
Umut
15 dk
Ankaragücü ile adım attığı profesyonel futbol kariyerinde yolu Beşiktaş’a kadar uzanan Umut Nayir, akademik hayatıyla da pek çok sporcudan ayrışıyor. Şimdilerde Hajduk Split’le Avrupa macerasına atılan golcüyle bir araya geldik.
Türkiye'de sadece futbol için değil, ister spor ister sanat olsun, profesyonel olarak ilerlemek istediğiniz alanın beraberinde eğitimi sürdürebilmek pek kolay değil. En nihayetinde mutlaka bir yol ayrımı olacaktır. Umut Nayir ise istisnalardan biri. Ankara'dan Hırvatistan'a uzanan futbol kariyerinin yanında eğitimini de bir şekilde devam ettiriyor. Umut'la Zoom'da buluştuk, futbola adım atışından okul seçimine, basketbol sevgisinden gelecek planlarına kadar birçok konuyu konuştuk. Şimdi, söz onda...
Bir yerde Hırvatistan'daki antrenman temposunun Türkiye'ye göre daha yoğun olduğunu söylemiştin. Alışabildin mi buna?
Antrenman temposunu ne kadar yukarıya çekip maç temposuna yaklaştırırsanız o kadar değerli olur. Dolayısıyla Hırvatistan'daki yöntemin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Tabii ülkemizde takımların yaş ortalaması yüksek olduğu için bu tempoya şartlar el vermiyor, fiziksel güç biraz daha maça saklanıyor, antrenörler de bunu gözetiyor. Mesela Türkiye'deyken her idman sonrası GPS verileri kontrol edilir ve değerlere bakılırdı. O değerlerde hep ilk üçte yer alırdım ancak buraya geldikten sonra ilk 1.5 ayda zorlandım. Antrenmanları nefes nefese bitirdiğimi hatırlıyorum. Şu anda adapte oldum ve çok keyif alıyorum. Her idman neredeyse maç temposunda olduğundan doksan dakikayı hiç zorlanmadan oynayabiliyorsunuz. O yüzden bu metot Hajduk Split gibi çok fazla genç oyuncunun olduğu bir takımda oldukça değerli.
İki ligin benzerlikleri ve farkları neler?
Hırvatistan'da daha genç, altyapıdan yetişmiş oyunculara yöneliyor kulüpler. Gelişme aşamasında olduklarından kalite olarak aşağıdalar ancak burada da fiziksel mücadele ön planda. Genel ortalamada Türk takımları yukarıda fakat Hırvatistan'da da Dinamo, Rijeka gibi takımlar Avrupa'da temsilcilerimizle eşleştiklerinde zorluk çıkardılar, hatta eledikleri oldu. En üst seviye takımları bizden bir adım önde, alt seviye takımları bizden bir adım geride şeklinde düşünebiliriz. Genelde Türkiye Ligi üstünlük sağlar ancak bizim ülkemizde futbola harcanan para ve tesisleşme yaratıyor bu farkı...
Hikâyeyi başa saralım. 16-17 yaşlarında futbola başladın. Sporcu alışkanlıklarını kazanmakta sorun yaşadın mı?
Daniel Coyle'un '10 Bin Saat Teorisi'nden bahsettiği Yeteneğin Şifresi adlı bir kitabı var. Yeteneğin doğuştan gelmediğini, çocukluktan itibaren yaptığımız hareketlerle kazanıldığını iddia eden bir teori. Futbola 7-8 yaşlarında başlayan bir çocuğun topla ilişkisini, yaptığı fiziksel, koordinasyon çalışmalarını ve bunu 16-17 yaşına kadar sürdürdüğünü düşün. Bense 17 yaşındayım, belki o yaşıma kadar sokakta ya da okulda topla bir ilişki içinde olmuşum ama profesyonel manada bir kazancım yok. O yaşlarda bu tekniği kazanmaya çalıştığında da pek kolay olmuyor. İlk başladığım zamanlarda hızlı olduğumu hatırlıyorum. Ancak forvette oynuyorum ve boyum da uzun olduğundan içimi doldurmam, stoperlerle olan mücadelelerimde daha kuvvetli olmam gerek. Fiziksel kuvvet kazanmaya çalıştığım dönemde koordinasyon açısından zorlanmıştım mesela. Çünkü kütle kazandıkça hareket kabiliyetim azalıyordu ve benim de bu kütleye uyum sağlamam elzemdi. Antrenman yaşım da küçük olunca bu durum beni etkilemişti. Ancak şu var ki yaşıtlarım 100 metrelik bir yarışı yarılamış olsa da yaptığım çalışmalarla, sarf ettiğim eforla birçoğunu yakaladığımı ve geçtiğimi düşünüyorum. 28 yaşındayım, profesyonellikte geçirdiğim on seneye bakacak olursam kat ettiğim yoldan oldukça memnunum.
Hayatında futbol var belki ama üniversite çağının gelmesiyle birlikte hukuk fakültesi öğrenciliğin de başlıyor… Ankara Hukuk dönemini anlatır mısın?
Lise ikinci sınıfta alanım sayısaldı ancak sözel derslere de ilgim vardı. Eşit ağırlık alanına geçince ilk gözüme çarpan seçenek hukuktu. Kuzenimin de bu seçimde etkisi var, o da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. Lise üçüncü sınıfla birlikte amatör kümede futbol oynayınca çevremdekiler "Dikkat et, notların düşüyor" gibi telkinlerde bulunuyordu. Haftada altı gün dersanem varsa antrenmanlar ve maçlar dolayısıyla iki ya da üç gün gidebiliyordum. Ama ben nerden geldiğini bilmediğim bir şekilde rahattım ve iyi bir yeri de kazandım. Hoş, annem daha iyisini yapabileceğimi düşündüğünden çok sevinmedi ancak kazandığım yer de birçok insanın hayallerini süslüyordu. Hukuk fakültesinde devam zorunluluğu olmadığından Ankaragücü altyapısında olduğum dönem antrenmanlarla dersler çakışıyorsa derslere gitmiyordum. Fakat sınav dönemleri zorluyordu. Ocak ayında vizeler, haziran gibi finaller oluyordu. Kamp dönemi, hangi vize için izin alabilirim ki? "Hadi vizelere girmeyeyim" desen finalden iyi bir not alman şart. Yani esas sıkıntı derse çalışamamak değil sınava girememekti. Ama okuduğum alandan çok memnunum.
Değer Katmak
Sporculara, sanatçılara o kadar çok anlam yükleniyor ki... Bir sporcuyu, tanınmayan birinden ayıran en büyük şey muhtemelen kazandığı paradır ancak yüklenen anlam bunun çok ötesinde. Ben de madem popüleriz ve bize farklı anlamlar yükleniyor, değer katma diye bahsettiğim şeyi elimden geldiğince yapayım dedim. Common Goal, Juan Mata öncülüğünde başladığında ben de o dönem çalıştığım danışmanlık şirketi aracılığıyla kendilerine e-mail attım. Hangi alanda katkı vermek istediğimi sorduklarında eğitimi seçtim. Filistin'deki çocuklar için eğitim eşitliğini amaçlayan insanlara bir yardımda bulundum. Bir popülerliğim varsa bunu bir şeylere değer katmak için kullanırsam anlam ifade eder. Kanserli Çocuklara Umut Vakfı ile bir birlikteliğimiz olmuştu mesela. Benim katkımla belki bu meseleyi iki farklı insan daha fark etti, belki birinin hayatı kurtuldu… Kızlar Sahada projesi de aynı şekilde. Amacım, farkındalık yaratılması gereken çeşitli alanlarda bir şeyler yapmak.
Beşiktaş'a geçiş sürecin nasıl oldu? Türkiye'de futbolcu olmak baskıyı da beraberinde getiriyor, hele ki üç büyük takımdan birinde forvetsen...
Osmanlıspor oyuncusuyken TFF talimatlarındaki bir maddeye dayanarak sözleşmemi tek taraflı feshettim, bir tazminat durumu ortaya çıktı. Ya Osmanlıspor'la bire bir görüşüp anlaşmaya gidecektim ya da çeşitli kriterlere göre belirlenen tazminatı ödeyecektim. Ankaragücü'nde kiralık oynadığım sezon Süper Lig'e çıktık ve Osmanlıspor da aynı sezon Süper Lig'den düşmüştü. Ben 1. Lig'de oynamak istemiyorken iki sezondur farklı vaatlerle 1. Lig'e kiralanıyor ve kiralandığım takımla Süper Lig'e çıkıyordum, Ankaragücü öncesinde de Göztepe ile bu başarıyı elde etmiştim. Görüşmeler neticesinde transferim için 2 milyon Euro gibi absürt bir bonservis bedeli istediklerini ilettiler.
Tamam, alt ligde iki sezonda 35 gol atmıştım ama bu bonservis bedeli de Türk takımlarının mevcut ekonomik durumları itibarıyla pek vereceği bir para da değildi. Söz konusu tazminatı farklı kriterleri ele alarak hesapladığımızda ise 400-500 bin euro bandında bir miktar ortaya çıkıyordu, ben de bu riski göze aldım. Sözleşmem feshedildikten sonra 18 kulübün 17'sinden telefon geldi. Beşiktaş tarafında da Şenol Güneş, Ali Naibi ve Umut Güner'le görüştüm. Şenol Hoca "Bu tazminat meselesi çözülür, ardından takıma katılırsın" demişti. İlk kamp geçti, ikinci kamp geçti, Beşiktaş'ın Avrupa Ligi ön eleme maçları oynandı ve ben transfer sezonunun bitimine iki hafta kala takıma katılabildim. Takıma yeni bir transfer olarak katılmamışım da arafta kalmışım gibiydi resmen. O dönem Vagner Love, Alvaro Negredo ve Mustafa Pektemek'le yolları ayırmayı düşünüyordu Beşiktaş. Şenol Hoca'nın hedefi Cyle Larin'in yanında bir ana forvet almak, beni de forvet rotasyonunun üçüncü ismi yapmaktı. Ancak süreç tam tersi yönde işledi ve o üçlüden kimse takımdan ayrılmadı.
Şenol Hoca, oynayabileceğim bir takıma kiralık gitmemin benim için daha iyi olacağını söyledi. Akabinde Bursaspor serüvenim başladı, sanki Beşiktaş'a hiç transfer olmadan Bursaspor'a geçmişim gibiydi. Dolayısıyla benim Beşiktaş'a katılışım sonraki sezona, Abdullah Avcı'nın geldiği döneme tekabül ediyor. Başakşehir'deyken de beni istediğini bildiğimden o dönemin çok daha iyi geçeceğini hissediyordum. Sezon başlayınca belki az süre aldım ancak kendimi geliştirdim, formayı giydiğimde skor yaptım… Ama dediğin gibi, Türkiye ikliminde büyük takımdaysan, forvetsen ve özellikle Türk bir futbolcuysan bir gol atınca övgü alırsın, golü kaçırdıktan sonra ise iki katı yergi alırsın. Burada işin psikolojik tarafını yönetmek mühimdi ancak ben bu açıdan sorun yaşamadım. Tabii burada sosyal medyada paylaşılan Beşiktaş formalı küçüklük fotoğraflarım da etkili oldu, "Bizden biri" dendi. Ama ben hiç öyle bir algı oluşsun istemedim. Zira o formaya layıksam performansımla layık olayım diye düşündüm hep, Beşiktaşlılığımla değil. Nitekim önyargıları da kırdığımı düşünüyorum, pozitif geri dönüşler aldım. Geçen süreçten ötürü memnunum açıkçası, bir pişmanlığım yok.

"O formaya lakyıksam performansımla layık olmayım diye düşündüm hep, Beşiktaşlılığımla değil."
Tahmin ediyorum ki Beşiktaş'ta senin için en özel an Galatasaray karşısında galibiyeti getiren golün. O güne dair aklında kalanlar neler?
Galatasaray maçına kadar ligde hiç ilk 11'de yer almamıştım. O maçtan önceki hafta da Ankaragücü deplasmanındaydık, oyuna sonradan girmiştim ve rakip taraftarlar çok tepki göstermişti bana. Maç da berabere bitince hayal kırıklığı yaşamıştım. Derbi haftası geldiğinde bir belirsizlik vardı ki Abdullah Avcı yönetiminde böyle şeyler genelde olmaz. Üç-dört mevkide soru işareti vardı, Ankaragücü maçında Burak Abi (Yılmaz) sakatlanmıştı. Hoca, Güven Yalçın'ı denedi, beni denedi, birkaç farklı opsiyona baktı ancak yine de belli olan bir şey yoktu. Maç toplantısında ilk 11 açıklanırken de slaytta kaleciden itibaren her oyuncu teker teker ekrana gelirdi. Ben de forvetim, en sona kadar bekliyorum. En nihayetinde kendimi görünce içten bir patlama yaşadım ancak toplantıdayım, mimiklerime yansıtamıyorum bunu...
Stada gelip ısınmaya çıktığımız anda yaşadıklarımsa gerçekten anlatılamaz. Hıncahınç dolu bir stadyum, ismini çağırıyorlar, kendini alkışlatmaya çıkıyorsun falan… Çocukluğumda derbileri izlerken çok heyecanlanırdım ancak maç başladığında hiç de öyle bir şey olmadı bende. Sanki hep bu ânı bekliyormuşum gibi… Yine çocukluğumuzda derbiye çıkmayı, maçı kazandıran golü atmayı hayal ederiz ya, bu hayali kurarken dahi mutluyuzdur. Galatasaray'a golü attım mesela ama bilmiyorum, o an idrak edemeyişimden kaynaklı olmalı ki hayal ettiğim mutluluğu yaşamadım. Ama daha sakin bir kafayla bakınca gururlanıyor ve mutlu oluyorsun.
Beşiktaş'ta kadro dışı kalma ve Hajduk'a geçiş sürecinden bahsedebilir misin? O dönem "Aslında insanı en çok acıtan şey hayal kırıklıkları değil; yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır" alıntısını paylaşmıştın Dostoyevski'den...
Bu söz aslında o dönemki ruh halimi yansıtıyor. Geçen sezonu nasıl bitirdiğimiz belli değil, sezonun son bir ayı forma giymedim koronavirüsten ötürü. Sergen Yalçın geldikten sonra kısa bir süre birlikte çalışabildik yani. Yeni sezon başladığında da PAOK'la Avrupa Ligi ön eleme maçı vardı, sonradan oyuna girdim ve fena da iş yapmadım. Lig maçlarında da hamle oyuncusu olarak oyuna dahil oldum. O dönemler Hajduk Split başta olmak üzere birkaç kulüpten teklif vardı ancak Beşiktaş'taki rolümün artacağını düşündüğümden iyi bir sezon daha geçirerek üzerine koyarım diyordum. Fakat Rio Ave maçıyla beraber ilginç bir süreç başladı. Kadro dışı değildim ancak maç kadrosunda yer almıyordum. Sergen Hoca da koronavirüsten ötürü izolasyondaydı. Yardımcı antrenörlerle görüştüğümde bir problem olmadığını iletmişlerdi bana. Rio Ave maçı neticesinde elendik, peşine Konyaspor maçı vardı ve açıklanan kamp kadrosunda yine adım yoktu.
Konyaspor maçının sabahında ise bir yöneticiden telefon aldım. "Sergen Hoca'nın raporu doğrultusunda sen ve Jeremain Lens kadroda düşünülmüyorsunuz. Bundan sonra A takımla idmanlara çıkmayacaksınız, kendinize takım bulursanız iyi olur" gibi bir konuşma geçti. Bir şeyler verebileceğine inanıyorsun ve transferin son üç günü kadro dışı kalınca elin kolun bağlanmış oluyor. Yüzüne söylenmeden böyle bir kararla karşılaşıyorsun. Ama geriye dönüp baktığımda benim için de iyi olmuş diyebilirim, hep ötelediğim Avrupa defterini açmış oldum. Son üç gün Türkiye'den gelen sekiz-dokuz teklifi reddettim çünkü aynı ortamda kalmak istemiyordum. En somut teklifler Zulte Waregem ve Hajduk Split'ten geldi, Hajduk'u tercih ettim. Dediğim gibi, tekrar baktığımda bir hayal kırıklığı olabilir ama mevcut durumun benim için daha iyi olduğunu söyleyebilirim.
Elbette verilen karara saygı duyuyorsun, sonuçta bizim işimiz tercih işi. Ayrıldığım zaman verdiğim röportajda da demiştim, niyetim kaos çıkarmak ya da gündem olmak değil. Sadece içimden geçen duygular biraz hayal kırıklığına yönelikti. Beşiktaş'ı hâlâ izliyor ve destekliyorum ancak sürecin pek doğru yönetilmediği kanaatindeyim.
Amin Maalouf
Açıkçası "Şu kitap iyi, bu kitap güzel" demekten biraz imtina ediyorum zira kitap gerçekten yaşayarak öğrenilen bir şey. Dolayısıyla insanların kitapları kendilerinin keşfetmesini daha doğru buluyorum. Mesela ben zamanla felsefeye ve denemeye ilgim olduğunu fark ettim. Eleştiri yazıları keza… Örneğin Amin Maalouf benim için çok fazla şey ifade ediyor. Hem doğduğu yer olan Lübnan'ı hem de yaşadığı yer olan Fransa'yı anlatıyor ki şu sıralar Doğu'dan Uzakta'ya başladım, tavsiye ederim.
Geleceğe dair kafanda ne var, Avrupa'da devam mı etmek istiyorsun?
Şu anda Hajduk Split'te kiralık olarak oynuyorum ancak takımımın opsiyonu da mevcut. Her şey sezon sonu belli olur tabii ki ama hedefim Avrupa'da devam etmek. Türkiye'deki ortam için zehirli ifadesini kullanmak istemem fakat pek de birbirimize iyi gelmiyoruz gibi. Değer katmaya çalışan birileri yok, tam aksine sürekli bir satış stratejisi var, popüler bir şey üzerinden gündem olmaya çalışmak var… Sahadan çok uzaklaşıyoruz. Futbolcusundan yorumcusuna, hocasından yöneticisine hepsi aynı kafada olduğu için pek memnun değilim.
Saha demişken… Twitter'da yaptığın bir paylaşım aracılığıyla bir scouting ekibiyle çalıştığını ve onlardan kendin için aksiyon değerlendirme raporu aldığını gördüm. Ne zamandır performansını raporlandırıyorsun?
İvan Kile önderliğinde değerli bir ekiple çalışıyorum. Raporu şöyle izah edeyim: Oyunda kaleciden başlayıp hücuma varana dek sürekli bir aksiyon oluyor, bu aksiyonu rakip kaleye yaklaştırdıkça gol olma ihtimali artıyor. Sen de bu aksiyonun gol olma ihtimalini artırıyorsan artı bir değer, tersi durumda da eksi bir değer kazanıyorsun. Bunların toplamından bir puan elde ediliyor fakat metrikler sürekli değişiyor, hesaplamada güncellemeler yapılıyor. Geçtiğimiz günlerde de bir toplantımız olmuştu Futbol Akademi Scouting ekibiyle, bu sezon daha fazla eğiliyorum işin bu tarafına.
Değer katma dediğim de buydu: Dünya, futbolun çok küçük ayrıntılarla kazanıldığının farkında. Genelgeçer 4-4-2, 4-3-3 gibi sistemlerin ötesinde farklı şeyler dönüyor. Oyunun topsuz alanında, taktiksel manada çok yenilik var. O yüzden de işin taktik kısmında bireysel olarak neredeyim, bunu öğrenmek için bir ekiple çalışıyorum. Maç içinde fark etmediğim şeyleri bu sayede görebiliyorum. "Burada şu şansın vardı, şurada şu pası verseydin çok daha iyi bir aksiyon elde edebilirdin" gibi…
Sosyal medyanın taraftar-sporcu ilişkisini etkilediğini düşünüyor musun? Adam Silver, NBA'in genç yıldızlarının daha mutsuz olduğunu söylüyor mesela.
Kesinlikle etkiliyor. Türkiye'de iş biraz daha zor. "Biri benim lehime bir şey söylüyorsa söylesin, aksi bir şeyse sussun. İşine baksın" gibi bir anlayış var. Bir sporcunun attığı tweet'e yanıt olarak mesela bir kasap "İşine bak" diyor ama onun hesabına baktığın zaman o da her konuda bir şekilde fikrini beyan etmiş. O uzman olmadığı bir alanda yazabiliyorken ben sırf sporcu olduğum için mi fikirlerimi sakınacağım?
Ama bu insanların şahsi meselesi olduğundan tercihin onlara bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Fikrim buysa beyan da edebilirim, etmeyebilirim de. Görüyorsundur, "Şu konu hakkında yazmıştın, neden bunu yazmadın?" tepkilerini. Yazsan da dert yazmasan da… Genç oyuncuların hem psikolojik destek hem de sosyal medya kullanımı konusunda eğitim almaları gerek bu yüzden. Kendi açımdan sorunum yok, fikirlerimi beyan ettiğim için memnunum ancak büyük çoğunluğun temkinli olduğu, dolayısıyla mutsuzluk yaşattığı da bir gerçek.

"Hedefim Avrupa'da devam etmek. Türkiye'deki ortam için zehirli ifadesini kullanmak istemem fakat pek de birbirimize iyi gelmiyoruz gibi.."
Hem hukukçu hem de bir sporcu olarak ifade özgürlüğünün sınırlandırıldığını düşünüyor musun? Boğaziçi protestoları hakkındaki tweetin hâlâ güncel...
Az çok görüşüm tahmin ediliyordur, insanların düşüncelerini dile getirebilmesi taraftarıyım. Ama şöyle de bir durum var: Mesela bir kesimin hoşuna gidecek bir şeyler yazıyorsun ve "Senden de bu beklenirdi" gibi övgüler alıyorsun. Sonra o kesimi hedef almayan ancak onların düşündüğünün aksi yönünde bir şeyler yazdığında da "İşine bak, topunu oyna" gibi yanıtlara geliyor. Kısacası, insanlar duymak istediklerini söylemeni istiyorlar. Sevdikleri şeyi söylersen, bunu ifade etmeni isterler.
Şu kaygıyı anlıyorum: Sporcular, sanatçılar, siyasetçiler gibi büyük kesimlere hitap edenler insanları yanlış şeylere yönlendirebilirler ancak yaşanan olaylar hakkında düşündüklerini yazamamak doğrudan özgürlüğe zarar veriyor. Mesela ben futbola dair meselelerde de çoğu görüşe saygı duymuyorum. Hani derler ya "Beğenmiyorsan dahi saygı duymak zorundasın" diye… Aslında saygı da duymuyorum ancak saygısızlık etmiyorum. Çünkü biri çıkıp hiçbir fikri olmadan, tamamen yalana dayanarak seni eleştirebiliyor. Bunun saygı duyulacak bir tarafı yok. Ama tüm bunlara rağmen insanların ifade özgürlüğünün korunması gerektiğini düşünüyorum. Zira ülkemizde bunun tam aksi yönünde ilerliyor durumdayız.
Hoş, şu da var: ABD'de önceki seçimlerde LeBron James, Hillary Clinton'ı desteklediğini bir mitingde belirtmişti. Ülkemizde referandum döneminde ise bazı futbolcular "Güçlü bir Türkiye için…" diyerek propaganda yaptığında tepki görmüştü. A Partisi, B Partisi, C Partisi… Bu beni bağlayan bir şey değil, o insanın fikri. Ancak ifade özgürlüğünü savunan insanlar karşı kesimden birine "Ya sen bunu nasıl söylersin" tepkisini gösterebiliyor. Tutarsızlık yani bu da...
Saha dışından devam edelim. "Futbolcu ya da avukat Umut değil, Umut olarak hatırlanmak istiyorum" sözünü hatırlatacak olursam ne söylersin?
İnsanların bana dair yaptığı olumlu ya da olumsuz tanımlar hiç umrumda değil demek istemiştim. O tanımlamalar beni o şekle sokmuyor çünkü. Benim önemsediğim şey kendimi nasıl tanımladığım, nasıl bir Umut olmak istediğim… Hep buna odaklandığımdan Beşiktaşlı Umut'a veya bir başka sıfata saklanmadım, hep kendimi doldurmaya çalışıyorum. Einstein "Herkes farklı konuda cahildir" demiş ya, ben de cahil olduğum konularda kendimi geliştirmeye bakıyorum. O yüzden mesleklerle ya da sıfatlarla uğraşmadan insan olan Umut'un altını doldurmaya çabalıyorum.
Profesyonel futbol kariyerinin sonrası için neler planlıyorsun?
Ülkemiz uzun vadeli planlar için uygun bir yer değil. Özellikle futbolda plan ve proje zor, çok fazla değişken var. Beş senelik bir planla gelen bir antrenör veya yönetici, altı ay sonra takımdan ayrılabiliyor. Ancak kabataslak çizdiğim bir şeyler de var. Tabii ki futbol kariyerimi tamamlamak en önde geliyor ama bu süreçte lisans eğitimimi de bitirmek istiyorum. Futbol kariyerim sonrası spor hukukunda uzmanlaşmak var aklımda. Çeşitli sertifika programlarıyla, seminerlerle…
İşin teknik ve taktik kısmına kafa yoran biriyim, teknik direktörlükle ilgilenmemi önerenler de var ancak birbirinden ayrı otuz kişiyi yönetmek pek kolay değil. Esas hayalimse sportif direktörlük. Bir kulübün plan ve projeleri, saha içi ve dışı yetkilendirmeleri açısından hem saha içi deneyimim hem de hukuksal bilgim var. Lakin bizdeki sportif direktörlük algısı bile teknik direktörün kuyusunu kazan, onun yerine geçmeyi hedefleyen biri şeklinde. Bu algının değişmesi belki uzun zaman alacak ama önümde de uzun bir yol var.
Fanatik
Basketbola büyük ilgim var. Bazen düşünmüyor değilim, basketbolda ilerleseydim ne olurdu diye… Çocukken şanslıyım ki her iki spor için de parmakla gösterilirdim. Ama neticede basketbolu her yerde oynayamıyorsun, olanaklar kısıtlı. Futbola evimizin yakınındaki bir amatör küme takımında başladım. Ancak hâlâ gerek NBA'i gerek EuroLeague'i takip ediyorum. İnsanlara kızarım genelde fanatizmden ötürü ama ben büyük bir LeBron James hayranıyım, biraz bu açıdan kendimle çelişiyor olabilirim. Çaylak sezonundan itibaren sürekli üzerine koyarak gitmesi çok hoşuma gidiyor. Ondan önce de Allen Iverson'ın özellikle 2001'de Philadelphia 76ers'ı o kadroyla finale çıkarması beni çok etkilemişti açıkçası. Aykırı bir stili de vardı…