Uğursuz

6 dk

Sevdiğini uzakta bırakan bir 'Anadolu topçusu', Fenerbahçe'ye karşı hayatının maçına çıktı ve...

Eski zamanlar. Futbol oynuyorum… Mütevazı olacak kadar şöhret olamadığımdan sahtekârlık yapmayacağım. Neden kimse asgari ücretle çalışan birine çok mütevazı demez? Mütevazı olabilmek için önce çok fazla şeye sahip olman gerek. O da yetmez, şöhret olacaksın. Eşitlik yok bir kere, eşitlik yoksa bilin ki sahtekârlık var o işte.

Şimdinin Süper Lig’inde oynuyorum. Nasıl bir şey olduğumu daha iyi anlatabilmek için şöyle bir hesap yaptım. Şu an 18 takım var, o zamanlar 16 takım vardı. Her takımda 30 futbolcu olsun, (30x16) 480 kişiden biriyim 60 milyonluk ülkede. Bu kadar ama. Büyük denilen takımlarda oynayabilseydim mütevazı olabilirdim. O yüzden bunları yazmak zorundayım, kusura kalmayın.

Futbolda geri pasın olduğu günler. İşinden dönen emekçilerin sokaklarda oyunu seyredebildiği günler. Şimdi paran yoksa, bırak sokağı televizyonda bile seyredemiyorsun. Yardımcı bir hocamız var, ismini veremem. Merak eden bulsun. Edebiyat tarihçisi bulamaz ama futbol tarihçisi bulabilir. Büyük dediğimiz takımlarda, milli takımda oynamış, takım kaptanlığı yapmış birisi. Gelgelelim çok mutsuz. Anadolu’dayız, İstanbul’dan gelmişiz. Kaldığı bir oda var; iğrenç, bırak insanı hayvan bağlasan durmaz. Müthiş seviyor beni, ben müthiş seviyorum onu. Odası tam ankesörlü telefonun karşısında. Başka haberleşme olanağınız yok. Bir de mektup, haksızlık etmeyeyim. Konuşmaya başlamadan önce jetonu koyuyorsun yerine. Yuvasına yerleşiyor harika bir huzur buluyorsun ve başlıyorsun numaraları çevirmeye. Sonra “20 jeton bitti, anlamadık nasıl geçti zaman?” diyorsun. Şimdinin yeniyetmeleri gibi:

Ben bir saat konuştum aşkitomla!

Sen ne diyorsun, ben tam iki saat konuştum!

Biz bunu jeton üzerinden yapıyorduk. Sevgiyi ölçmeye başlayınca, onu ellerimizle boğduğumuzu bilmiyorduk. Bunun farkındaydı hoca ve bizim konuşmalarımıza müstehzi gülümsüyordu mutlaka. Asıl dinlediği kendisiydi. İçinde susmayan, susturamadığı bir ses var. Bir de Ahmet Kaya dinliyor. Sohbete gidiyorum odasına. "Ne işin var hocam burada?" diyorum. Sanki yanıt viski bardağının dibindeymişçesine oraya bakıyor. Gözlerinde kendi kalesine gol atmış futbolcunun hüznü. “Her şeyi tüketiyoruz canım,” diyor, “Karımızı, sevgilimizi, çocuklarımızı arkadaşlarımızı, o yüzden buradayım.” “Sarhoş musun hocam, ne alakası var?” diye soramıyorum. Anlıyor soramadığımı. Çünkü en iyi anlaştığımız, birbirimizi anladığımız, en çok konuştuğumuz an, susarak bakışarak anlattıklarımız.

“Onları özlemek için buradayım” diye yanıtlıyor bakışlarımla sorduğum soruyu ve devam ediyor: “Ancak özleyebilirsem bir arada yaşamanın formülünü bulacağıma inandığımdan buradayım. Özlemekten o kadar şikâyet etme kıymetini bil...”

Boş bir bardağa viski koyuyor. Ahmet Kaya’nın içinde ölen biri var. “İç” diyor bana. O zamanlar için pek olağan bir durum değil. Antrenör, futbolcu, Ahmet Kaya, viski, mutsuzluk, hayat... En babası zorlasa ikisini, bilemedin üçünü bir araya getirebilir. “Anlayacaksın”, diye devam ediyor. Âşık olduğumdan haberi var, daha çok tedirgin etmek istemiyor. Ahmet Kaya Tedirgin’i söylüyor: “Benim sonum dünden belli.” Aslında o kadar iyi anlıyorum ki onu, korktuğumdan kendime bile itiraf edemiyorum. Bir bilse, mutlu sonla biten Türk filmlerindeki kadın ile erkeğin sonra ne bok yiyeceklerini düşünmekten kendimi perişan ettiğimi. Viskiyi bir dikişte bitiriyorum. Şişeye uzanıyor. “Yok, hocam hafta sonu Galatasaray maçı var” diyorum. “Boşver nasıl olsa oynamıyorsun” diyor. “Söyle oynatsın o zaman” diyorum, teknik direktör için. “Söylüyorum, bırak top oynamayı yürümesini unuttu” diyor. Maalesef haklı, gerçekten yürümeyi unuttum. Yabancı bir teknik direktör, Sırp. Yugoslavya parçalanma sürecinde. Benim içim paramparça. Sırılsıklam âşığım. Önceki sezon sonunda mukavelem bitmiş. İstanbul’a transfer hayalleri kurmuşum. Sevdiğime kavuşacağım, aileme, idman bitince evime gideceğim. İyi de oynamışım. Şimdi beni oynatmıyor diye kızdığım Sırp hoca (ırkçılık yapma) hakkımda rapor vermiş mutlaka takımda tutulması gerek diye. İstanbul’a transfer yapamayınca tekrar kulüple anlaşmışım. Ama bunalım da o zaman başlamış. Bilmiyorum daha özlemenin ne kadar güzel olduğunu. Bütün aşkların bittiği anın kavuşma anı olduğunu.

İstanbul deplasmanından da boynu bükük dönüyoruz. Hoca beni yine oynatmıyor. Henüz puan alamamış takım. Önümüzdeki maç da Fenerbahçe’yle. Fikstür de çok kötü. Oynamayınca yenilgiye sevinecek kadar alçak olduğum günler. Başkalarının mutsuzluğundan kendine mutluluk çıkardıkça mutlu olmanın imkânı yok. Antrenmanlara çıkmak işkence geliyor. Sisifos gibiyim. Oynamayacağıma kendimi inandırmışım. En yükseğe kadar çıkarabilsem de kayayı, hoca tekrar aşağıya yuvarlayacak, “Haydi tekrar taşı” diyecek. Hoş, benim de öyle bir çabam yok.

Salı akşamları oluyor yönetim kurulu toplantısı. Ortalık kaynıyor. Hocayı yollamışlar, hoca bırakmış, kendi gitmiş. Bu çok önemlidir aşağılık kompleksi olan toplumlarda. Sonucunda hoca gitmiş, ama yetmez. Sevmeyenleri kovulduğunu bilmek ister, sevenleri için kendi bırakmıştır. Ne olacak adam gitmiş işte.

Fenerbahçe maçı cumartesi günü. Tek kanallı zamanların sonları. Maçı TRT 1 veriyor. İçimde kıpırtılar. Takım bizim yardımcı hocaya kaldı, oynatır mı acaba? Ama yürümeyi unuttuğumu o da bilmiyor mu? İki idman yapacak, maça kadar zaman da yok ki. Çarşamba, perşembe, cumayı sayma, cumartesi maç... İki günde mi toparlayacaksın? Ne oldu, birden oynamak mı istedi canın? İş başka dostluk başka, oynamazsan yıkılma, hazırla kendini. En azından konuşur; “Ama oğlum, bak gerçekten kötüsün, 90 dakika oynayacak durumun yok, ikinci yarı olabilir, hazır tut kendini” dese yeter. Bu sevgi mi lan, dostluk mu, ticaret mi? Neden bekliyorsun böyle bir açıklamayı sahtekâr? Odasında sana sırrını verdi diye mi? Viski içip Ahmet Kaya dinledin diye mi?

Çarşamba idmanına çıkıyoruz. Hoca takımı toplamış, orta sahada durumu açıklıyor: “Bu hafta sorumlu benim, herkes oynayacakmış gibi hazırlasın kendini.” Perşembe günkü idmanda çift kale yaptırıyor. Maçta oynatmayı düşündüğü on birde oynatıyor beni kısa bir süre. Umutlanıyorum. Cuma son antrenmandan sonra “Seninle başlayacağım, hazırla kendini” diyor. Kayırdığından değil, sezon başından beri denenmemiş bir oyuncu olduğumdan. Elinde fazla silah yok. Başkası da olsa aynı şeyi yapardı, bir torpil yok yani.

Karşılaşma gecesi uyumakta zorlanıyorum. Maç başlamış beynimin içinde. Hocayı mahcup etmeyeceğim, bundan o kadar eminim, gel gör ki sebebini açıklayamıyorum. Maçı televizyon veriyor. Ben de anneme, sevdiceğime bir hediye vereceğim en güzelinden.

En çok dayımı düşünerek motive ediyorum kendimi. Darbeden bu yana cezaevinde. Dile kolay on yıl olmuş. Mamak cehennemimden sağ çıkmış. Bir maçta tribünler kudurmuş bağırıyor: “Burası bilmem ne, buradan çıkış yok!” Kulübedeyim, takım mağlup durumda, seyirci rakibi baskı altına almak istiyor. Hafif bir tebessüm etmişim. Bana takık bir genel kaptan var (hâlâ futbol şubesi diye bir terim girmemiş sözlüğümüze), yakalamış beni, ne yaptıysam. “Neden gülüyorsun?” diye sorguya çekiyor. “Sen Mamak neresi bilir misin? Benim dayım oradan sağ çıktı, işkencelerinden, hücrelerinden, açlık grevlerinden... O aklıma gelince, ‘Buradan çıkış yok!’ tehdidi hafif kaldı, ondan güldüm” demiyorum. Sağ çıkamayan canlar için, dayım için, bu maçta her şeyi yapmalıyım. Öylesine yürekten istiyorum.

Açık görüş başlamıştı, ben de gitmiştim. İçeri sokacaklar mı bilmiyoruz, tereddüt içindeyiz. Soyadım tutmuyor. Oradaki sorumlunun dudakları arasında kaderim. Neyse, vurdular damgayı da girdim cezaevine. Korkunç bir duygu. Sen o birkaç saati düşünüyorsun, nasıl geçecek diye kendinden utanarak. “Mamak’tan sonra beş yıldızlı otel” diyor dayım. Senelerce hücrede kalmış karşıt görüşlü biriyle. Darbeciler barıştıracaklar ya faşistlerle komünistleri... O günlerden sonra Çanakkale beş yıldızlı otel gibi geliyor. Kaldığı, yemek yediği, televizyon izlediği yeri görmüşüm, gizli şarabı nasıl yaptıklarını dinlemişim, volta yerinde maç yapmışım arkadaşlarıyla.

Şimdi maçımı seyredecekler; hep beraber, merakla, heyecanla... Onlara bir mutluluk yaşatamazsam yazıklar olsun bana. Formsuzum, yürüyecek halim yok, sezon başından beri bir dakika oynamamışım… Ne gam!

Sıkıntı bir değil ki; takımda bir de 11 numara krizi çıkmış, kimse bu numarayı giymek istemiyor. Kim giyerse bir hafta sonra takımda olmuyor. Ya kart görüyor, ya çok kötü oynuyor, mutlaka bir olumsuzluk yaşıyor ve oynayamıyor bir hafta sonra. Uğursuz işte. Şimdiki gibi serbestlik yok forma numaralarında. Kaleci 1, sağ bek 2 diye 11’e kadar numaralar. Hoca yanına çağırıyor, kadroyu açıklamadan önce “11’i sen giyeceksin, bir tek sen kafana takmazsın” diye gazı da veriyor. “En sevdiğim numara,” diyorum, “Merak etme gereğini yapacağım, bir daha da kimse benden alamayacak.”

Gerçekten de çok seviyorum o numarayı. Aşık olduğum bir oyuncu yüzünden: Rensenbrink. 1978 Dünya Kupası final maçında son dakikalarda topu direkten dönmüş ve kupayı cuntacıların idare ettiği Arjantin kazanmıştı. Nasıl üzülmüştüm. Ne garip, şimdi kendi ülkemde bir maça çıkarken kendimi bizim darbecilere karşı motive ediyorum dayım üzerinden. Maç gecesi, gol sevinci provası bile yapıyorum: Kameraya doğru koşacağım, dayıma selam çakacağım!

Kadroyu açıklıyor hoca. 11 benim. Takımdakiler hafif müstehzi, hafif acıyarak bakıyorlar, kurban sensin misali. Maç taktiğini veriyor hoca. Fener’in orta sahasında çok büyük bir oyuncu var (mütevazı bile olamayacak kadar ünlü olan), ülkenin en iyi orta sahası, “Onunla oynayacaksın” diyor. Sonra ekliyor: “Ama sadece top onlardayken onunla oynayacaksın, top bizdeyken bırak o seni düşünsün, sen de o kadar yeteneklisin.”

Tüylerim diken diken oluyor, futbol hayatım boyunca duyduğum en güzel sözler bunlar. Isınma sonrası masör yanıma geliyor “Çakayım mı iğneyi?” diye soruyor. “İstemem, her şey temiz olmalı, yeterince doping aldım” diyorum. Maç başlıyor, top göstermiyorlar bize. Ortada sıçana döndürdüler oyunu. 16.dakikada 2–0 oldu. Sonrasını bilmiyorum. Hatırladığım; bizim kaleci degaj yapıyor, sol bekleri uzaklaştırıyor, top bende kalıyor, orta sahanın az ilerisindeyim, dripling yapıyorum kaleye doğru, liberoları kararsız, bir üstüme gelmek istiyor, sonra vazgeçiyor, geri geri kalesine doğru çekiliyor, cuntacılara benzetiyorum onu ama silah şimdi benim ayağımda, üstüne üstüne gidiyorum, on sekizin oralarda üstüme çıkmaya karar veriyor, geç kaldın yavrum, ben tetiğe bastım çoktan, top ayaktan çıktı, hedefe doğru, dünyanın en iyi kalecisi varmış, Almanmış, devmiş, fark etmez, kodlanmışım, bu golü atacağım, kimse engelleyemez!

Müthiş yaylanarak uçuyor, çıkaracağından emin. Top öyle bir yere gidiyor ki şansı yok. Gol şaşırtıyor beni, kameranın olduğu yere değil de ters yöne koşmaya başlıyorum. Hemen farkına varıp geri dönüyorum. Ama Çanakkale Yarı Açık Cezaevi’ndekilere ve dayıma selamı yollayamadan yakalanıyorum arkadaşlarıma. Olsun, kendimce selamı çakıyorum.

İkinci yarı cunta devreye giriyor. Sağ bekleri ceza sahasında beni tekmeyle katlediyor. Maçı çakar çakmaz çakan çakmak yönetiyor, hani şimdi atıp tutuyorlar ya onlardan. “Oynayın” diyor, bir şey yok. Arkasından nizami bir golümüzü de iptal ediyor. Arkasından bir kırmızı kart. “Haddinizi bilin, kiminle oynuyorsunuz” der gibi, kıyıyor bize. Ona rağmen beraberliği yakalıyoruz. Sonlara doğru şimdinin hakemlerden yana çok dertli teknik direktörü, o zamanın büyük golcüsü, sonucu belirleyen golü atıyor ve kaybediyoruz.

Olsun, hak edilmiş küçücük bir mutluluk bana yetiyor. Hocamı, dayımı, sevdiklerimi bir an mutlu ettim ya, ölsem gam yemem. Bir tabuyu yıkmış olmanın huzuru da cabası. Uğursuz numaraymış, bir giyen bir daha giyemezmiş, siz hâlâ böyle batıl inançlarla yaşayın. Hangi çağda yaşıyorsunuz. Tapulu malım oldu artık forma bir sezon.

Haftanın ilk antrenmanında, bir yan topta kalecimizle öyle bir çarpışıyoruz ki gözlerimden yaş geliyor acıdan. Yere düşüyorum, sol ayağım sanki kesiyorlarmışcasına ağrıyor. Cumartesi maçta golü attığım ayak. Beynimde şimşekler çakıyor, ürperiyorum. 11 numarayı ben de mi giyemeyeceğim hafta sonu? Hafta sonunu bırak, sezonu kapıyorum. 11 numaranın gazabı sürüyor.

Socrates Dergi