e gelindiğinde, son yarışın yapıldığından muhtemelen ülke genelinde 110 bin kişinin haberi yoktu. Nasıl başladı, neler yaşandı, neden bitti, yine gelir mi? İstanbul Park'ın hikâyesini, bizzat kahramanlarına sorduk...

1 | Hayalin Peşinde

Serhan Acar (Dönemin TOSFED Direktör Yardımcısı): Türkiye’de Formula 1 fikrini ortaya atan insanların başında Mümtaz Tahincioğlu geliyor. 1997’de Mümtaz Bey, Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu’nun (TOSFED) başkan adaylığına soyunduğunda, o dönem insanların çoğunun güldüğü birtakım vaatlerde bulunuyor: “Formula 1, Dünya Ralli Şampiyonası (WRC), Moto GP gibi organizasyonları Türkiye’ye getireceğim.”

Mümtaz Tahincioğlu (Dönemin TOSFED Başkanı): Ben işimi ciddi yapmak isteyen biriyim. Aday olduğumda şu andaki parti liderlerinin yaptığı vaatleri ben de yazılı olarak yapmıştım.

Serhan Acar: O zaman Türkiye, uluslararası tek yarışı Avrupa’daki dördüncü lig bir ralli olan, yarış dünyasında geçerliliği bulunmayan bir ülke. Dolayısıyla bunlar, 5 bin liralık asgari ücret vaadi gibi geliyor insanlara. Mümtaz Bey, başkan olduktan sonra vaatlerinin altyapısını oluşturmak adına İngiliz federasyonu ile iletişime geçiyor ve TOSFED’e danışmanlık yapmaya başlıyorlar. İngiltere bu işin anavatanı, yılda 5 bin tane yarış yapılıyor.

Mümtaz Tahincioğlu: Ben Uluslararası Otomobil Federasyonu’nun (FIA) karar mercilerinden biriyim. Farklı ülkelerde tanıtımlar, sunumlar yaptık. Avrupa Ralli Şampiyonası’nı (ERC) Şampiyonlar Ligi’ne çıkarma planım vardı. Hemen arkasından WRC’yi, ondan sonra da F1’i getirmeyi planlamıştık.

Serhan Acar: Mümtaz Bey, federasyonu yeni bir altyapıya kavuştururken, bir yandan da devlet nezdinde “Biz bu F1’i Türkiye’ye getirsek ne fayda getirir?” gibi birtakım girişimlere başlıyor ama F1 yönetimi ikna edilecek, 100 milyon dolarlık devasa bir pist yapılacak, devlet buna yılda 15-20 milyon dolar para verecek, Türkiye’de bu kamuoyu oluşturulacak, tüm bunlar bir araya gelecek ki Türkiye’de yarış düzenlenecek. Çok zor, çok uç bir hayal.

Serra Okumuş Onay (Medya): NTV’de altı yıl F1 yorumculuğu yaptım. Bütün yayınlarda, gazetelere yazdığımız yazılarda F1’in Türkiye’ye gelmesinin çok faydalı olacağını söylüyorduk. Zaten federasyonla iletişim halindeydik. O dönem vizyon sahibi, Türkiye’nin çok tanınan işadamları bir araya gelip bir Formula 1 derneği kurmuşlardı.

Mümtaz Tahincioğlu: Başkan seçilmekle iş bitmiyordu. Benim arkamda, benimle beraber koşacak insanları bulmam lazımdı. Bir dernek kurduk. Bu dernekte Muhtar Kent, Nuri Çolakoğlu, Cem Hakko, Mehmet Karabeyoğlu, Jan Nahum, Alinur Velidedeoğlu gibi bilinen isimler vardı.

Serhan Acar: Bu derneğin amacı, F1’i Türkiye’ye getirmekti. Kafalarındaki modelde, devletin değil, özel sektörün yaptığı bir pist vardı. Zihniyet olarak da bu pistin kendi masrafını çıkaran, yatırımcısına para kazandıran bir tesis olmasını planlıyorlardı.

Serra Okumuş Onay: Dernek, önce pistin inşası için İstanbul Ticaret Odası (İTO) ile anlaştı. Ardından, Bernie Ecclestone’a ulaşmaya çalışıldı.

Serhan Acar: En zoru ona ulaşmaktı. Derken Ecclestone, tesadüfen Mehmet Karabeyoğlu’na bir yat siparişi verdi ve bunun için Türkiye’ye gelip gitmeye başladı. Dernek de bir anda onunla iletişime geçmiş hâlde buldu kendini.

Mümtaz Tahincioğlu: Bizim en büyük şansımız, bir tarafta ben FIA’da bulunurken diğer taraftan Bernie’nin Türkiye’de kendine bir yat yaptırmak istemesiydi. Böylece ilişkiler biraz daha samimileşti.

Serhan Acar: Bir anda 2002 çok kilit bir yıl hâline geldi. Bu dönemde ERC’yi başarılı bir şekilde düzenleyip tam not aldık. WRC’nin provaları iyi gidiyor ve itibarımız yükseliyordu. 2002’nin başında Ecclestone, federasyona bu işin Türkiye’de yapılabileceğine dair bir iyi niyet mektubu yolladı.

2 | Neden Kırşehir Olmasın?

Murat Ağca (Medya): İstanbul Park, baştan aşağı bir spor politikası hikâyesi. Türkiye’de otomobil sporları belli bir dönem çok revaçtayken, sonra unutulup giden bir branştı. Özellikle Mümtaz Tahincioğlu’nun başkanlığı döneminde tekrar popüler hâle getirebilmek için uluslararası organizasyonları Türkiye’ye kazandırmak ve medya üzerinden tantanasını yapmak gibi bir yöntem üzerinde çalıştılar. Başarılı da oldular. WRC, ERC, Moto GP gibi yarışlardan oluşan zincirin en büyük halkası F1’di. Bu, TOSFED’in tek başına yapabileceği bir şey değildi, hükümetten de destek buldular. Arsanın bulunması, o arsa üzerine karar alınması, oranın pist hâline getirilmesi, dünyanın en büyük harcamasının yapılarak o bölgenin yeniden inşası…

Mümtaz Tahincioğlu: O günün hükümeti, rahmetli Bülent Ecevit’in başında olduğu koalisyondu ve son günleriydi. Hiç unutmuyorum, nasıl olduysa Nuri Çolakoğlu bize Bakanlar Kurulu’na hitap edecek bir sunum yapma imkânı yarattı. Nuri Çolakoğlu, Cem Hakko, Muhtar Kent ve Mehmet Karabeyoğlu ile birlikte sunuma gittik.

Serhan Acar: Nisan ayında altı bakan ve 20’ye yakın milletvekilinin katılacağı sunum için biz günde 18 saat çalışırken, diğer yandan tütün reklamlarına karşı bir grup büyük bir anti-F1 kampanyası başlattı. “Bu iş sigara firmalarının tekelinde, o arabalar gezici sigara reklamları. F1, Türkiye’ye gelmesin” gibi şeyler söylüyorlardı. Hâlbuki biz görüşmelerimizi yarışın tütün reklamsız yapılması üzerine yapıyorduk fakat bunu insanlara anlatamıyorduk. Bu iş gitgide büyüdü, sunuma iki gün kala Mümtaz Bey geldi ve dedi ki: “Bizim bu gece sabaha kadar sadece tütün reklamlarıyla ilgili broşür hazırlamamız lazım.” Ben oturdum sabaha kadar bir broşür hazırladım ve onu uçakla Ankara’ya yetiştirdik.

Mümtaz Tahincioğlu: Sunumun sonunda Sayın Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz ayrı ayrı “Hayırlı olsun” dediler. Biz o günün spor bakanı Fikret Ünlü’ye dönüp “Bu ne demek” diye sorduk, “Tamam Mümtaz, oluyor işte” dedi.

Serhan Acar: 2002’nin Ağustos ayında 57. Hükümet, F1 Türkiye projesi için onayı ve devlet garantisini verdi.

Fuat Akdağ (Medya): Tabii böyle büyük bir organizasyonun Türkiye’ye gelişi sessiz sedasız olmaz. Koşulların oluşması için altı yıl kadar yayınladık F1 yarışlarını. Başlarda ben anlatıyordum, sonra Okay Karacan’a geçti. O süreçte Türkiye’de bir F1 kitlesi oluşmaya başladı. O pist de öyle geldi Türkiye’ye.

Serhan Acar: Bu defa yarışın nerede yapılacağı üzerine çalışılmaya başlandı. Üç ana aday, İstanbul, Antalya ve İzmir birer sunum hazırladı. Rekabete, son anda bir de Kırşehir girmeye çalıştı. Onlar da kendilerine göre bir sunum yaptılar, özetle “Niye Kırşehir olmasın, zaten Türkiye’de her şey büyük illerde yapılıyor, niye daha taşra bir ilde olmasın, bir şehrimiz daha kalkınmasın?” gibi bir mantıkla yarışa girdiler.

"Üç ana aday, İstanbul, Antalya ve İzmir birer sunum hazırladı. Rekabete, son anda bir de Kırşehir girmeye çalıştı." -Serhan Acar

"Üç ana aday, İstanbul, Antalya ve İzmir birer sunum hazırladı. Rekabete, son anda bir de Kırşehir girmeye çalıştı." -Serhan Acar

Mümtaz Tahincioğlu: En sonunda büyük ve tanınan bir şehir olduğu için İstanbul seçildi. O günün İTO Başkanı Mehmet Yıldırım da kolunun altındaki projeyle çıkıp geldi, “Benim arazim de hazır” dedi ve birlikte bu yola çıktık. Projeyi başlatmak için onay almamız ve bu işin maddi boyutunu düşünmemiz gerekiyordu. Ecclestone’u, çok sıkı pazarlıklar sonucunda 13,5 milyon dolara ikna ettik. Yedi senelik sözleşmemiz, F1 tarihindeki en uzun sözleşmeydi. Bir de Ecclestone, 2005 Ağustosu’nda bu tesisin yarışa açılacağına dair banka teminatı istedi, o da 25 milyon dolardı. Banka yerine Maliye Bakanı’ndan mektup alarak devlet teminatı verdik. Eylül 2003’te temel attık, inşaat 2004’te başladı. Yirmi ayımız vardı, bu süreyi oturup günlere, saatlere böldük. Ben, Mümtaz Tahincioğlu olarak bu süreyi yaşadım. Bu sorumluluğu yerine getirmek için işimden resmen ayrıldım. Bu yükü taşırken de hiç “Niye bu işe girdik?” diye düşünmedim. Zaten düşünecek vaktim yoktu.

3 | Saatin Tersine

Serhan Acar: Bu arada ben okul bittikten sonra askere gidip geldim. Aslında elektrik mühendisiydim ve bir karar vermem gerekti. İşe girip düzenli ama sıkıcı bir hayat yaşamak mı yoksa F1 Türkiye’ye gelirken çocukluk hayalimi gerçekleştirmek mi? Tabii ki, her mantıksız insan gibi ikinciyi tercih ettim.

Mümtaz Tahincioğlu: İstanbul Circuit, İstanbul Arena gibi isim seçenekleri vardı. Başta ‘Arena’ demiştik ama çok kullanılıyor diye vazgeçtik. ‘Park’ daha sevimli geldi. Zaten etraf yemyeşildi.

Bülent Özerdim (Motor Sporları Organizasyon A.Ş. Pazarlama Müdürü): Ben bu işe Mayıs 2004’te dâhil oldum. Motor Sporları Organizasyon A.Ş. adında bir şirket kurulmuştu. Orada satış ve pazarlamadan sorumlu oldum. İlk altı ay sadece F1 için değil, İstanbul Park’ta başka neler yapılabilir düşüncesi üzerine altyapı çalışmaları yapıldı. Bir yandan da gelir yaratacak farklı şeyler aramaya başladık ve ilk sene yanılmıyorsam Dünya Binek Araba Şampiyonası (WTCC) ile anlaştık. Ardından Moto GP, Le Mans gibi organizasyonlar geldi.

Mümtaz Tahincioğlu: Pisti tasarlaması için F1 pistlerinin birçoğunun mimarı olan Hermann Tilke’yi getirdik. Ben, Bernie ve Tilke; üçümüz helikopterdeyiz, arazinin üzerinde gezdikten sonra, tam bugünkü start noktasının oraya indik. Tilke’ye baktım, “Nasıl yapacaksın” diye sordum. “Bana müsaade et, akşam konuşuruz” dedi. Üç hafta sonra taslak geldi. O taslak, şimdiki pistle yüzde 90 oranında örtüşüyordu. Daha sonra Tilke gelip bütün o ölçüleri kendisi aldı ve piste son hâlini verdi. Bu çalışma, belki o güne kadar yapılan en iyi tasarımdı. Saatin tersine dönen bir pistti ki Brezilya’dan sonra ikinci olduk bu konuda. Bununla beraber, 40 metrelik bir düşüş vardı. Bu hem izleyici hem de sürücü mutluluğu açısından olağanüstü bir farklılık getirdi. Geçişler var, hızlı yerler var, yavaş yerler var, pistte olması gereken her şey var…

Murat Ağca (Medya): F1’in Türkiye’ye toplam maliyeti, 200 küsur milyon dolardı. Bu o zamana kadar dünyada F1 için harcanmış en büyük paraydı. Buna gerek de yoktu. Biz zaten son dönemde yapılan tüm sportif yatırımlarda bunu görüyoruz; gereksiz bir abartı ve en iyisini yapma saplantısı. Bunun da bizim kültürümüzle alakalı olduğunu düşünüyorum. Ortadoğu ülkelerinde ve Türki Cumhuriyetlerde de aynı yaklaşım var: “En büyüğü bizde olsun, en pahalısı bizimki olsun, dünya bizden bahsetsin...” Bu belki de aşağılık kompleksinin, baskı altında kalmanın, bir türlü açılamamanın, dünyaya entegre olamamanın getirdiği bir şey. Kendini gösterme telaşı.

4 | Zamana Karşı

Serhan Acar: Eğitim ve danışmanlık almak için bu işi çok iyi yöneten Macaristan Federasyonu ile anlaştık. Ancak bir süre sonra gördük ki Macar Federasyonu işin birtakım püf noktalarını öğretmiyor ve bizi kendilerine bağımlı hâle getiriyor. Yüzde yüz yerli ekiple yola devam etme kararı aldık ve Türkiye’de adeta F1 konulu bir okul açtık. Sabah 9’dan akşam 6’ya kadar dersler, sınavlar… Yarışa üç ay vardı ve her şey planlanandan geç işliyordu. Bu arada yarışın yayın hakları NTV’den CNN Türk’e geçti, onlar da bana yorumculuk teklif ettiler. Kediye ciğer sordular bir nevi.

Okay Karacan (Medya): Serra Okumuş Onay, Erkan Arseven, Fuat Akdağ ve NTV'nin tüm ekibi F1’in ülkeye gelmesi için ilham vermiştir. Uzun yıllar yarışları anlatmış, Türkiye’de yapılabileceğine inanmıştık. Tam rüyamıza ulaştık derken yayın hakları CNN Türk’e geçti. Tabii onca yıl Türkiye’de yapılacak bir F1’e ev sahipliği yapacak olmanın heyecanını yaşarken birdenbire her şeyi kaybettik ve büyük bir hayal kırıklığı yaşadık.

Barış Kuyucu (Medya): Yayın haklarını aldıktan sonra, doğru sunucu ve yorumcuyu seçmekle işe başladık. Cem Yılmaz çok tecrübeli bir spikerdi, Serhan Acar da F1 konusunda Türkiye’nin en yetkin ve bilgili kişisi. Bu ikiliyi bir araya getirdikten sonra daha önceki yayıncı kanallarda yapılmayanları sıraladık. Yarışı dünyanın en iyi ekiplerinden biri çekiyordu ve bizim o esnada yapabileceğimiz çok bir şey yoktu. Ama program içeriği oluşturmak emek ve çalışkan bir ekip ister. Stüdyoya konuk çağırıp saatlerce konuşmak yerine hazırladığımız programlar ve kasetler ile kuralları seyircimize kolay ve anlaşılır bir şekilde anlatmaya çalıştık.

Cem Yılmaz (Medya): Şampiyonlar Ligi finalleri anlattım, şampiyonu belirleyecek derbi maçlarda mikrofona geçtim, Dünya ve Avrupa Kupaları, futbol, basketbol… Hepsinin yeri farklı ama F1’in bir ilk olması çok önemliydi. Her şeyiyle bir ekip çalışması yaptık. Nebil Evren ‘Pit Stop’u hazırlıyordu, Barış Kuyucu ‘Damalı Bayrak’ı yapıyordu, biz de Serhan’la yarışları anlatıyorduk.

Nebil Evren (Medya): Abartarak söylüyorum, inşaat sırasında her çiviyi birlikte çaktık. O sıralar, toprakta eğimleri ve virajlarıyla bir pist belli olmaya başlamıştı. “Start-finiş düzlüğündeyiz” haberini hatırlıyorum. Oradaydık ama ortada başka hiçbir şey yoktu. Acaba yetişecek miydi?

Serhan Acar: İnşaata her hafta gidiyoruz, “Mümkün değil yetişmez” deyip karalar bağlayarak dönüyoruz. Otoban ayrı, yollar ayrı, pist ayrı… Hava şartları kötü gitti, TOBB, İTO ve devlet arasında pürüzler çıktı. Son iki ay 24 saat vardiyayla çalışıldı. Yarışa iki hafta kala, birkaç araba götürüp resmi olmayan bir deneme yapabildik. Tabii o sırada da bir yerdeki boya dökülüyor, öbür tarafta asfalt bitmemiş oluyor, içeri gidip sistemi deneyelim diyoruz olmuyor, kameraları deneyelim diyoruz son kameraların takılmadığı söyleniyor, hiçbir şey yapamıyoruz. Pazartesi günü takımlar gelmeye başladığında kilometrelerce suni çim döşeniyordu. Her şey son haftaya kaldı.

"İnşaata her hafta gidiyoruz, 'Mümkün değil yetişmez' deyip karalar bağlayarak dönüyoruz." -Serhan Acar

"İnşaata her hafta gidiyoruz, 'Mümkün değil yetişmez' deyip karalar bağlayarak dönüyoruz." -Serhan Acar

Mümtaz Tahincioğlu: Tesisi açtığımızda eksiklikler vardı ama bunlar kimsenin göreceği şeyler değildi. Hatta geçen gün Manisa futbol takımının sahasında çimlerin boyandığını duydum. Biz bunu 2005 yılında düşünmüştük. Bütün çimleri nasıl yeşillendiririz demiş ve boyatmıştık. Baktığınız her yer yemyeşil görünüyordu ama o yarıştan sonra bir yağmur geldi, gitti hepsi.

Okay Karacan: Biz yayın haklarını kaybedince normal gazeteci gibi muamele gördük. Hiç unutmam, onca destek verdiğimiz İTO’dan bizi arayıp şöyle dediler: “Biliyor musunuz F1’in en iyi izleneceği yer açık alanlar, orada piknik yapabilirsiniz, sandviç yersiniz, kola içersiniz, arabalara yakın durursunuz. Size iki tane bilet gönderiyoruz.” Şok oldum. “Hanımefendi nazik davetiniz için teşekkürler ama siz biraz daha araştırın bu konuyu isterseniz” dedim. İki gün sonra özür dileyerek aradılar, lütfettiler ve “Size bronz tribünden bilet gönderiyoruz” dediler. Pisti yapan inşaat firması bizi Padok Club’a davet etmişti, o sayede gidip yarışı yerinde izleyebildik. Buruktuk çünkü organizasyonun içinde hiç yer alamadık, uzaktan baktık.

5 | Schumi'nin Sesi

Serhan Acar: Cuma günü, ilk antrenmanlar başladı. O gerilimi anlatamam size, iş hayatımın hiçbir anında o boyutta bir gerilim yaşamadım. İlk antrenmanda telsiz sisteminde bir karışıklık yaşandı ve sustu telsiz… Telsiz dediğim, 800 kişiyle konuşup herkesi kumanda ettiğimiz bir sistem. Biz bunu yarım saatten fazla bir süre telsiz kullanmadan yaptık, neredeyse dumanla haberleşiyorduk. İlk gün çok kötü geçti. Ağlamaklı olduk. Yarış bittiğinde herkes otellere dönecekti, bütün kadro bir araya geldik. 10-15 dakika kimseden ses çıkmadı, ardından “Haydi toparlanalım” dedik, hatalarımızı konuştuk. İlk günün avantajı, çok az ülke tarafından yayınlanıyor olması. Zaten seyirciye yansıyan bir durum da yok, biz kendimiz biliyoruz kötü olduğumuzu. Örneğin 30 saniyede kurtarmamız gereken bir arabayı bir dakikada kurtaramamışız, dışarıdan bakan insanların anlayabileceği bir şey değil. ‘Vatan millet Sakarya’ temalı bir motivasyon konuşmasının ardından sıralama turları için yenilenmiştik.

İkinci gün, biraz daha alışmıştık. Biz rahmetli Mazhar Demiralp’le birlikte pistteki gönüllüleri koordine ediyorduk ama çok zor bir şey provasız koordine olabilmek. Biz nefes alıp verene kadar arabalar bir futbol sahası kadar mesafe kat ediyor, bu piste parça dökülüyor, o parçayı almaya adam yolluyoruz. Telsizle “Kırmızı arabadan sonra çık, şuradaki parçayı al, dışarı çık, 20 saniye süren var” diyoruz. Bizim kapalı alanda görüp hesapladığımız süreye güvenerek hayatlarını ortaya koyuyor adamlar. Hayatında daha önce bu işi yapmamış gönüllü bir adamın hayatının sorumluluğunu üzerimize alıyorduk. Tamam daha önce yarışlarda bulunduk, eğitim aldık ama o pistte çıplak gözle 19 bin devir araba görünce ‘köyden indim şehre’ moduna girmiştik. Karşınızda ilk defa Michael Schumacher’i görüyorsunuz, nefesiniz tutuluyor, ona da biraz alıştık. Sonra toparladık.

Barış Kuyucu: Ben İstanbul Park’taki ana stüdyomuzda, Nebil Evren, Burcu Esmersoy ve Cem Adabük padok alanında onlarca ünlü konuğu ağırladık. Sonrasında hepimiz start anı için nefesimizi tutmuştuk. Yarış için sözü Cem Yılmaz ve Serhan Acar aldı. Biz bir nefeslendik, yarışın startını hem yayıncı hem de seyirci olarak yaşamanın gururunu tattık ama yarış sonrası için de büyük bir yayın bizi bekliyordu. Yarışı toplam 10 dakika seyredebildim desem inanır mısınız? Öyle oldu.

Fuat Akdağ: Aslında yarış, takip edilebilen bir şey değil. Eğer izlemek istiyorsanız televizyondan çok daha rahat izlenebilen bir şey. Ama binlerce seyircinin piste gitmesi, hatta karavanlarla gelip kamplar kurmas, o havayı yaşamak... Cazibesi olan bir şey. Mesela biz Serra (Okumuş Onay) ile birlikte ilk defa Imola’ya gittiğimizde, pistin etrafında CD satıldığını gördük. F1 otomobillerinin sesi satılıyor. ‘Schumacher’in sesi’ diye satıyor adam. Anlam veremedik önce. O atmosferi gördükten, birkaç yarışa gittikten sonra fark ettik ki o sesi aramaya başlıyorsunuz.

Serhan Acar: Pazar günü, pistte 110 bin kişi vardı. Derin Darbe (Deep Impact) filminde şehirden kaçıyorlar ya, öyle bir girişi var İstanbul Park’ın. Sabah yine Grand Prix 2 yarışı, Porsche yarışı, Seat derken 13.30’a doğru her şey bitti, 15.00’te F1 var… İdam mahkûmu gibi geri sayıyoruz. Zaten hücre gibi dört tarafı duvar, ses geçirmeyen bir yerin içindeyiz. Önümüzde ekranlar, aslında arabaları duymadan ve görmeden yönetiliyor yarışlar. 45 dakika kala hava almak için dışarı bir çıktım, bizim ana tribün neredeyse tamamen dolu… Düşünün, Ali Sami Yen Stadı’nın kapasitesinden fazla insan yalnızca bir tribünde. O anda bu işi başardığımızı hissettik, gözlerimden yaş döküldü. Bütün arkadaşları motive eden bir telsiz konuşması yaptık. Yarışa on dakika kala 180 ülke canlı yayına geçti, Türkiye’nin o anda en önemli aktivitesinin ortasındayız. Beş dakika kala, protokolün tribüne çıkması gereken bir anda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan seyircileri selamlamaya başladı ve normalde olması gereken yerden biraz ileriye gitti. Ve normalde saat tam 3’te yarışın başlaması gerekirken bir 30 saniye kadar geç başladık.

Mümtaz Tahincioğlu: Biliyorsunuz her şey saniyeyle değil, saliseyle oynar orada. Yarışa on dakika kala start düzlüğündeki herkesi çıkarırlar. Sadece görevliler ve pilotlar kalır. Son iki dakika, Tayyip Bey tribüne doğru yürüdü, biz de yanındayız. Ben görüyorum ve duyuyorum, yavaş yavaş herkes çekiliyor. Düdükler çalınmaya başladı ‘son çağrı’ anlamında. Ben de dönüyorum Başbakan’a “Dönmemiz lazım, dönmemiz lazım” diyorum ama o gürültüde onun da duyduğunu sanmıyorum. Tayyip Bey elini kaldırmış herkesi selamlıyor. Benim o arada kalbim daha hızlı atıyor. Ondan sonra ne olduysa bilmiyorum, Tayyip Bey’le beraber hızla pistten uzaklaşabildik. Böyle bir anımız oldu; yoksa yarış günü, tuvaletlerin tıkanması hariç hiçbir problem yaşamadık.

6 | 58 Saniye

Bülent Özerdim: Motorların çalışıp o sesi duyduğum ilk an, çok duygu yüklüydü. Start anından sonra isteseniz de bir şey yapamıyorsunuz ve o anda her şey, bütün hazırlıklarınız ve emeğiniz nihayetinde gözler önüne seriliyor.

Cem Yılmaz: İlk yarışın ortasında reklam arası için kabini terk edip arkama baktığımda hâlâ binlerce insanın İstanbul Park’a gelmeye çalıştığını görmüştüm. Korkunç bir trafik, 100 binin üzerinde seyirci… Kanal D’de anlattığımız yarış, saat 15.00’te olmasına rağmen açık ara gün birincisi olmuştu.

"Kabini terk edip arkama baktığımda hâlâ binlerce insanın İstanbul Park’a gelmeye çalıştığını görmüştüm. Korkunç bir trafik..." -Cem Yılmaz

"Kabini terk edip arkama baktığımda hâlâ binlerce insanın İstanbul Park’a gelmeye çalıştığını görmüştüm. Korkunç bir trafik..." -Cem Yılmaz

Barış Kuyucu: F1’den çok şey öğrendiğimi itiraf etmeliyim. Dünyanın en detaylı yayın sözleşme şartlarını okudum, her şeyi düşünmüşler. Örneğin kanal logosunun, ekrandaki istatistiklerin üstüne gelmesi kural dışıydı; Kanal D ve CNN Türk logoları tarihte ilk kez transparan hâle geldi. Savaş ve büyük afetler dışında yayını kesmek ya da belirli aralıklar dışında reklam almak yasaktı. Yarıştaki sponsorların görünme süreleri bile belliydi. Biz spor tutkunları yarış izlediğimizi düşünsek de, neredeyse yarışın tüm anlarında büyük şirketlerin reklamlarını koruyan bir yapı vardı. Yarış önemliydi ama daha önemlisi şirketlerdi. F1’i çok seven bir televizyoncu olarak bu işe girdim, “Vay be! Bu yarış değil, pazarlama master’ıymış” diyerek çıktım.

Nebil Evren: Tüm pilotlar olumlu şeyler söylediler. Yalnızca ilk yıl bir virajda hafif bir tümsek vardı, o tümsek yüzünden spin atanlar oldu. Gözle görülebilir bir şey değildi ama o hızla giderken küçük bir kot farkı bile etki yaratıyor tabii.

Serhan Acar: 58 turluk yarış, bir açıdan bakarsanız 58 sene gibi, bir açıdan bakarsanız 58 saniye gibi geçti. McLaren’den Kimi Raikkonen kazandı yarışı, seyirciler gitti, ardından biz, 1000’e yakın görevli, start düzlüğünde bir araya geldik. Dans edenler, göbek atanlar, zıplayanlar, bağıranlar, düdük öttürenler, bayrak sallayanlar, tellere tırmananlar… Biz de kontrol ekibi olarak teşekkür konuşması yapmak için podyuma çıktık. Orada yumruk şovlar başladı, FIA’nın yöneticilerini podyuma çıkarıp üçlü çektirdik.

Metin Çeker: Şampiyona direktörü Charlie Whiting’i bütün o sakin ve ağırbaşlı havasını bir kenara bırakmış, tel örgülere tırmanarak görevlilerle birlikte zafer nidaları atarken gördüğümde gözlerime inanamamıştım.

Charlie Whiting (FIA F1 Yarış Direktörü): İstanbul Park’la ilgili çok fazla anım var. 2010 yılındaki yarışta 12. virajda iki Red Bull'un çarpışması ve sonrasında olanları unutamam. Pist dışına gelirsek, ilk yarış sonrası tüm görevlilerin podyum önündeki coşkusu gelir aklıma. Tamamen benzersizdi!

7 | Karides ve Şampanya

Serhan Acar: Ben yarışların yapıldığı yedi sene boyunca cumartesiyi pazara bağlayan gece uyuyamadım. Uyumaya kalksam kâbuslar görürdüm, arabalar denize uçardı… Ama her sene sportif değerlendirmelere göre ilk beşte yer aldık. Toplamda, biz o yedi yılda iyi iş yaptık ki Dünya Basketbol Şampiyonası buraya geldi. Belki bir daha 2035’te gelir. Ama biz bunu yedi sene üst üste yaptık. Bitmeseydi 10 sene daha, 20 sene daha yapardık.

Cem Yılmaz: Ben F1 ile bütün dünyayı dolaştım, yeni eklenenler hariç yarışların koşulduğu bütün pistleri gördüm, hepsini yerinden de anlattım. Şehir olarak, pistin özellikleri açısından, nüfus potansiyeli açısından F1’in neden İstanbul’da devam edemediğini anlamış değilim. Lewis Hamilton, şehri ve pisti ‘heyecan verici’ olarak tanımlıyordu. Mark Webber, İstanbul’un ne kadar etkileyici bir şehir olduğunu, pistin yarış için son derece ideal olduğunu dile getirmişti. Aynı şekilde Jenson Button, İstanbul Park’ta yarışmayı çok sevdiğini ifade etmişti. Bana o günlerde sorsaydınız, İstanbul Park’ın sonsuza dek F1 takviminde olacağını söylerdim.

Jenson Button (McLaren F1 pilotu): Çok ‘safkan’ bir yarıştı. Ayrıca pist muazzam bir şehir olan İstanbul’a da çok yakındı. Tam gerçek Formula 1 severlere göre bir yarıştı ve hafta sonlarını çok keyifli hâle getiriyordu. Teknik olarak da harika bir pistti. Çok değişik tipte dönüşler ve sektörlerin bir karışımıydı. Ben özellikle ilk sektörü çok severdim oldukça teknik bir bölümdü. Sonra sekizinci viraja gelinirken pist genişler ve son üç final virajına doğru yeniden daralırdı. En önemlisi yarış için harika bir pistti. Pilotları geçişe ikna etme konusunda gördüğüm en iyi pistti ve orada yarışmaktan hep keyif aldım.

Serra Okumuş Onay: En ilginç tarafı Felipe Massa’nın üç tane yarış kazanmasıydı. Massa hiçbir zaman bir sezon hariç çok başarılı bir pilot olmadı. Sebastian Vettel adını ilk kez burada duyduk. Hakikaten o gün duyduğumuz ismi hiçbir zaman da unutmadık.

Okay Karacan: 2005 yılında Türk medyası bunu karideslerin yendiği, şampanyaların patladığı bir zengin sporu olarak algılattı çünkü her takım geldiğinde bir lansman yapıyordu. Bu lansmanlara organizasyon ile alakası olmayan bir anlamda sosyete denebilecek insanlar, yöneticiler davet ediliyordu. O fotoğraflar gazete ve televizyonlara servis ediliyordu. Böyle halkın çok uzağında bir spormuş gibi bir algı yaratıldı. Bu en büyük hatasıdır Türkiye’nin F1 ile ilgili. En büyük hata fiyatlamada yapıldı. 2500 euro’ya girilen Padok Club’ların tamamı doluydu, 70 liraya satılan açık alan biletlerinin de tamamı satılıyordu ama ikisi arasında doğru değelendirilemeyen tribün fiyatları 750 lira olunca oralar boş kaldı. Genç nüfus o tribünleri doldurabilirdi. Bir de ilk sene yaşanan trafik sıkıntısının her sene süreceği düşünüldü ve insanlarda 'nasıl gideceğiz' çekincesi oluştu.

Metin Çeker: Pistin inşaatı ve çizimi çok doğru olmakla birlikte, bana göre güvenlik gerekçesiyle seyirci tribünlerini piste çok uzak yaptık. Özellikle start düzlüğünde gereğinden fazla koltuk kapasitesi olduğunu söyleyebilirim. ‘Gold’ ve ‘Silver’ olarak adlandırılan tribünlerin toplam koltuk sayısı 40 bini buluyor ki bu diğer pistlerin toplam oturma kapasitesine eşit. Proje esnasında onaylanmış olan uluslararası karting pistinin yapılmamış olmasını hata olarak görüyorum. Bir de piste ulaşım için yapılan çevre yolları nedeniyle öngörülenin çok üstüne çıkan bütçenin tamamının F1 pistinin inşaatı olarak gösterilmesini yanlış buluyorum. Diğer ülkelerden farklı olarak kendi kültürümüz ve kendi ekonomik verilerimize yönelik bir planlama ve uygulama yapılmamış olmasını hatalı buluyorum. Hem biletler hem de yarış alanındaki yiyecek ve içecekler çok pahalıydı. Bunun da pisti inşa eden grubun otomobil sporlarından çok uzak ve bu konuda pek tecrübesi olmayan bir ekip kurarak işletmeye çalışmasından kaynaklandığını düşünüyorum. İlk yarıştan itibaren tamamı Türk görevlilerden oluşan ve benim sportif direktörlüğümde gerçekleşen yarışların, yedi sene boyunca gözlemci değerlendirmelerinden tam not almış olması, sportif anlamda ise her şeyin doğru yapıldığını gösteriyor.

Murat Ağca: Benim şahsen unutamadığım an 2006 yılında hiç alakasızca ve insanları, Türkiye’yi, federasyonları zora sokacak şekilde ödülü KKTC Cumhurbaşkanı’na verdirip spor üzerinden bir politik kriz yaratılması. Normalde bu tür ödül törenlerinde kimin ödül vereceği önceden bellidir. Türkiye’de kimsenin haberi olmadan böyle bir durum ortaya çıkınca, FIA çok zor durumda kaldı. İlk tepki Kıbrıslı Rumlardan geldi. Ardından onların sayesinde bunu bütün dünya öğrendi. Bunun niye yapıldığını anlayamadılar. Eğer sen Kıbrıslı Türklere destek vereceksen, herhâlde bunun platformu Formula 1 ödül töreni olmamalı. Hiç gereği yokken yapılmaya çalışılmış bir uyanıklıktı. Bundan çok kişinin rahatsız olduğunu biliyorum. Ne yazık ki biz böyle kurnazlıkları çok seviyoruz.

Süreç boyunca biz her şeyi sadece organizasyon olarak gördük ve bu kumpanyanın içine adapte olamadık. Ne şekilde olabilirdik? Bir, sponsorla olabilirdik; iki, takım kurabilirdik; üç, pilot yetiştirebilirdik. Bir şekilde bu işin bir parçası olmaya çalışmalıydık ama bunu yapamadık. Bir sponsor bulduk, kısa bir süre sonra kaybettik. Bir pilot yetiştirelim dedik, onu da beceremedik. Bir takım kurmaya yeltenmedik bile, kimse bu işe girmek istemedi. F1’e son dönemde katılan ülkelerden Malezya, bunların hepsini yaptı ve F1 kumpanyasının önemli bir durağı haline geldi. Rusya da aynı şeyi yapıyor şu anda. Bütün şirketleriyle, pilotuyla giriyor işin içine… Biz bu işin içine gönülden giremedik. Sadece ev sahipliğinin yeterli olmadığını anlayamadık.

8 | İstanbul Yarış Dışı

Bülent Özerdim: İş belediye gibi yerel desteklerle tabii ki yürüyor ama İstanbul Park sonuçta ticari bir işletme olduğu için bu yarışların zarar etmemesi, hatta kâr ediyor olması lazım ki sürdürülebilir olsun. Bu organizasyonların devamlılığını sağlayacak gelir maalesef bu yarışlarla yaratılamadı.

Fuat Akdağ: O organizasyonun büyüklüğünün altında kaldık biraz. Oysaki daha da büyütmemiz lazımdı. O pist, yılda sadece üç gün kullanılmak üzere yapılmamıştı. Diğer ülkelerdeki pistlere gidin, 365 gün doludur. Pistin gelmesiyle birlikte motor sporlarında bir hareketlenme bekledik ama bu maalesef olmadı. Çünkü bu sporu yerelleştiremedik. Tabii ki Hakkinen-Schumacher ya da Prost-Senna gibi efsanevi bir rekabet olsaydı bir süre daha tutardı ama asıl mevzu o değildi. Problem bizim o spora bakış açımızdaydı; o sporu büyütemememizde, köpürtemememizdeydi.

Mümtaz Tahincioğlu: Sözleşme bittikten sonra bir yenileme imkânı oluyor. Bu çalışma, 2011’de sözleşme bitmeden başlatıldı. Dönemin Spor Bakanı Faruk (Özak) Bey ile beraber yarışın yapılacağı güne kadar görüşmelere devam ettik. O günün başbakanı Tayyip Bey ile de konuşuldu. Bizden o gün istenilen rakam takriben 25 milyon dolardı. Şimdi kimsenin farkında olmadığı bir şey var. Bizden o parayı 2002 yılında istemişlerdi ama biz çok iyi bir pazarlık yapmış ve 13,5 milyona inmiştik. O günkü hükümetten bu parayı istediğimizde, “Nasıl olacak?” dediler. Dedik ki: “Biz bu yarışa şu kadar insan getireceğiz. O insanların İstanbul’a bırakacağı para şu kadar. Bunun KDV’sini bize iade edin.” Bu kadar basit bir hesap. Bir şey daha bilinmiyor; tüm ülkelerin sözleşmesinde bu bedelin her sene yüzde 10 artacağına dair bir madde vardır. Biz o maddeyi kabul edip uygulatmış olsaydık, 2011 yılındaki son yarışta zaten 24 milyon dolar ödeyecektik. Bernie ile oturup kendisine “Yüzde 10 artış imkânsız, böyle bir ticaret yok, gel bunu başka türlü çözelim” dedik. Uzun görüşmeler sonrası şu teklifi getirdik; “Sana 13,5 milyonu bir sene erken verelim ama bize bu maddeyi uygulama” dedik ve kârlı çıktık. Bana göre F1 tarihindeki en akıllı sözleşmeyi yaptık. Nasıl bitti? Faruk Bey ve Tayyip Bey ile görüşmemiz istediğimiz yere gitmedi. Sayın Başbakan bizi o gün ciddi bir şekilde desteklediyse de son yıllarda tavrı değişmişti. Ben üzülüyorum, çünkü işim icabı az çok yaşayan ve gören bir insan olarak, Tayyip Bey’e bilgilerin yanlış verildiğini görüyordum. Eğer gerçek bilgilere sahip olsa bence böyle olmazdı ama en üst merci ‘hayır’ dedikten sonra devam etmemizin bir esprisi yoktu.

"F1’in Türkiye’ye gelmesi nasıl belli bir noktaya kadar politik gelişmelerin bir ürünüyse, gitmesi de aynı şekilde oldu." -Okay Karacan

"F1’in Türkiye’ye gelmesi nasıl belli bir noktaya kadar politik gelişmelerin bir ürünüyse, gitmesi de aynı şekilde oldu." -Okay Karacan

Okay Karacan: F1’in Türkiye’ye gelmesi nasıl belli bir noktaya kadar politik gelişmelerin bir ürünüyse, gitmesi de aynı şekilde oldu. Zamanın hükümeti, getirirken bundan bir şekilde faydalanmak amacındaydı. Ve yedi sene sonra da bunun devamı için para ödemek istemedi. İstemediği için de bu iş devam etmedi. Çünkü yıllık bir para ödenmesi gerekiyordu. Bernie Ecclestone ile yaşanan bir gerginlik çözülemedi, bu işin sponsor üzerinden gitmesi istendi ve böyle bir sponsor bulunamaması işi çıkmaza soktu. Ve biz o devasa tesisi, dünyanın en pahalı tesisini atıl bir hâle getirdik, tıpkı diğer bazı spor tesisleri gibi. Bu da son halkası oldu bu işin. Böyle bir hüzünlü hikâyesi var. Ama Türkiye’ye yakışır, tipik bir hikâye.

9 | Bir Gün Yeniden

Mümtaz Tahincioğlu: Bana göre birinci vazifemiz, F1’i tekrar Türkiye’ye getirmektir. Olaya ne olursa olsun, sadece spor olarak bakmayın. Dünyanın en ucuz tanıtım aracı. Kişi başına düşen rakam kuruşlarla ölçülüyor. Bir milyar kişi tarafından izleniyor. Harcanan paraların çok daha azıyla bu iş oluyor. Oldu. Yapılan anlaşmayı böldüğümüzde yıllık yatırım değeri 28,5 milyon dolarken, bir yarış haftasında İstanbul’a gelen seyircilerin yaptığı harcama 65 milyon doları buluyordu. İşin içine gelen reklam bedelleri ve giden aidatı da kattığımızda, yedi yılda Türkiye lehine fark 200 milyon doları aşıyordu. Ancak aynı Galatasaray’ın 2000 yılında UEFA Kupası’nı aldığındaki malzemeyi kullanamadığı gibi biz de elimizdekini kullanamadık.

Metin Çeker: Böylesine mükemmel bir pisti değerlendiremiyor olmak beni hem bir sporsever hem de federasyon başkanı olarak üzüyor. İstanbul Park’ı ne pahasına olursa olsun alarak yeniden canlandıran Vural Ak’ın bu konuda yaptığı çalışmaları yakından izliyor ve kendisini destekliyoruz. İnanıyorum ki ileride F1 yarışlarını yeniden Intercity İstanbul Park’ta izleme imkânını bulacağız.

Serhan Acar: Yüzde 1 bile yok öyle bir ihtimal. Artık o piyasa 40 milyon dolarlara çıktı. Hükümet için F1 iki bininci sıradaki iş falan. Keşke olsa ama pek mümkün gözükmüyor.

Mümtaz Tahincioğlu: F1 Direktör Yardımcısı Herbie Blash, aynı zamanda benim başkanlığını yaptığım komisyonun bir üyesidir. Son konuştuğumuzda, insanların hâlâ İstanbul’a gelmek istediğinden bahsediyordu. Takımlar, İstanbul Park’ı çok seviyor. Çünkü araçların geliştirilmesi için en iyi laboratuvar. Değişken hız ve seviyeler, motoru ve lastikleri yorabilen, aracı zorlayan bir pist.

Okay Karacan: Mesela 2010’daki yarış geçiş rekorlarına sahne olmuştu. Tarihin en iyi yarışlarındandı. Hatta Vettel ve Webber’in çarpıştığı unutulmaz bir yarıştı. İstanbul Park; modernliği, asfalt zeminin kalitesi, tribünlerin ve pistin yerleştirildiği yer bakımından birinci sınıf bir pistti. Mesela sekiz numaralı viraj. Böyle bir viraj yok. Bu, pilotların özellikle yüksek G kuvvetine maruz kaldığı çok meşhur bir virajdır. Tüm pilotlar oranın zorluğundan sürekli olarak bahsederler. İkinci düzlüğü iyidir. Teknik değerlendirme yapmayı sevmem ama zaman içerisinde eğer hâlâ devam ediyor olsaydı bir şöhreti olacaktı, özellikle sekizinci viraj ile alakalı olarak. Felipe Massa’nın burada üst üste birincilikleri unutulmazdı.

Jenson Button: 2009’da kazandım ve bu harikaydı. Ama en unutulmaz yarış 2010’du. O dönem Lewis Hamilton ile takım arkadaşıydık ve sezon başında harika bir arabamız vardı. Çok hızlı bir mücadeleydi. Vettel ve Webber’i neredeyse yarış boyu kovalamıştık ve sonrasında aralarında bir kaza yaşandı. Lewis ve ben, yarışı ilk iki sırada tamamlamıştık.

Cem Yılmaz: Vettel Sauber takımındaydı, ilk yarışını anlatmıştım, İstanbul’daki ikinci yarıştı. O zaman Vettel’in F1’i domine edecek bir pilot olacağını söylemek kolay değildi.

Jenson Button: Pistin dizaynındaki Interlagos etkisini görmemek mümkün değil. İlk dönüş, meşhur Senna ‘S’sine çok benzer ve ilk sektörde Interlagos pistini hatırlatan kıvrımlar vardır. Sekizinci viraj ise gerçekten ilginçti. Aslında virajla ilgili doğru yaklaşımı bulmak oldukça kolaydı, çünkü burayı tek bir virajdan ziyade, arka arkaya gelen bir hızlı viraj serisi olarak ele alıyorduk. Yaklaşırken tam gaz gelip otomobilin sağa doğru açılmasına izin veriyorduk. İkinci apeksi geçtikten sonra üçüncü ve dördüncü apekslere değip, virajın çıkışında otomobili pistin sınırına kadar dışa açıyorduk. Virajı doğru şekilde dönmek büyük bir tatmin hissi veriyordu. Öte yandan virajı doğru dönememenin bedeli de oldukça ağırdı; bu durumda çok yüksek süratte pistten çıkıp, kaçış alanına girmek zorunda kalıyorduk.

Murat Ağca: Bu organizasyon, politikaya malzeme edildi. İstanbul Park dedin mi herkes sekizinci viraj diye tutturur. Çok zormuş da, üç virajın bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyormuş da… Bunlar her pist için söylenen, popüler olması istenen bazı özellikler. İnsanların F1’e çok fazla ilgisi olmayınca Türk medyası da doladı diline, bir sekizinci virajdır gidiyor… İstanbul Park harikaymış, dünyanın en iyi pistiymiş… Her sene bunlar konuşuldu.

Charlie Whiting: Bence İstanbul Park dünyadaki en iyi pistlerden biriydi. Çok zorlayıcı yükseklik değişimleri ve kendine has virajları vardı. Şunu biliyorum ki tüm pilotlar orada yarışmayı sevdi ve hepsi, bir gün geri dönme şansları olursa bundan mutluluk duyacaklardır.

Socrates Dergi