Rüzgârın Peşinde

12 dk

Türkiye'de rüzgâr sörfü, 1970'lerin sonunda henüz keşfedilmemişti. Ege kıyıları da... Mehmet Anıl, bu iki cenneti de yaşayanlardandı...

O vakitler Alaçatı bilinmiyordu. İki kasap dükkânı, manav, sağlık ocağı dışında handiyse kimsenin uğramadığı ıssız bir köy havasındaydı. Bugünlerde ise artık iyice kalabalıklaşmış sokaklarında gezinirken, babamın verdiği okul harçlığıyla şimdinin en pahalı mekânlarından üç-beş tanesini satın alabileceğimi düşünürüm. Önümde geleceği gösteren bir sihirli kürem olsaydı tabii... O küreyle başka şeyler de yapardım kuşkusuz ama bunları size söyleyemem.

Çeşme’de rüzgâr sörfü yapan 20 kişi ya var ya yoktu. 1970’lerin sonundan bahsediyorum, lise çağları. Zaten yelkenli sörf icat olalı çok da zaman geçmemişti. Bir trafik kazasında genç yaşta kaybettiğimiz Pol adlı arkadaşımız bir Fransız turistten yalvar yakar sörfünü satın almıştı. Windsurfer marka bu sörfü dört kişi ortak kullanıyorduk. Daha doğrusu sörf yapmayı öğreniyorduk. Mor şeritli üçgen Latin yelkene sahip, şimdikilerle karşılaştırıldığında oldukça kaba ve hantal bir sörftü. Öyle ki iki kişi binip sırtıyla balık avladığımızı bilirim. Gülmeyin.

O yıllarda Alaçatı’nın yalnız köyü değil, sörf plajı da keşfedilmemişti. Hatırladığım, halk plajında denize girenlere meşrubat ve sandviç satan küçük büfe dışında bomboş bir araziydi. İlk denemeleri Yıldızburnu’nun küçücük koyu veya Ilıca Plajı’nda yapıyorduk. İlk sörfler, yelken ve tahtası dışında çıplaktı. Ne ayak bantları biliniyordu ne trapez. Ağır sörf tahtası ve kaba yelken donanımını rüzgârda tutabilmek için yalnız kas değil, iman gücüne de ihtiyacımız vardı. Bir süre sonra ön kollarınız taş kesiliyor, bumbayı tutan parmaklarınız denizin ortasında acınası bir acizlikle açılıp yelkeni kaderine bırakıyordu. Henüz sudan kalkışlar da bilinmediğinden, rüzgârın ezip denize yapıştırdığı yelkeni aynı kas ve iman gücüyle kaldırmak zahmetli bir işti.

Şimdi işler kolay. Donanımlar gelişti ve hafifledi. Ne kadar ağır iş varsa rüzgâra yaptırıyorsunuz. Direği rüzgâra dik açı yapacak konuma getirip azıcık dışa ve yukarı doğru yüklenince rüzgâr denizle yelkenin arasına giriyor, kendisiyle birlikte sizi de sörfün üzerine taşıyor. Sert rüzgârlarda ayarları doğru yapılmış trapez ve ayak bantlarıyla rahat bir koltukta oturur gibi rüzgârın ve denizin tadını çıkartabiliyorsunuz artık. Yoruluyorsanız ve ıslaksanız bir şeyleri yanlış yapıyorsunuz demektir. Bu kural, sınırlarını zorlamak isteyen asi ruhlar için geçerli değil tabii. (Şunu da hatırlatmakta fayda var; deniz, cesur insan sever. Siz siz olun, tedbiri elden bırakmayın. Yoksa denizin doymak bilmez iştahına yem olursunuz, benden söylemesi.)

Henüz video kameralar yaygınlaşmadığından, sörf öğrenimi için elimizde deneme yanılma yönteminden başka bir şey yoktu. O yaz açık hava sinemasına bir Amerikan filmi gelmişti. Açılış sahnesinde bir ya da iki dakika boyunca bir sörfçünün hızlı dönüş manevrası yaptığı görülüyordu. Filmin gösterimde kaldığı bir hafta boyunca Pol her akşam sinemaya gitmiş, ilk sahneyi olanca dikkatiyle izledikten sonra beşinci dakikasında çıkmıştı. Artık ne kadarı aklında kaldıysa... Dönüşü başarıp başaramadığını hatırlamıyorum ama sinema çalışanlarının kuşkusunu çektiği kesin.

Vaktiyle bir sağlık dergisinde sporlar ve yaktıkları kalorileri gösteren bir çizelge yayımlanmıştı. Çizelgeyi hazırlayan arkadaş bir sörf sevdalısı olmalı ki rüzgâr sörfünün karşısına aynen şunları yazmış: “Sörf kalori yakmak için değil, ruhu için yapılır.” Eyvallah. Başka doğa sporlarını bilmiyorum ama rüzgâr sörfü kadar doğayla iç içe pek az spor vardır herhalde. Öyle ya, hazırlaması, taşıması, yıkaması, sökmesi dahi bu kadar zahmetli bir iş başka türlü nasıl seve seve yapılır ki? Sert rüzgârda kol kuvvetiyle uçuşa geçmenin, dalgadan dalgaya atlamanın nasıl benzersiz bir deneyim olduğunu sözlerle anlatmak, mesleği yazmak olan benim için bile kolay değil. Yelkenin kanca delikleri ıslık çalmaya başlar; sörf tahtası suya pat, pat, pat diye çarpar; rüzgârı ve denizi bütün vücudunuzda hissederken zevk ve heyecandan deliye dönersiniz. Boşalan bedensel enerjiniz ikiye katlanarak ruhunuzu doldurur. Hiçbir defasında denizden çığlık atmadan döndüğümü hatırlamam.

Yıllar sonra, üstelik sörfü adamakıllı öğrenmişken, fırtınalı bir günde kendime güvenip Urla’da suya çıktım. Direğe 4,2 metrekarelik fırtına yelkeni takmıştım. Her zamanki güzergâhımın gidiş yönünde ilerlerken havanın beni aştığını fark edip dönmeye karar verdim. Anlarsınız, her şey bir anda kontrolden çıkacakmış gibi gelir. Huzurlu değilsinizdir. Korkarsınız... Küçük yelkene rağmen sörf tedirgin edici bir hıza ulaşıyordu. Kıyıya yaklaştığımda, nasıl olduğunu anlamadan, ayaklarım bantlardan kurtuldu ve ben trapezi boşaltamadan direkle birlikte büyük bir şiddetle denize çarpıp suya gömüldüm. Daha önce benzer kazalar yapmıştım, ne var ki bu defa tuhaf bir durumla karşı karşıya kalmış, vertigoya girmiştim. Neresi aşağı neresi yukarı, sağ ne taraf, sol ne yanda çıkartamıyordum. Her şey birbirine karışmıştı. Yüzeye çıkıyorum derken tam ters yöne, dibe yüzebilirdim. Daha sonra konuştuğum emekli bir dalgıç, suyun altındayken yüzeyi anlamanın en pratik yolunun ağızdan hava baloncukları çıkarmak olduğunu söyleyecekti. Yaşadığım panik ve dalgaların bulanık çalkantısı altında bunu nasıl yapabilirdim bilmiyorum. Kafa karışıklığının çok zaman sürdüğünü sanmıyorum. Beş, bilemedin altı saniye. Bana yıllar gibi gelen beş-altı saniye. Sonra, nasıl olduysa artık doğru tarafı bulup sudan çıktım.

Bir başka gün, gene Urla sahilinde sörfe uygun güzel bir havada kıyıya yakın seyrederken, sörf adeta ani fren yapmış gibi olduğu yerde çakıldı kaldı ve ben bumbaya trapez ipiyle bağlı olduğumdan mancınıktan fırlatılmış gibi beş metre ileriye düştüm. Bel hizası suydu. Kalktım, sörfün yanına gidip baktım, son derece dayanıklı kompozit fin kırılmıştı. Suyun bir karış altında sinsice gizlenmiş bir kaya parçasına çarpmıştım. Karaya taşırken yelkenin üzerindeki kırmızı harelerin genişleyerek yayıldığını fark ettim. Sol bileğimde derin bir yırtık şakır şakır kanıyordu. Düştüğüm yerde sivri bir taş ya da kırık şişeye elimi çarpmış olmalıyım. Üzerimde trapezle hastaneye gidip dikiş attırdığımı hatırlıyorum. Ağaçtan düşme, akrep sokması, güneş çarpması gibi vakalardan bunalan doktor, “Nihayet doğru dürüst bir hasta geldi” diye takılmıştı bileğime dikiş atarken. Benzer olay birkaç kez de açıktaki balık ağlarına takıldığımda başıma gelmişti. Hazırlıksız yakalandığınız için kendinizi bir anda sörfün metrelerce önünde buluveriyorsunuz. Söyleyeyim, hoş bir duygu değil.

O zaman çok sıkıntı çektiğim, ama şimdi özlemle yâd ettiğim anı çok. Çeşme Aya Yorgi koyundayız. Henüz bakir. (Ey sihirli küre neredeydin?) Şimdinin pahalı beach’leri tarafından işgal edilmesine daha yıllar var. Arkadaşım Suphi Koyuncuoğlu ve ben Ilıca Plajı’na denizden dönmeyi planlıyoruz. Hava uygun gibi görünüyor. Koyun dışında bizi hiç hesap etmediğimiz sert bir eşek imbatı karşılıyor. Açığa çıkar çıkmaz, ipleri çözülen yelkenim gergilerinden kurtulup boşalıyor. İhmal! Suda yeniden germek olanaksız gibi bir şey. Suphi’ye bakıyorum, yelkeni düşürmüş, kaldırmaya dermanı yok. Tıfılız. Sörfleri birbirine bağlayıp üzerine oturuyor ve rüzgârın bizi Sakarya Mahallesi kıyısına atmasını bekliyoruz. Kıyıya ulaşmamız bir saati buluyor. Saat akşamüzerine ulaşıyor. Üzerimizde -yanlış anlaşılmasın- o zaman tuhaf karşılanmayan Speedo marka slip mayolar var. Suphi, Ilıca’ya dönüp araba bulmak için yola koyulurken ben sörflerin başında nöbetçi kalıyorum. Suphi tamı tamına iki buçuk saat sonra geri geliyor. Kimse arabasına almadığı için çıplak tabanları kanaya kanaya Ilıca’ya kadar yürümüş, kamyonet bulması güç olmuş, falan filan... Güneş batmak üzere. Akşam serinliğinde ceketlerini giyip sahilde yürüyüşe çıkan insanların garipseyen bakışları altında tir tir titrediğimi anımsıyorum.

Ülkemizde ne kadar güzellik varsa habis tümör gibi bir bir çürüten arsız rant sevdası, ne yazık ki Çeşme’yi de kıskacına almış durumda. Alaçatı sörf plajı, belki de yerküre üzerinde bu sporu yapmaya en uygun coğrafya parçası. Düzenli esen rüzgârı ve kıyıdan yüzlerce metre açığa değin uzayan göğüs hizası suyuyla hem profesyonel yarışçılara hem de yeni öğrenenlere mükemmel bir çalışma alanı sunarken, Dünya Şampiyonası’nın bir ayağı da her yıl burada düzenleniyor. Maalesef bu benzersiz hazine bugün artık özelliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Azmağın iç tarafına büyük bir marina konduruldu ve koya giriş çıkış yapan büyük tekneler sörf parkurunun tam ortasından geçiyor. Sörfler rüzgârın gerektirdiği yönde karşı kıyıya gidip gelirken, sayısı her geçen gün artan yelkenli ve motoryatlar 90 derecelik bir açıyla parkuru ortadan kesiyorlar. Gözünüzün önüne daha kolay getirebilmeniz için 100 metre koşu pistini enlemesine kat eden motosikletleri düşünebilirsiniz, üstelik atletler -mesela Usain Bolt- koşarken... Liman herhangi başka bir adrese pekâlâ inşa edilebilecekken, gözümüz gibi korumamız gereken sörf parkurunu yerinden kaldırıp başka tarafa taşımak kuşkusuz mümkün değil. Buna aptallık demeyeceksek, kötülük diyeceğiz o hâlde.

Eskiden elimde rüzgârölçer, portbagajda malzemeler ayaklı meteoroloji uydusu gibi o sahil benim, şu plaj senin rüzgâr peşinde koşardım. Şimdi artık yapmıyorum. 55 yaş, aslında hâlâ müsait; ne var ki ona ayıracak zamanım ve sabrım azaldı. Sürekli fit durmak gerek ki yorucu geliyor. Yerine başka şeyler var şimdi ama neler olduğunu size söyleyemem. Ama şunu söyleyebiliyorum: Oh be! Zamanında iyi ki doya doya yapmışım. Damarlarımda hâlâ rüzgârın kokusu, denizin tuzu, hızın heyecanı var.

Mehmet Anıl

28. Sayı
Temmuz 2017



Socrates Dergi