
Üç Adam
14 dk
Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic üçlüsü erkek tenisini kişisel oyun alanlarına çevirdiler. Filenin karşısında da ulaşılamamış potansiyeller ve gerçekleşmemiş hayaller vardı...
Lleyton Hewitt ve David Nalbandian'ın oynadığı Wimbledon finalini hatırlıyor musunuz? Dürüst olmak gerekirse bana üzerinden koca bir ömür geçmiş gibi geliyor. Aynı şekilde Juan Carlos Ferrero'nun Grand Slam kazanışını, Andy Roddick'in dünya 1 numarasına çıkışını, Marat Safin'in kortları kasıp kavuran karizmasını da hafızamın en uzak köşelerinden topluyorum. 17-18 sene o kadar uzun bir süre değil belki ama ben ilk tenis anılarıma 'tarih öncesi' muamelesi yapıp kendimi daha da yaşlı hissediyorum. Geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda Roger Federer de milenyumun ilk günlerine döndü. Saydığım isimlerle aşağı yukarı aynı dönemde çıkış yapan İsviçrelinin hâlâ aktif tenis oynadığına inanmak güç. Hâlâ dünyanın en iyilerinden oluşu ise kelimeleri kifayetsiz bırakıyor. Artık akranlarının herhangi birisiyle karşılaşma şansı olmadığı için onları özlemle hatırlaması da gayet anlaşılır. Tıpkı ilkokul yıllığına bakıp önce yüzleri, sonra isimleri, sonra da anıları hatırlar gibi…
Roger Federer henüz tenisin poster yıldızı değilken, ATP'nin 'New Balls Please' projesinin posterini dönemdaşlarıyla paylaşmıştı. "Yeni kan. Yeni tavır" mottosu, Burston Marsteller isimli halkla ilişkiler ajansı tarafından yürütülen kampanyanın amacını hızlıca anlatıyordu. Erkek tenisinin üst yönetimi, Pete Sampras-Andre Agassi ertesi döneme hazırlık yaparken oldukça titiz davranmıştı ki bu konuda son derece haklıydılar. İki ABD'linin yılları deviren hararetli rekabeti oyunun popülaritesine büyük katkı vermiş, 1989'da 2,1 milyon olan senelik turnuva izleyicisi sayısı doksanlar biterken 3,7 milyona kadar yükselmişti. Şimdilerde kulağa komik gelse de birçok tenis izleyicisi ve hatta otoritesi, bir daha Sampras-Agassi etkisine yakın bir şey görebileceğimizi düşünmüyordu. Hatta dönemin ATP sözcüsü Graeme Agars, tarihe geçecek kadar kötü bir tahmin yapıp şöyle demişti: "Bundan sonra herhangi bir oyuncunun her hafta yarı final ya da final görmesi mümkün değil. Oyuncu havuzu öyle derinleşti ki herkes her turnuvayı kazanabilir."
Aslında iddialı konuşan Agars bir miktar, başarılı olmaya aday gösterdiği oyuncu grubu ise çokça şanssızdı. İlk etapta kendi içlerinden bir tanesiyle, Federer'le imtihanları başlayacaktı. 2003 Wimbledon zaferini sıçrama tahtası olarak kullanan İsviçreli; Agassi'ye, Sampras'a ya da Björn Borg'a bile nasip olmamış bir istikrar tutturdu. Dahası, her biri ondan önce büyük başarıların tadına bakmış olan Safin, Hewitt, Ferrero ve Roddick gibileri âdeta yerle yeksan etti. Federer'in rekor sayıda Grand Slam kazanmasının müsebbibi olarak mevzubahis dönemde parlamasını gösterenler mevcut. Fakat bir efsanenin zaman dilimine denk düştüğü için tenisin gördüğü en derin yetenek havuzlarından birine 'zayıf dönem' yakıştırması yapmak pek adil olmayabilir. Yine de geriye dönüp baktığımızda, milenyum başı jenerasyonun hem hak ettiği kadar kupası yok hem de hak ettikleri saygının yarısını dahi görmüyorlar. Ancak "Beterin beteri varmış" demek için birkaç sene daha bekleyebiliriz.

Dürüst olmak gerekirse Rafael Nadal ilk etapta Roger Federer'in rekorları için büyük bir tehdit olarak görünüyordu. Uzun saçlı, uzun şortlu, yuvarlak kaslarıyla dikkate şayan İspanyol, tenis dünyasını tekeline almış rakibine toprak kortu dar etmişti. Dolayısıyla daha yirmili yaşlarının ortasında "Tarihin en iyisi olabilir mi?" sorularını sordurmaya başlamış Federer'in partisi biraz mahvolmuştu. Şimdi az da olsa poster arkadaşlarıyla empati yapabiliyordu herhâlde. Yenilmez olmadığını ilk kez görmüş ve bunu görece sükûnetle karşılamıştı. Tek eksik slam'i Fransa Açık'ı kazanmak için Rafa'nın 2009'daki tökezleyişini bekleyecekti. O beklerken Nadal da ilk görüşte oluşturduğu 'Toprakçı' intibasını yıkarak başka zeminlerde ne kadar iyi oynayabileceğini dünyaya kanıtladı. Üçüncü final denemesinde kazandığı Wimbledon, 2009'da fethettiği Avustralya Açık ve hemen ertesi sene Amerika Açık… ATP sözcüsünün usta işi kehanetinden sadece on sene sonra, hem Roger Federer'in hem de Rafael Nadal'ın kariyer Grand Slam'leri tamamlanmıştı. Rekabetleri gelmiş geçmiş en heyecanlı maçların bazılarını üretmişti ve marka değerleri seleflerinin üstüne çıkmaya devam ediyordu. Karşılarında kırılan talihsiz jenerasyonlara da yenileri eklenmişti. Fernando Gonzalez, David Ferrer, Nikolay Davydenko, Tomas Berdych ve Jo Wilfried-Tsonga gibi majör turnuva şampiyonluğu kalibresinde oyuncuların elleri bomboştu.
2010'lara girilirken dominant ikiliden rol çalmayı başaran az sayıda isimden biri, 2008 Avustralya Açık galibi Novak Djokovic'ti. Sırp raketin 2009'da Amerika Açık'ı kazanan Juan Martin Del Potro'ya nazaran istikrar avantajı vardı. En azından birkaç senelik periyotta dünyanın en iyi üçüncü oyuncusu olmuştu ve zirveye, "Eğer yavaşlarsanız sizi yakalarım" mesajını açık şekilde veriyordu. En azından ilk etapta biz böyle sanmıştık. 2011'de üç slam kupası kaldırdığında Djokovic'in asıl niyeti ortaya çıktı: O, yakın tarihteki birçok diğer yeteneğin hatırlandığı gibi hatırlanmayacak, yani hayal kırıklığı olmayacaktı. Bunun yerine Federer-Nadal irtifasına çıkacak, tenisin Olimpos'unda bir yer de kendisine ayıracaktı. Hâlâ olanca kuvvetiyle devam etmekte olan 'Büyük Üçlü Çağı' da böylece son şeklini almış olacaktı. Bir gölge takipçiyle birlikte...
Herhâlde eline raket almış, profesyonel tenis oynama hayali kuran bir genç şu cv'yi gözünü dahi kırpmadan kabul edecektir: Üç Grand Slam kupası, dünya 1 numarası koltuğu, iki olimpiyat altın madalyası, Davis Kupası şampiyonluğu ve koca ulusunun spor kahramanı olmak… Ancak söz konusu oyuncu Andy Murray olunca tüm bu başarıların yanına bir 'eğer' eklemeden duramıyoruz. Britanyalı eğer başka bir dönemde oynamış olsa, tenis sporunun önemli rekorlarından bazılarına tek başına sahip olabilirdi. En iyi yıllarını 2010'larda geçirmek ise payına düşen talihsizlikti. Federer'in yarattığı, Nadal'ın katıldığı ve Djokovic'in de gelişiyle en korkutucu hâlini alan üç başlı canavarın en dişli rakibi olarak kaldı. Kimi zaman öyle anılsalar da 'Büyük Dörtlü'yü tam anlamıyla hiç gerçekleştiremediler. Yine de Murray, erkek tenisinin gördüğü en ürkütücü saltanata karşı duranlar arasında aslan payının sahibi oldu.

2014'e gelindiğinde, erkeklerde son 44 Grand Slam turnuvasının sadece yedi tanesini büyük üçlü harici oyuncular kazanmıştı. Ayrıca sadece dört majör değil, Masters turnuvaları ve sezon sonu finalleri gibi yüksek klasman organizasyonlar da yine aynı yüzlerin kontrolündeydi. Yaşı itibarıyla iki rakibinden biraz ayrılan Federer'e, "Ne zaman emekli olacaksınız?" soruları sorulmaya başlanmıştı. Kendi standartlarının epey altında seyrettiği 2013 sonrası kaygılar, içinde bir miktar gerçeklik payı barındırıyor olabilirdi. Avustralya Açık'ta ipi, uzun seneler boyunca gölgesinde bekleyen vatandaşı Stan Wawrinka göğüsledi ve seneyi sürprizle açtı. Fransa Açık'ın öyküsü yine Rafa tarafından yazıldı, Wimbledon'ın altın sarısı kupası Nole'nin ellerinde yükseldi. Amerika Açık ise günün birinde kaçınılmaz olacak değişimin projeksiyonu gibiydi. Ya da biz bir an için öyle düşünecek kadar saftık…
Yarı finallerde Federer-Djokovic ikilisini mağlup eden Marin Cilic ve Kei Nishikori, New York'a şok dalgası yaydı. İki ay önce Wimbledon'da son dörde kalmayı başaran Milos Raonic ve Grigor Dimitrov'un yapamadığını yapmış, devleri saf dışı bırakmışlardı. Yepyeni yüzlerin slam sahnesinde bu denli korkusuz gözükmesi tanıdık değildi. Sezon başında Wawrinka'nın yaptığı gibi bu kez de Cilic ilk slam zaferini kutluyordu. Büyük üçlü döneminin en kayıp yılı olarak gösterilmesi mümkün 2014'ün iki sürpriz adamı istikrar da üretecekti. İsviçre'nin iki numarası, sonraki sene Roland Garros ve 2016'da da Amerika Açık zaferleriyle taçlanacak, en azından "gölge takipçi" Murray ile kıyaslanır konuma gelecekti. Cilic ise iki Grand Slam finali daha görmeyi başarıp, kendisinden daha yetenekli nicelerinin muvaffak olamadığı şeyi başaracaktı. 1990 jenerasyonu şeklinde isimlendirebileceğimiz Raonic, Dimitrov, Nishikori ve David Goffin gibi iyi kumaşlı oyuncuların 2010'lar ortasına denk düşen çıkışları hâlâ kubbede hoş bir sada olmanın ötesine geçebilmiş değil. Bunun nedeni de doğru zamanda doğru yerde olmayışları. Tıpkı öncekiler ve sonrakiler gibi.

Pete Sampras ve Andre Agassi kariyerlerinin son demlerini yaşarken, ATP'nin içine düştüğü telaş hâlini anımsarsınız. "Bir daha hiçbir oyuncu grubu aynı etkiyi yaratamayacak" düşüncesinin isabetsizliğini de… Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic'in dahi mağlup edemeyeceği tek rakip olan zaman yavaş yavaş skorda öne geçerken de aynı düşünce kendini gösterdi. Federer 2016'da spor yaşamının en uzun sakatlığını geçirdi. Djokovic aynı dönemde başlayıp 2018 Wimbledon'a kadar sürecek bir duraksama dönemine girdi. Nadal ise sakatlık konusunda her zaman en talihsizleri olmuştu ve uzun aralar vermeye aşinaydı. Tabii üçü de geri döndü. Roger beş sene boyunca 17'de takılmışken, rekor slam sayısını 20'ye taşıdı. Rafa son zaferiyle birlikte, 30 yaşın üstünde en çok majör kazanan erkek oyuncu oldu. Novak da bu alanda farkı eritmeye devam ediyor.
Ya yeni yüzler? 8 Mart 2016'da, ATP milenyum başındakine benzer bir hamleyle 'Next Gen' adı verilen 21 yaş altı nesli duyurdu. Alexander Zverev, Nick Kyrgios, Andrey Rublev, Borna Coric ve Hyeon Chung gibileri ilk etapta öne çıkıyordu. Sonraları aralarına Daniil Medvedev, Karen Khachanov, Stefanos Tsitsipas, Matteo Berrettini ve diğerleri katıldı. Yetenekli, renkli ve son 15 senede ortaya çıkan diğer jenerasyonlara nazaran şanslıydılar. Örneğin, her ne kadar devam etse de büyük üçlü fırtınasının yavaşladığı döneme denk gelmişlerdi. Roger, Rafa ve Novak karşısında öncülleri kadar fazla savaş yarası almayacak, biraz da yılların yardımıyla onlarla rekabet edebileceklerini hissedeceklerdi. Bu; Berdych, Tsonga ya da Nishikori gibilerinin hiçbir zaman tadamadığı bir lükstü. Yani mental anlamda onların asla sahip olamadıkları eşiğe sahip oldular. Doğru zamanda doğru yerdeydiler ve bunu da gayet iyi kullandılar…

Federer'in akla hayale sığmaz hâkimiyeti, ondan daha iyi olmak adına her zeminde gelişen Nadal'ın çıktığı seviye ve Novak Djokovic'in insanüstü çabayla kendini hem rakiplerine hem de dünyaya kanıtlayışı… Erkek tenisinde geride kalan 15 senenin öyküsü bu senaryoya yapılan küçük eklemelerle şekillendi. Tabii bu esnada kırılıp dökülen, hiçbir zaman kendilerinden beklenen seviyeye çıkamayan, belki şanssızlıklarına lanet eden, kaybeden ve kaybolanlar için de makul bir teselli mevcut: Tenis tarihinin en güçlü döneminde, gelmiş geçmiş en iyi oyuncuların üç tanesiyle aynı korta çıktılar. Paylarına düşenle yetinmekten başka çareleri de yoktu.
2020 tenis sezonu yaklaşırken atmosferin artık 'ötekiler' için geçmişe nazaran biraz daha uygun göründüğünü yadsıyamayız. ATP Finalleri'nde şampiyonluğa uzanan Stefanos Tsitsipas, son iki Fransa Açık'ın finalisti Dominic Thiem, yeni nesil öğütücü Daniil Medvedev ve slam basiretsizliğini kırmaya çalışan Alexander Zverev olağan şüpheliler. Emekliliğin eşiğinden dönen Andy Murray, söz konusu büyük turnuvalar ise hep tehlikeli olan Stan Wawrinka, kafası kortta iken devleşen Nick Kyrgios ve istikrarsızlık abidesi Grigor Dimitrov da zikredilmeden geçilmemesi gereken isimler. En büyük fırsatları da artık eskisinden biraz daha kusurlu gözüken büyük üçlünün yaşayabileceği sürpriz kayıplar olacak.
Geçen ay BBC'nin prodüksiyonunda aynı masayı paylaşan üç efsaneye emeklilik sorulduğunda Djokovic şakayla karışık, "Ya hepimiz bırakacağız ya da hep birlikte devam edeceğiz" demişti. Rakiplerinden yaş ve jenerasyon itibarıyla daha büyük olan 38 yaşındaki Federer ise bir başka röportajında, "Sağlıklı olduğum müddetçe durmak için bir neden göremiyorum" açıklamasıyla yüreklere su serpti. Rafael Nadal, 2019'u dünya 1 numarası olarak kapadı ve "30 yaşından sonra sakatlıklar nedeniyle emekli olur" tahminlerini yanlışladığı için son derece keyifli. En azından şimdilik durmaya niyetlerinin olmadığını bilmek umut verici. Peki gün gelip onlar gittikten sonra erkek tenisi neye benzeyecek?
İddialı bir tahmin yapmamak için kendimi zor tutuyorum...
Yeni Neslin En İyi Slam Oyuncusu?
Mert Ertunga (Antrenör): "Şu anda cevap vermem gerekirse Thiem derim. Grand Slam'ler tamamen olgunlukla alakalı çünkü. Hiç beş set oynamamış oyuncuların birden bu seviyeye adapte olması zor. Arka arkaya uzun maçlar oynayıp başarılı olmak demek ki bu değirmende biraz öğütülmeleri gerek. Tabii yine tenis oynuyorlar ama süresi, hacmi, her şeyi değişik. Bu da tecrübe işi. Mesela Tsitsipas'ın da çok yönlü, her zemine uygun oyunuyla uzun vadede başarılı olacağını düşünüyorum."
Steve Flink (Gazeteci): "Büyük üçlünün arkasından harika bir grup geliyor. Thiem, Medvedev, Tsitsipas ve Zverev… Bence hepsi slam şampiyonluğunun eşiğinde duruyorlar. Medvedev Amerika Açık finali gördü, Tsitsipas Avustralya Açık'ta yarı final oynamayı başardı. Thiem ise son iki Fransa Açık'ta kupa maçlarına çıktı. Tabii arkada başka iyi oyuncular da var ama özellikle bu dörtlü beni çok heyecanlandırıyor. Bir tanesinin önümüzdeki sene majör turnuva kazanacağı fikrindeyim."