Tutku

8 dk

Futbolculuğunu biliyoruz. Sinema kariyerine de hâkimiz... Peki Cantona tiyatro sahnesinde nasıl? Gittik, yerinde gördük.

Karanlık salonda sessizce oturuyoruz. Birazdan perde açılacak ve gençliğimizin büyük kısmını hayranı olarak geçirdiğimiz adam sahneye çıkacak. Biz iki kişiyiz. Önden beşinci sıradayız. Ön sıralar tamamen dolu ama arkaya doğru boş koltuklar var. “Ne saçma!” diye düşünüyorum, “Ben olsam her temsili izlemeye gelirim. Cantona yahu! İki metre ötede kanlı canlı sahnede olacak!”

Oyun başlıyor. Beş dakika geçiyor. Yok. On dakika geçiyor. Yok. Oyun da... Nasıl desem, hani bir ara entelektüeller tiyatronun bu devir için arkaik bir sanat dalı olduğunu söyleyerek ayaklanmışlardı ya... Onların tezini destekler nitelikte. Tiyatro eleştirmeni değilim kuşkusuz, öyle çok entelektüel de sayılmam ama oyun biraz fazla ‘teatral’. Hani sahnede kapılar açılır kapanır, kimse birbiriyle karşılaşmaz, arada aktörün biri sahnenin ucuna gelip sesini öne alarak ve ellerini yana açarak, “Ner’de bu insanlar yahu!” gibisinden bir şey söyler ya. Son derece sahte bir doğallık halidir. Hah işte öyle.

Başroldeki Victor (Gregory Gadebois) hapisten yeni çıkmış bir suçludur. İçeride geçirdiği iki sene boyunca mektuplaştığı ve âşık olduğu kadın Françoise (Caroline Silhol) çıkışına gelmez. Kapı önünde arkadaşıyla konuşmasından o kadının kocası yüzünden hapiste olduğunu, eski arkadaşı olan adamın suçunu üstlendiğini ama bunu karısına âşık olduğu için yaptığını, kadının da ona karşı boş olmadığını, kocasını terk edip onunla kaçacağını anlarsınız. Bu sahne 15 dakika filan sürer. Sonunda kadın gelir, “Yok ben aslında kocamı seviyorum, peki bütün o mektuplar yalan mıydı, değildi de nasıl olacak, yok ben yapamam” konuşmaları da bir 10 dakika sürer. Sonraki sahnede boşu boşuna hapis yatmış bedbaht Victor evinde oturmaktadır. Tam o sırada kapı çalar, siz artık uyumak üzereyken ve “Perihan Mağden ne büyük kadınmış” diye düşünmeye başlamışken kadının kocası Marc içeri girer.

Gayriihtiyari içeri gireni Eric Cantona zanneder ve yan koltukta çenesi öne düşen arkadaşınızı dirseğinizin en sivri köşesiyle dürterek kendine getirirsiniz. Ama yok, Cantona’ya benzese de içeri resmen Marc girmiştir. Savaş kahramanı, sonradan iş adamı olmuş, üçkağıtçı karizmatik Marc... Sahnede Comedie Française’den çıkma iki rol arkadaşını doğallığıyla sürklase eder (tiyatrodan anlamıyorum demiştim) ve oyun bambaşka bir boyut kazanır; iyi sandığınız adam aslında biraz da çıkarcı değil midir? Kötü bellediğiniz ve nefret etmeye hazır olduğunuz kişi, kendisi için hapse giren dostunu onun kendisini sevdiğinden daha çok seviyor olamaz mı? Kadın, kocasını mı aldatmıştır yoksa kocasını ne kadar sevdiğini mi anlamıştır? Dolandırıcı olması bir insanın onurlu olmasına engel teşkil eder mi?

Elimde pipo, “Bu dergi bir tiyatro sayfası istiyor mirim” tonundan girdiğimin farkındayım ama bekleyin biraz, valla Eric Cantona’dan çıkacağım. Sonuçta aktörlük kariyeri, futbolculuk kariyerini süre bakımından çoktan geçmiş bir oyuncu karşımızdaki. Ama yine de tiyatro sinemaya benzemez. Filmde yönetmenin, kurgunun ve montajın hatrı sayılır katkısı oluyor aktöre. Ama asıl oyunculuk tiyatroda doğal olmak, doğal kalmak bence (yok biraz da anlıyorum canım).

Ki karşımızda kimseye herhangi bir şey kanıtlamak zorunda olmayacak kadar dolu bir hayat yaşamış, başarılı bir kariyeri geride bırakmış bir futbol efsanesi var. Sahneye çıkıp dursa da onu izlemeye gidecekler bulunur (ehem). Hangi kanala yorumcu olmak istese kabul edilir. Hayatının geri kalanını bunun ekmeğini yiyerek gayet rahat geçirebilecekken bu kolaylığa kaçmamış biri, insanda saygıyla karışık bir merak uyandırıyor haliyle. Fransızların deyişiyle anti-conformiste, Türklerin en fazla “Lan değişik!” diye tabir edecekleri türden bir insan karşımızdaki. Ne futbolcuyken ne de sonrasında normalin hiçbir normuna sığmıyor.

Ekim ayından Elle dergisine karısı aktrist ve yönetmen Rachida Brakni ile verdiği röportaj da aynı duruşun bir devamı aslında. Oyunun yönetmeni ve başrol oyuncusu olarak son derece alışkın olduğumuz türden oyunu anlatan, arada ilişkilerinden de bahseden bir lansman röportajı vermişler. Ama alışkın olmadığımız bir tarafı var bu röportajın. Rachida tepeden tırnağa giyinik, Eric çırılçıplak! Sadece çırılçıplak olsa yine iyi; kıllı göğsünü, hafif yağlanmış sporcu vücudunu sergilemekten de kaçınmamış. İnsanların Instagram’a koydukları selfie’lerini rötuşlamalara doyamadıkları bu devirde ‘sıfır fotoşop politikası’ gütmek, taraftara tekme atmak kadar cesur bir hamle değildir de nedir?

Sadece görüntüde değil, kafada da filtreye başvurmayan biri o: “Yaptığım işi tutkuyla yapmak isterim. Yaratıcılık benim için çok önemli. Ama kendi mikrokozmosunu yaratıp orada kalanlar da bana göre değil. Hiçbir şeye karşı bağlılık hissetmiyorum. ‘Zorunlu olduğum için yapmak’ bana göre değil. Bu demek değil ki en ufak zorlukta kaçıp gideceğim. Bugün insanlar zorluklarla yüzleşmiyorlar, savaşmıyorlar. Asıl bu garip. Ben hümanistim. Feministim. Özgürlükçüyüm. Karşı olduğum hiçbir şey yok. Başkasına zarar vermediği sürece herkesin istediğini yapmasında bence bir sakınca yok” diyor aynı röportajda, farklı sorulara verdiği yanıtlardan yaptığım kolajda.

Tiyatro çıkışında kapıda bekliyoruz. Bütün seyirciler çıktıktan ve diğer aktörler arabalarına atlayıp gittikten sonra arka kapıdan yürüyerek çıkıyor. Ayaküstü sohbet ediyoruz. “Naber, nasılsın, İstanbul nasıl?” filan... “Looking for Istanbul o serinin en çok izlenen işi oldu biliyor musunuz?” diyor artık ayrılacakken, Fransa’da en iyi spor belgeselleri sıralamasında da üstlerdeymiş. “Aa ne güzel!” diyoruz. Boş Paris sokaklarında yürümeyi seviyormuş. Tiyatroya yürüyerek gidip geliyormuş bu yüzden. “Paris’te yaşasaydım ben de yapardım, sen kolaysa gel İstanbul’da yürü!” diyemiyoruz, iyi geceler diliyoruz insan gibi. Gidiyoruz sonra...

Socrates Dergi