
Unutulmaz
12 dk
Seksenleri yaşamış basketbolseverlerin hafızasında Nick Galis ve Oscar Schmidt'in özel bir yeri vardır. Döneme, kupalara ve anılara damga vuran iki büyük skorerin izinde tarih sayfalarını karıştıralım.
Mayıs 1981… İstanbul o dönemde pek alışkın olmadığı bir heyecanla karşılamış baharı… Boğaz her zamanki gibi erguvanlara boyanmış ama aslında 12 Eylül'ün en karanlık günlerinden geçiyoruz. Birkaç gencin bir araya gelmesi, sokaklarda kol kola yürümesi, yüksek sesle şarkı söylemesi bile yasak. Herkes biraz ürkek, biraz tedirgin, huzursuz…
İşte bu koşullarda, emektar Spor ve Sergi Sarayı, Avrupa Basketbol Şampiyonası elemelerine ev sahipliği yapıyor. Gazeteler ısrarla "Çalenç Turnuvası" diye yazıyor, biricik kanal TRT'nin siyah-beyaz ekranı da öyle diyor. Arkadaşlar arasında tartışıyor, Çalenç'in erken yaşta ölüp giden Koraç gibi, önemli bir oyuncu olduğu ve bu turnuvaya adını verdiği sonucuna varıyoruz; isminin yaptığı çağrışım onun da Yugoslav olabileceğini söylüyor. Neden sonra Avrupalıların iki ayaklı bu eleme turnuvasına (bir grup da İzmir'de oynuyordu) 'Challenge Round' dediğini, bizden bazı aklı evvellerin de bunu güzel Türkçemize "Çalenç Turnuvası" diye çevirdiğini öğreniyorum.
O turnuvadan önce, Avrupa Şampiyonası finallerine en son 1975 yılında katılıp, 12 takım arasında dokuzuncu olabilmişiz. 1977 ve 79'da elemelerden çıkamamış, finalleri uzaktan seyretmişiz. Bütün bu macera boyunca en çok çekiştiğimiz ülkelerden biri Yunanistan. Bir biz yeniyoruz, bir onlar… Kıbrıs'taki sıcak çatışma günleri henüz çok taze; iki ülke arasındaki gerginlik had safhada. Dolayısıyla siyasi tablo basketbola yansıyor; oyuncuların birbirleriyle arası ne kadar iyi olsa da maçlar bir askerî tatbikat havasında geçiyor.
On gün boyunca Spor Sergi'yi mahşer yerine çevirecek elemeler başlarken okuduklarımız, dinlediklerimiz bize Yunanistan'ın favori olduğunu söylüyor. "Tamam, üç sene önce Ankara'daki Balkan Şampiyonası'nda ve iki sene önce Selanik'teki 'Çalenç'te bizi yenerek, son iki randevudan galip ayrıldılar ama yine de burada işler başka olur" diye düşünüyorum. Fakat Yunanistan'ı takip etmiş yorumcuların ne demek istediğini, daha ilk gün maça gidince anlıyorum. Zaten iyi olan ve rakiplerin başına dert açan Koroneos-Giannakis guard ikilisine biri daha katılmış… 1.85 diyorlar ama taş çatlasa 1.80-1.82 boylarında, Amerika'dan gelmiş. İstanbullu bir anne ile Rodoslu bir babanın oğlu olarak New Jersey'de doğup büyümüş, orada Seton Hall Koleji'nden mezun olmuş. Draft edilmiş ama hem boyu kısa olduğu hem de kamp döneminde sakatlandığı için, Boston kendisiyle sözleşme yapmamış, serbest bırakmış.

Forma yerine üzerinde beyaz gömlek olsa rahatlıkla alıp Osmanbey'deki tuhafiyecilerden birinde tezgâhın arkasına koyabileceğiniz tipte bir genç adam... Sinekkaydı tıraşlı, saçları arkaya taralı, kısa konçlu çorapları sakız gibi, bembeyaz. Dönemin popüler tenis ayakkabıları Stan Smith'leri andıran bir şeyler var ayağında… Ama logosuz, markasız, onlar da bembeyaz. Kısacası, Georgalis dedikleri bu adam daha önce gördüğüm hiçbir basketbolcuya benzemiyor.
Maç başlayınca anlaşılıyor ki oyunu da öyle… Sıçrıyor, havada asılı kalıyor, herkes indikten sonra o en nihayet kararını veriyor; şut atacaksa atıyor, pas verecekse veriyor. Henüz FIBA basketbolunda üç sayı yok. Belki de bu yüzden bir-iki driplingle boyalı alana yaklaştıktan sonra faul çizgisi civarından top kullanmayı tercih ediyor. Güçlü olduğunu, havada darbe aldığında dağılmamasından ve ne olursa olsun atışını bitirmesinden anlıyorsunuz. Bu sayede bir sürü basket faul ile skorunu artırabiliyor.
O turnuvaya Georgalis adıyla gelen, basketbol âleminin daha sonra Nick Galis olarak tanıyacağı müthiş skorer, Yunanistan'ın bir tek bize karşı zorlandığı (bu maçın kaydı YouTube'da var) ama tüm maçlarını kazandığı o turnuvanın tartışmasız en değerli oyuncusuydu. Skorda en düşük performansı (10 sayı) bize denk geldiği için belki de o gün o kadar yakın bir maç oynayabilmiştik. Sonraki yıllarda Galis'in liderliğinde Yunan basketbolu bir roket gibi yukarılara tırmanırken Türkiye, Avrupa'nın orta sıra ülkeleri arasında tutunmaya çalışıyor, -1981 hariç- 1993'e kadar tüm finalleri televizyondan izlemek zorunda kalıyordu. Dünya şampiyonalarındaki istatistikler daha da vahim: Yunanistan, basketbol tarihindeki ilk Dünya Şampiyonası yolculuğunu 1986 yılında yaptı ve Nick Galis, İspanya'daki o turnuvadan 'sayı kralı' unvanıyla döndü. Bizse Dünya Şampiyonası heyecanı yaşayabilmek için 2000'li yılları ve milli takımımızın '12 Dev Adam' adını almasını bekleyecektik.
Takım sporlarında bir adam çıkıp, koskoca bir ülkenin kaderini değiştirebilir mi? Galis'i gözlerimle görmesem, onun Yunanistan'a yaşattıklarına tanıklık etmesem bu soruya "Hadi canım, olur mu öyle şey?" yanıtını verirdim. Ama oldu! 1987'de Galis, neredeyse tek başına Yunanistan'ın Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi devler önünde Avrupa Şampiyonu olmasını sağladı. "O turnuvada Yunanlar ev sahipliği avantajını maksimum düzeyde kullandı" diyenler, iki yıl sonra bu defa Galis ve arkadaşları Zagreb'den boyunlarında gümüş madalya ile döndüklerinde suspus oldular.

Kulüpler düzeyinde de benzer bir başarı öyküsü yazıyordu, bu ufak tefek sessiz adam. Daha önce kimsenin adını duymadığı Aris'te geçirdiği 13 sezonda sekiz defa şampiyonluk kupasını kaldırdı. Yetmedi, takımını üst üste üç kez Avrupa'da Final Four'a taşıdı. Son olarak 1994'te Panathinaikos formasıyla Final Four oynarken, o sezon saha içi isabet oranı yüzde 75 gibi kimsenin ulaşamayacağı bir noktadaydı.
Galis'in attığı sayıları, skor ortalamalarını, kazandığı ödül ve kupaları internette basit bir aramayla bulabilirsiniz. Ama o kabarık listeler kazandığı onca başarıya karşın mütevazı kalabilmiş bu büyük sporcuyu anlatmaya yeter mi, bilemem. Sanırım onu en iyi anlatan cümleyi yıllar önce Yunan bir gazeteci arkadaşımdan duymuştum: "Bu ülkede basketbol diye bir spor varsa, pek çok insan bu oyun sayesinde evine ekmek götürebiliyorsa bunu sadece ve sadece Galis'e borçluyuz. O olmasa belki de bir pazar yerinde balık satıyorduk."
Tek Bronzlu Oscar
Galis'ten bir yaş küçüktü Oscar Schmidt… O da doğup büyüdüğü topraklarda kendini kanıtlamış bir isimdi ama dünya çapında tanınabilmesi için Avrupa'ya transfer olması gerekti. Henüz 20 yaşındayken, Brezilya Milli Takımı ile Dünya Şampiyonası'nda kürsüye çıkmış, bronz madalya sevinci yaşamıştı. 1982 yılında, 24 yaşındayken İtalya'nın Caserta takımıyla anlaştı.
1983 yılının soğuk bir aralık akşamında sonraki 10, hatta 15 yıl boyunca dünya basketboluna damgasını vuracak bu büyük skoreri Spor ve Sergi Sarayı'nın her köşesinde topu bir başka sektiren parkeleri üzerinde dünya gözüyle izlediğimi hatırlıyorum. O sezona Erman Kunter'i alarak giren Eczacıbaşı, döneme göre Türk basketbolu için çok derin sayılabilecek bir kadroyla (Erman'ın yanında Ron Haigler, Jim Abromaitis, Melih Erçin, Emir Turam, Behçet Üner, Ahmet Sarı ve Engin Bayav vardı) Koraç Kupası'nda ilk iki turu geçmiş, dörderli iki grup hâlinde oynanan çeyrek finale yükselmişti.
Grup maçlarının ilkinde İtalya'dan Indesit Caserta'yı ağırladı Eczacıbaşı… Maçtan önce bir Schmidt muhabbetidir gidiyordu. Eczacıbaşı'nın Sırp koçu Dragutin Cermak, "Schmidt'i durdurursak kazanırız" demiş. "Kim bu Oscar?" diye soruyoruz, "Brezilyalı" diyorlar. O zamana kadar tanıdığımız en ünlü Brezilyalı Pele; Oscar'ın adını hiç duymamışız…

Maç başlıyor... Boyu 2 metrenin üzerinde (2.05), beyaz, hantal görünümlü, sahada zaman zaman kaybolan ama top eline gelince sayıyı bulan bir adam var karşımızda. Daha önce İspanyolların ünlü skoreri San Epifanio'yu izlemişiz. Onun kadar akıcı bir oyunu yok Oscar'ın... Hatta bir skorere göre topla az buluştuğu bile söylenebilir. Ama top kullanma yüzdesi inanılmaz. Eczacıbaşı, o akşam koçunun istediğini yapamıyor: Oscar maçı 34 sayıyla tamamlıyor (henüz üçlük yok!) ama Erman, Haigler, Abromaitis üçlüsünün hücumdaki uyumu galibiyeti getiriyor. Sevinç içinde ayrılıyoruz Spor Sergi'den… Karşı takımın bench'inde gördüğümüz ve adının Bogdan Tanjevic olduğunu öğrendiğimiz adamın, yirmi yıl sonra İstanbul'a gelip başarı ve başarısızlıklarıyla basketbol tarihimizdeki en tartışmalı sayfaların kahramanı olacağını nereden bilelim?
Yaşlı Kıta'da 13 yıl süren misafirliğinin on birini İtalya'da şampiyonluk yarışından uzak takımlarda geçiren, son iki sezon da İspanya'da Forum Valladolid forması giyen Schmidt'in, Avrupa kupalarında az sayıda maç oynamış olması onu çok daha fazla basketbolseverin tanıyıp hayran olmasını engelledi. Brezilyalıların "Mao Santa" (Kutsal El) dediği bu adamın en akıl almaz şutları çocuk oyuncağı gibi gösteren stili daha fazla gence ilham verebilirdi oysa…
Öte yandan, Oscar'ın sezonu iddiasız ekiplerde geçirip yazları milli takıma diri geldiği ve böylece katıldığı her uluslararası turnuvada sayı krallığını kimseye kaptırmadığı da (Galis'in kazandığı 1986 Dünya Şampiyonası hariç) çokça konuşuldu. Muhtemelen, yine bu faktörün etkisiyle uzun bir kariyeri oldu Kutsal El'in… 1996 Olimpiyat Oyunları'nın bitiminde milli formasını askıya astı ama kulüp kariyerini yedi yıl daha sürdürdü. Nihayet, 2003'te Flamengo formasıyla potalara veda ettiğinde ardında beş olimpiyat, dört Dünya Kupası ve 326 milli maç bıraktı. Kayıtlar, yaklaşık 30 yıl süren profesyonel basketbol yaşamında toplam 49.737 sayı ürettiğini söylüyor ki sanırım bunların zirve noktası 1988. O sezonu İtalya'da maç başına 37.2 ortalamayla (yüzde 47 üçlük) sayı krallığıyla noktalayan Schmidt, Seul'deki olimpiyat oyunlarında 42.3 sayı ortalamasına ulaştı. Hele İspanya'ya 55 sayı attığı bir maç vardı ki bugün bile aklımdan çıkmıyor...