Zaman Makinesi

11 dk

Bundan 13 yıl önce yakın tarihin en görkemli zaferlerinden birine imza atan Dallas Mavericks takımını hatırlıyor musunuz? Bazılarımız unutamıyor.

Beşinci maçta gelen zafer, patlayan flaşlar, saha içi koltukların hemen önüne çekilen şeritler, tribünlerden gelen zafer nidaları, ardı arkası kesilmeyen kutlamalar ve NBA Finalleri… Dallas Mavericks, muazzam bir play-off yolculuğunun ardından kendisini finallere attı ve haziran ayında parkeye çıkan iki takımdan biri olma şansına erişti. Bu pek çok açıdan yıllar sonra dahi hatırlanacak, uzun soluklu bir maceranın ta kendisi. Maçın ardından kendisine uzatılan mikrofonlara konuşan Jason Kidd de ilk olarak bunun uzun bir yolculuk olduğunun altını çiziyor ve sabırdan bahsediyor: “Sabır bu oyunu hem çok güzel hem de çok acımasız kılabiliyor. Şu anda ânın tadını çıkarıyoruz ama dört maç daha kazanmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor.”

İlginç olan bu cümleleri kuran kişinin Dallas Mavericks Başantrenörü Jason Kidd değil, oyun kurucu Jason Kidd olmasıydı. 37 yaşındaki yıldız, Dallas Mavericks’in 2011’de Oklahoma City Thunder’ı 4-1’le geçtiği serinin beşinci maçında 10 asistle oynamış; takımının beş yıl sonra finallere dönmesinin en önemli aktörlerinden biri olmuştu. 13 yıl sonra yine aynı yerdeyiz. Yani en azından ben hâlâ aynı yerdeyim.

11

Basketbol, futbolun aksine sürprizlere açık bir oyun değil. Esasında burada ne Leicester City'nin başardığı peri masalı mümkün ne de Barcelona deplasmanında yüzde 11'le topa sahip olan Celtic’in parkeden zaferle ayrılması. Çok büyük oranda güçlü olanın kendisinden daha güçsüz durumdaki rakibini mağlup ettiği bir oyun basketbol. Hele ki işler yedi maçlık seriler üzerinden oynanacaksa günlük performanslarla hanenize yalnızca bir galibiyet ekleyebiliyorsunuz. Gerisi normal şartlar altında ne kadar iyi olduğunuz, rakibinizi ne kadar kısıtlayabildiğinizle alakalı. Neticede burada “Çok kötü top oynadılar ama finale kadar geldiler” gibi bir cümle duyamazsınız. “Yeteri kadar oynamak” veya “Topun gerisine geçip beklemek” gibi tabirler de yoktur bu oyunun doğasında. 2011 Dallas Mavericks takımı belki bir Leicester City değildi. Dakika başına 1,84 pas yaparak Camp Nou’dan 2-1’lik galibiyetle ayrılan Celtic’in yanında bahsi dahi geçmez tabii ki. Ancak Dirk Nowitzki’nin liderliğinde hedefe yürüyen o takım, yakın NBA tarihinin en beklenmedik ve sürpriz şampiyonuydu. Bu asla tartışma götürmez.

2010-2011 sezonunu şampiyonlukla tamamlayan Dallas Mavericks takımı şampiyonluk pozu veriyor. Finaller MVP'si ise kadraja girmekte dahi zorlanmış.

2010-2011 sezonunu şampiyonlukla tamamlayan Dallas Mavericks takımı şampiyonluk pozu veriyor. Finaller MVP'si ise kadraja girmekte dahi zorlanmış.

2011, hayatımı değiştiren bir yıl olmayacaktı. Ama öyle olacağını zannediyordum. Bir önceki sene girdiğim Seviye Belirleme Sınavı’nda fena bir puan yakalamamıştım. O yüzden o fena olmayan dereceyi biraz yukarı taşımam, en azından muhafaza etmem gerektiğinin bilincindeydim. Spor karşılaşmalarına epey mesafeli konumda duran ve haliyle benim de o dünyanın uzağında kalmamı isteyen annemin varlığı, play-off serilerini yalnızca NBA Finali’nden ibaret kılıyordu. Önce sınava girip sorumluluklarımı yerine getirecek, sonrasında ise uykusuz birkaç gecenin keyfini yaşayabilecektim. İki çember arasında ağır aksak adımlarla gidip gelen Alman yıldızın o günlerde en sevdiğim oyuncuya dönüşeceğinden habersizdim. O Alman yıldız, benim için işine sıkı sıkı bağlı, dışarıya karşı renk vermeyen, gerekli olduğu anlarda dahi hakemle diyaloğa girmeyen bir profildi. Dünyanın en önde gelen stereotiplerinden birinin, ‘Alman olmanın’ nasıl bir şey olduğuna ilk kez EURO 2008 yarı finalinde tanık olmuştum. 2011 model Mavericks'i ve finallerin son dört maçını takip etmek ise ikinci adım olacaktı.

Nowitzki’den önceki NBA hatıralarım epey sınırlı. Hidayet Türkoğlu’nun mağlubiyetini, Los Angeles Lakers ile Boston Celtics arasındaki o zıtlığı hatırlıyorum. Hayranlık duyduğum şeylerin arasında ise Kobe Bryant'ın orta mesafeden gönderdiği şutlar ve Derrick Rose'un penetreleri ilk sıralarda. Bir oyuncu, koç, takım, forma, salon veyahut şehir üzerinden kendime bir kişilik edinmeye çalışıyorum. Aradığım şey ise yalnızca bir kahraman değil. Aynı zamanda bir anti-kahraman; nefret edilecek birini de arıyor gözlerim. 5 Haziran’ı 6 Haziran’a bağlayan o gece bana kahramanımı vermişti. İşin aslı, o gece Mavericks yenilmiş ve seride 2-1 geriye düşmüştü. Maçın son 6 buçuk dakikasında Mavs’in bulacağı 12 sayının tamamının altına imzasını atan Alman yıldız, bitime 30 saniye kala maçta eşitliği sağlayabilecekken eline geçen fırsatı tepmiş ve topu dışarı yollamıştı. Dört saniye kala yapacağı denemede de başarısız olacaktı. O maç bana kahramanımı vermişti. Birkaç gün sonra ise bu hikâyenin ‘kötü adam’ını tanıyacaktım.

LeBron James, 2011'de çıktığı ikinci NBA Finali'nden de mağlubiyetle ayrılıyor.

LeBron James, 2011'de çıktığı ikinci NBA Finali'nden de mağlubiyetle ayrılıyor.

37 yaşındaki Kidd'in yarı sahada LeBron James’i karşılayarak hücum faul aldırdığı, 32'lik Shawn Marion ile 33'lük Jason Terry'nin hızlı hücuma çıktığı, bu hikâyedeki ‘iyi adam’ın son çeyrekte 10 sayıyla oynadığı o maç hâlâ ara ara aklıma geliyor. Nowitzki’nin o destansı performansını 39 derece ateşle boğuşurken başardığını okumak, o maça tekrar tekrar göz atmak ise her defasında tüylerimi diken diken ediyor. Bu konuda yalnız olmadığımı da hissediyorum. Nasıl unutulabilir ki o maç ve devamında zafere giden Mavericks takımı?

Serinin geri kalanında Tyson Chandler pota altında bir duvara dönüşüyor, Jason Terry ile JJ Barea muazzam katkılar sunuyordu. Nowitzki ise Nowitzki’ydi işte… Beşinci maçın hemen öncesinde LeBron James ile Dwyane Wade’in Alman yıldızın hastalığıyla dalga geçmesi ve onun öksürmesini kameralar önünde taklit etmesi benim hikâyemin kötü adamlarını da oluşturuyordu. LeBron ile Wade mağlup edilmesi gereken kötü adamlar, Nowitzki ise her koşulda desteklenmesi gereken iyi adamdı. Neyse ki talih benim yanımda olacaktı. Seneler sonra Nowitzki’nin de içinde bulunduğu o Dallas Mavericks takımları bana hep 2011’i ve çocukluğumu hatırlattı. Bazen mutlu oldum, bazen de hayıflandım. Ama hatırladım.

24

Bir başka Avrupalının liderlik ettiği Dallas Mavericks, 13 yıl sonra bir kez daha finallerde yer alacak. Üstelik bu yolculuklarında da, tıpkı 13 yıl evvel olduğu gibi, pek kimse onlara şans tanımıyordu. Los Angeles Clippers, Kawhi Leonard’dan yoksun çıkmıştı sahaya belki ama Mavericks, orada sezona veda etseydi herhalde son yılların en büyük şoklarından biri olmazdı. İkinci turda karşılaştıkları ve 4-2’yle evlerine yolladıkları Oklahoma City Thunder, Batı Konferansı’nı 57 galibiyetle lider tamamlamıştı zaten. Pekâlâ orada da bu sezonun sonuna gelebilir, tatile çıkabilirlerdi. Batı Konferansı final serisindeki rakipleri Minnesota Timberwolves ise en zorlusuydu. Normal sezonda uzun süre Batı’yı lider götüren Wolves, ilk turda Kevin Durant ile Devin Booker’u; ikinci turda ise son şampiyonu evine yollamıştı. Michael Jordan kıyaslamalarının öznesi haline gelen Anthony Edwards, play-off’larda ligin en iyi ikinci adamlarından birine dönüşen Karl-Anthony Towns ve dördüncü kez Yılın Savunmacısı Ödülü’nü kazanan Rudy Gobert, Mavericks engelini de geride bıraksa kim şaşırırdı ki?

Luka Doncic ve arkadaşları da aslında çıktıkları hiçbir play-off serisine açık ara farkla favori konumda başlamadılar. Her ne kadar matematiksel modellemeler, bunun 2004’te Detroit Pistons’ın başardığı şeyden bu yana en sıradışı final yolculuğu olduğunu ortaya koymuş olsa da 2024 model Mavericks'in başardığı şeyin bir peri masalı olduğu konusunda pek ikna olamıyorum. Kyrie Irving’i Dallas’a getiren hamleyi, Doncic’le bir sezon önceden inşa etmeye başladıkları uyumu, Dereck Lively II gibi pek çok açıdan olgun bir çaylağı seçmelerini nasıl peri masalı diyerek anlatabiliriz ki? Peki ya sezon ortasında yapılan PJ Washington ve Daniel Gafford takasları? Hadi hiç olmadı, Derrick Jones Jr. üzerindeki Jason Kidd etkisini peri masalı diyerek yorumlamamız en başta bu oyuncunun ve koçun emeğine saygısızlık olmaz mı? Kaldı ki Doncic uzun yıllardır adı “Ne zaman şampiyon olacak?” sorusuyla birlikte anılan bir oyuncu değil mi?

Bu geceden itibaren ise işleri hiç kolay olmayacak. Tıpkı 13 sene önce olduğu gibi… Bu sefer karşılarında son yedi sezonda dört kez kendi konferansında final oynamış, bir kez de NBA Finalleri’ne yükselmiş Boston Celtics olacak. Derrick White, Jrue Holiday ve Kristaps Porzingis gibi hamlelerle gücüne güç katan Celtics, sadece bu sezonun veya yakın geçmişin değil; lig tarihinin en korkutucu ekiplerinden biri. Jayson Tatum ve Jaylen Brown’ın takımı çok açık şekilde bu serinin favorisi ancak hiç de azımsanamayacak bir dezavantajları var. O da serinin en iyi oyuncusunun geçmişi…

Sloven yıldız bu sahnenin yabancısı değil. Evet, hayatında ilk kez haziran ayında sahneye çıkacak. İlk kez ‘NBA Finals’ yazılı logoların olduğu parkenin üzerinde top sektirecek. Ama o, bu sahnenin yabancısı değil. 16 yaşından beri bu havanın ve gürültünün içinde büyüdü. Onu Ülker Arena’da, Abdi İpekçi’de veya Sinan Erdem’de izleyenleriniz ne demek istediğimi anlayacaktır. Real Madrid’in Pire ve Atina deplasmanlarına konuk olduğu o müsabakaları takip edenler 18 yaşındaki yıldızın Barış ve Dostluk Salonu’nda veyahut OAKA’da ortaya koyduklarını, o gibi atmosferlerin içinde daha da büyüdüğünü hatrına getirecektir muhakkak. Yıldız oyuncu, çok uzun yıllardır zaten bu havayla ve gürültüyle birlikte yaşıyor. O yüzden haziran ayında sahaya çıkabilir ve daha önce oraya çıkan pek çok oyuncunun gösterdiği performansı hatta fazlasını gösterebilir. İşler yedinci maça kaldığında, matematiğin yerini his, heyecanın yerine endişe aldığında o şutu sokabilir. Gerçi… Yanına da verebilir. Seçim onun. Bize kalan gözlerimizi açmak ve hatırlayacak bir şeyleri yanımızda götürmek.

13 sene öncesi ile bugünü, Nowizki ile Doncic’i aynı anda düşünmeye çalıştığımda bu masanın dördüncü bir üyesinin daha olabileceğini hissediyorum: Frank Deford. 2017 yılında hayatını kaybeden efsane spor yazarı; 1960’ların başında, henüz 24 yaşındayken adım attığı Sports Illustrated günlerinden ölümüne dek sürecek o koca yaşamında kendisini sadece bir gazeteci olarak görmemişti. Onun düşüncesine göre spora dair bir şeyler yazarken de hayranlıklarımızı, beğenilerimizi, kısacası hislerimizi göz önünde bulundurabilir; o ölçüde bir izlek oluşturabilirdik. Spor, istatistik kâğıtlarından, maçların hemen ardından yapılan çoğu zaman manasız o kısa röportajlardan, sonu gelmeyen taktiksel analizlerden, X’lerden ve O’lardan çok daha fazlasını verebilirdi insana.

Dirk Nowitzki ile Luka Doncic'in beraber vakit geçirdiği tek sezon: 2018-2019.

Dirk Nowitzki ile Luka Doncic'in beraber vakit geçirdiği tek sezon: 2018-2019.

Elbette Sports Illustrated’ın öncülük ettiği değişim, farklı bir çağı simgeliyordu. O farklı çağın devrimcilerinden biri olan Deford; bazen bir gazeteci, bazen bir edebiyatçı, bazen ise bir hayrandı. Çoğunlukla hepsi. Red Auberbach’la olan yakınlıklarından, Bologna'da Harlem Globetrotters'la yaptıkları maçtan bahsettiği; röportaj yapmanın inceliklerini lise günlerinde çıkılan bir ilk buluşmada iki kişinin birbirlerini tanımak için sordukları sorulara benzettiği denemesinde farklı bir şeyden daha bahsediyordu. Sometimes the Bear Eats You adını verdiği o denemenin konu başlıklarından biri de yaş almak ve sporcularla kurulan hayran-gazeteci ilişkisiydi:

“Ne yazık ki spor yazarı olmak, Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi adlı kitabındaki karakter olmaya benzer. Etrafınızdaki insanlar sonsuza kadar genç kalırken siz yaş almaya devam edersiniz. Akranlarınız sporun kendine has zaman akışında yaşlanır ve unutulup giderken siz bir yerlerde çakılı kalır, beklersiniz. (...) Ah, işte bir sonraki nesil geliyor. Ama bir saniye… Onlar akranınız değil. O esnada portreniz biraz daha yaş almaya devam eder.”

İnsan ne kadar isterse istesin oyunu geçmişin o büyülü gözleriyle takip edemiyor. Çocukluğun yerini yavaş yavaş da olsa profesyonel bazı uğraşlar almakta. Sadece benim için değil, sizin için de öyle değil mi? Her ne kadar arzu etsem de Luka’ya Nowitzki’ye baktığım gibi bakamıyorum. Çoğu zaman… Elbette favori oyuncularımın başında geliyor ama kolay bir karakter olmadığını, pek çok insanın onu sevmemek için haklı gerekçeler sıralayabileceğini biliyorum. Kristaps Porzingis’le yaşadıkları problemler, herhangi bir takım arkadaşı hata yaptığında asla saklama zahmetine girmediği reaksiyonları, maç içinde hakemlerle girdiği diyaloglar, her temasta faul düdüğünün çalınması ve o faul düdüğünün kendisi lehine olması gerektiğini düşünmesi… Açık konuşmak gerekirse, tüm bunlar biraz olsun canımı sıkıyor.

Ama yine de bunca yıl sonra Nowitzki’yi, kahraman ve anti-kahraman bellediğim o kimseleri, peşinden gittiğim o Dallas Mavericks takımlarını, Nowitzki’nin ligdeki son sezonunda Yeni Dünya’ya adım atan o genç yıldız adayını düşündüğümde aklıma Deford ve o sözleri geliyor. Alman yıldızın emekliliğinin iyiden iyiye yaklaştığı günlerde çocukluğumun da sona erdiğini, hayatımda farklı bir merhalenin başladığını hissediyordum. Dirk yaşlanmıştı. Bacaklarının artık oyunun temposuna yetişemediği noktada ise Luka geldi. Talih 13 yıl sonra haziran ayında sahaya çıkabilen Avrupalı bir yıldız vermişti bana. Etrafımdaki insanlar genç kalırken, yeni jenerasyonlar parkeye adım atarken yaş aldım. Geçmişin büyülü gözlerine en yakın olacağım gece herhalde bu gece olacak. 13 sene sonrasını, geleceği sonra düşüneceğim.

Socrates Dergi