
Film Şeridi
10 dk
Hafıza üzerinde pek fazla kontrole sahip olduğumuz bir şey değil. Anılara yaptığımız çoğu seyahatte de aslında zihnimizin hatırlamayı seçtikleriyle yetinir dururuz. Önümüzdeki sayfalarda sporun hatırlamayı kolaylaştıran gücüne tanık olacaksınız. Her biri, film şeridinin sadece bir karesi...
Çocukluk Kahrmanlarım
İnsan varoluşu gereği genelde unutkandır ama bir yandan çocukluğunu da hep yanında taşır. Yaşanmışlıklar da hafızaya mekânlarla beraber kaydolur. Herhalde ilk durağım Mersin'de doğup büyüdüğüm evin oturma odasıydı. Televizyona bağlı şu sürekli kafaları bozulan Betamax ve VHS kaset oynatıcıları... Üç ağabeyimin getirttiği kasetlerden aylar sonra izlenebilen Magic Johnson ve hakkındaki hikâyelerin gözlerden önce kulağımıza ulaştığı Michael "Adam Uçuyormuş Yahu" Jordan... Cüneyt Ağabeyim Larry Bird hastasıydı, ben de ona karşı Magic'i tutardım. Çukurova altyapıda oynarken de Magic ve Jordan taklitleri yapardım. Bir de tam o yıl Lakers'tan Larry Spriggs Çukurova'ya gelmez mi! Tarsus'taki tesislerde Voltron'daki aslanlardan biriymiş gibi bakardım adama. Drazen Petrovic, Harun Erdenay ve Toni Kukoc takip eden yıllarda diğer taklit özneleriydi.
Can Kozanoğlu'nun "Adana'nın öğleden sonra sıcağı, öğle sıcağından beterdir. Yaşama sevincinizi götürür" söylemini Mersin'e de uyarlayabilirsiniz. Bu nedenle yazları yaylaya ya da yazlığa gidilirdi. Biz de Soli'ye giderdik. Ancak ilk kahramanım babam orada ölünce, Özaltın Sitesi'nde çocuk kafayla izlediğim 1986 Dünya Kupası ve Dünya Basketbol Şampiyonası sığınak gibi gelmişti. Sabonis'ten Amiral Robinson'a, Maradona'dan Rummenigge'ye isimler dimağıma kazınıyordu. Tam anlamasam da Pumpido, Lerby, Burruchaga, Altobelli, Ceulemans, Platini, Socrates ve Careca isimleri de… Çıkartma kitaplarını da alırdım ve artanları evde her yere yapıştırırdım. Cevad Prekazi ise başka türde bir etki yaratmıştı bana. Sonra tek kanal TRT'de Wimbledon izlerken Steffi Graf, Stefan Edberg ve Boris Becker'e, 1988 Calgary'de Katarina Witt'ten Alberto Tomba'ya, 1988 Seoul'de Matt Biondi'den Naim Süleymanoğlu'na birçok sporcuya hayran kaldım. Carl Lewis o zaman için kahramanlaşırken Ben Johnson da westernler'deki kötü kovboya dönüşmüştü.
Soli'ye döndüğümüz 1988 Yazı bisiklet ile kaydırma yaparken dizimi yarmıştım. Euro 88'i izledikten sonra artık iyileşip sokakta top oynarken Marco van Basten oluyordum. John Barnes ile Liverpool'a, Van Basten ile de Milan'a sempati duymaya başladım. Artık İstanbul'a taşındığımızda ise İtalya 1990'da Lothar Matthaeus'a hasta olmuştum. Liste uzar gider. Artık bu mekânların hiçbiri ayakta değil. Kahramanları ise hep benimle. Nostalji zaten eski yaraların sızısı değil midir? / Caner Eler
Parlayan Gözler
O dönem altyapılarda basketbol oynamış herkesin yolu, elbet bir gün İTÜ'nün Gümüşsuyu'ndaki spor salonuna düşmüştür. Üst kat tam bir lise/üniversite sahası, alt salon ise garip şekilde içinde her şeyi barındıran bir ortamdı. Muratcan'ın altyapı seneleri başladığı andan itibaren binanın tozlu, eskimiş, ışıkların çalışmadığı her köşesini keşfetme çabasındaydım.
Ağabeyimin alt salondaki antrenmanı sırasında, salonun kenarında kendimce topla koşturup oynarken, üst salonun açık kapısından bir ses beni yanına çağırdı. Yukarı çıkıp baktığımda minik takım antrenörü Marsel Mori, kendi yaş grubumun antremanına dahil etmek üzere beni çağırdığını söylemişti. Sahaya girdiğim andan hatırladıklarım sınırlı. Ancak yan yana dizilmiş ip atlayan bir takım vardı karşımda. O anlarda, en yakın arkadaşlarımla tanışacağımı ve sonraki 8-10 sene basketbolu hep daha çok severek oynayacağımızı tahmin edemezdim. Küçük yaşımdan ötürü, hafızamın tam olarak yetmeyeceğini düşünerek Mori Ağabey'e o günü sordum. Sizinle aynen paylaşıyorum:
"Babasının antrenman ve maçlarında tanıştık Sinan'la, sanırım dört beş yaşlarındaydı. Spor Sergi'de her maç aramızda oturur, hepimizin ilgisiyle keyifli zaman geçirirdi. Sonra sıra ağabeyinin oynadığı günlere geldi. Üzerinde İTÜ formasıyla top peşinde koşturan, sarı saçları makineyle sıfır ya da iki numaraya vurulmuş, afacan mı afacan… Sekiz ya da dokuz yaşındaydı yanlış hatırlamıyorsam. Yukarı salondaki fundamental idmanı başlamadan erken gelip aşağıda maç yapanları çağırmaya gittim. Herkes yukarı çıkarken Sinan'la göz göze geldik, "Sen de gel" dedim. Gözlerinin parlayışını ve tutturduğu koşuyu unutmam mümkün değil. Geliş o geliş zaten... Robert Kolej'deki minikler turnuvasında ilk maçlarını oynadı. Aslında her şey o zamandan belli olmuştu…" / Sinan Güler
İlk Düşman
Küçük yaşlarda edindiğim bazı düşmanlardan utanıyorum. Yani bir insan Ian Thorpe'u niye sevmez ki? Evet, Pieter van den Hoogenband tutkum yüzünden yüzmeye büyük ilgi duyuyordum ve Thorpe, her adreste karşıma çıkıyordu. Ama yine de saçmaydı işte. Daha sonra Roger Federer girdi hayatıma. Andy Roddick'i paçavraya çevirişini izlemek kalp kırıcıydı.
Aynı listede Jan Ullrich de vardı ve bu tercihim daha mantıklıydı. Zira Federer ve Thorpe aslında altın çocuklardı. Ama Ullrich? Doğu Almanya kökenli sporcu, bisiklete yeni saran bir çocuk için ideal hedefti. Zira Lance Armstrong, kanserden dönüş hikâyesini anlattığı Yaşama Çevrilen Pedal kitabı ve Fransa Bisiklet Turu zaferleri sayesinde kalbimi çalmıştı. Lance, meslektaşlarına karşı kabaydı ama halkın önünde sempatikti. Oysa Ullrich, içine kapanıktı. Kalıp gibi sarı saçlara sahipti ve yüzünde hep aynı ifade vardı. Tam bir Drago'ydu benim için. Henüz Rocky IV'ün Soğuk Savaş tarihindeki yerini bilmiyordum ve Rocky'nin tam karşısında şeytani bir yapının robotu gibi duran Drago'yu düşman bellemiştim.
Hayatın siyahlardan ve beyazlardan ibaret olmadığını daha sonra anlayacaktım. Ullrich, Drago değildi. Sosyalist sistemde yetişmesi onu her şeye 'Evet' diyen bir figüre dönüştürmemişti. Bilakis, Ullrich isyan ediyordu. Diğer taraftan ABD bireyciliğinin ve kapitalizminin yüzü olan Lance, "Kazanmak için her yol mübah" anlayışının simgesiydi. O ise genelde 'Evet' diyordu ve aynı cevabı vermeyenleri eziyordu. Ama bütün bunları henüz bilmiyordum. 2003 Fransa Bisiklet Turu'nda, Nantes'ta biten yağmurlu zamana karşı etabında, kayarak düşen Ullrich'i izlerken mutlu olmuştum ve kuzenlerime dönüp "Gördünüz mü, yine kazandık" demiştim. Bugün o ânı hatırlamak garip bir his veriyor. Rocky IV'ü tekrar izlediğimdeyse dikkatimi çeken bir Ivan Drago repliği oldu: "Bu dövüşü kendim için kazanmak istiyorum, kendim için!" / İnan Özdemir

"Pieter van den Hoogenband tutkum yüzünden yüzmeye büyük ilgi duyuyordum ve Thorpe, her adreste karşıma çıkıyordu."
Karne Hediyesi
Karne günleri bizim evde pek özel geçmezdi. Ders durumlarım yakından biliniyordu, karneyle ortaya çıkan yeni bir durum yoktu. Haliyle hiç karne hediyesi almamıştım. 8 Şubat 2002, bir istisna oldu. Karnemi alıp eve gittikten bir süre sonra telefon çaldı. Kendi böyle şeyler düşünecek bir adam olmadığından tahmin ediyorum bir müşterisi akıl vermiş, belki iki de bilet, babam karnemin nasıl olduğunu sorduktan sonra "Akşam maça gidiyoruz" dedi. Müthiş şaşırdım. Bir, babam futbolu hiç sevmez. İki, ben Galatasaraylıyım o Fenerli. Benim için futbol hayatın bir numaralı gerçeği ama evde izlememe zar zor izin verilirken maça gitmek o günlerde bir hayal bile değil. Akşam babam beni aldı, Ali Sami Yen Stadyumu'nda Galatasaray-Malatyaspor maçına gittik. Yeşili görmek, tamam, inanılmaz bir his. Ama o günden aklımda kalan bir numaralı görüntü stat girişindeki kuyruk. Bir türlü tek sıra olmayı başaramayan taraftarların arasında biz hep en arkalardaydık. Sonra polis büyük coplarla o sıraya girişti. Bana doğru da bir cop kalkmıştı ki polis çocuk olduğumu fark edip durdu. Saniyeler içerisinde kıpkırmızı olan babam daha maça girmeden bin pişmandı, bana ise yaşananlar çok eğlenceli geliyordu.
Nihayet tribüne ulaştığımızda, herkes tek bir ağızdan Erman Toroğlu'nun isminin geçtiği bir tezahürat yapıyordu ama tam olarak ne dendiğini anlamamıştık. Babam, yanındaki adamın omzuna dokunup "Kardeş tezahürat ne?" diye sordu. Küfürlü bir şeymiş. "Maçla ne ilgisi var?" deme gafletinde bulunduğunda ise tribündeki dostumuz "Renktaş sen uzayda mı yaşıyorsun? Görmüyor musun her hafta Galatasaray'a neler söylüyor..." diye bir başladı, susmak bilmedi. Bu monoloğu bitirmek için "Peki o zaman" diye araya giren babam çareyi tezahürata katılmakta buldu. Zannedersem babamın ağzından küfür duyduğum ilk an buydu. İlk yarı ortalarında Sergen'in bağlarını kopardığı maçı Galatasaray, Murat Sözkesen'in tek golüyle kazandı. Ben o gün zehri aldım, sonraki yıllarda tribünün gediklisi oldum. Babamsa daha maç bitmeden "Bu son, tadını çıkar" diyordu... / Atahan Altınordu
Hafıza Antrenmanı
Bir takım tutmaya başladığınızda, aslında o takımı tutmaya karar verenin -çoğunlukla- siz olmadığı gerçeğiyle yüzleşirsiniz, en azından bir süre sonra. Babanız, anneniz, amcanız, dayınız, dedeniz, abiniz ya da ablanız... Bunlardan herhangi biri sürece dahildir muhtemelen; ya onların tuttuğu takıma gönül vermeniz yönünde baskılara maruz kalır ya da bu baskılara karşı refleks geliştirip gücün diğer tarafına yüz dönersiniz. Benim hikâyem de bu denklemin kapsadığı alanların dahilinde ama sadece sıradan bir örnekten ibaret.
Babam Galatasaraylıydı, dedelerimden biri ve dayım da Galatasaraylıydı, üstelik onlar epey de radikal taraftaydı. Çok da bir seçeneğim yoktu yani. Elimde sarı-kırmızı eldivenler, ayağımda çizgili çoraplar, üstümde pazardan alınmış şort-üst takımlar ile geçen çocukluk sürecimde gittiğim ilk maç da -hafızam beni yanıltmıyorsa- İzmir Atatürk Stadı'nda oynanan bir Altay-Galatasaray mücadelesi olsa gerek, 8 ya da 9 yaşlarında olmalıyım. Galatasaray'a dair unutamadığım, zihnimin derinliklerinde kanlı canlı bir fotoğraf karesi gibi de olsa hâlâ berraklığını koruyan an ise Uğur Tütüneker'in Eintracht Frankfurt'a attığı gol, o 'dömivole' ve evde çılgınlar gibi sevinen ben.
Parça parça gidip an koleksiyonculuğu yapacaksam bunların yanına Papin Mustafa'yı tanıdığım Roma eşleşmesini, Old Trafford'daki epik maçı ve dünyanın bütün Michael'larını, çok daha silik bir görüntüden ibaret Stahl karşılaşmasını, karlı Werder Bremen dramını, bir de ADEC Saat, Türkbank, Show TV reklamlı formaları ekleyebilirim.
En başa dönecek olursam, tüm bu hafıza antrenmanının bana hatırlattığı, hangi dünyaya doğuyorsan en azından başta o dünyaya ait olduğun gerçeği. Bu, sarı ile kırmızının ortasına doğan ve haliyle onu gönlüne koyan benim için de geçerli, muhtemelen bu yazıyı okuyan senin için de... Tanıştığımıza memnun oldum. / Onur Erdem

"Tüm bu hafıza antrenmanının bana hatırlattığı, hangi dünyaya doğuyorsan en azından başta o dünyaya ait olduğun gerçeği."
Yarı Amatör
Spiker olmasaydım ne iş yapardım sorusuna bugün bir yanıt veremeyebilirim ama gariptir ki ilk maç anlatma deneyimimi yaşamadan birkaç gün önce aklımdan spikerliğin düşüncesi bile geçmiyordu. Üniversiteye yeni girmiştim, o yaşta bir insanı birçok bakımdan tüketen sınav, tercih ve yerleşme haberi bekleme maratonu sonrasında rahatlama evresindeydim ve okuldaki ilk günlerimden birinin sonunda, o günlerin meşhur NBA ve basketbolsever toplanma alanı batug.com'da tanıştığım bir arkadaşımdan telefon geldi. Heyecanlı bir sesle, NBA TV'deki canlı maçların Türkçe anlatımı için küçük bir ekip oluşturulacağından ve en kısa zamanda birkaç arkadaşımızın katılımıyla buluşmamız gerektiğinden bahsediyordu.
Bugün olsa işletiliyorum herhalde diye düşünerek ciddiye bile almayacağım o telefondan birkaç gün sonra, maç anlatımıyla ilgili en ufak eğitim almamış altı kişi olarak Digiturk'ün Beşiktaş'taki binasında, bir kabinde, beşer dakikalık demo kayıtlar doldurmak için hazırdık. İki gün sonrasında da aynı binada, NBA 2003-04 sezonunun açılış gecesindeki Los Angeles Lakers-Dallas Mavericks maçında kendimi yayında buldum. Demoyu dinlerken, kendi sesini ilk kez dışarıdan duyan hemen herkes gibi ben de sarsılmıştım ve bir maçın doğru dürüst nasıl seyirciye aktarılacağı konusunda pek fikrim yoktu ama paniğe kapılmam için gayet yeterli gözüken bu sebeplere rağmen endişeli bir heyecan duymuyordum. Sanırım 19 yaşın hafifliği, spikerliğin yıllar sonra geçim kaynağına dönüşeceğini hiç düşünmemenin rahatlığı ve geri bildirim sağlayacak insanların çoğunlukla çevremden olması beni sakinleştirmişti.
Sezonun bitimi ve NBA TV haklarının el değiştirmesiyle birlikte ben ve arkadaşlarımın yarı amatör spikerlik deneyimi de sonlandı. Devamında birkaç yıl mikrofondan uzak kaldım ve hayli ihmal ettiğim okulumda işleri yoluna koymaya çalıştım. Eğlenceli ancak spikerlik performansı bakımından pek de parlak olmayan o tecrübe tek seferlik kalacak gibi geliyordu. Fakat hayatın sizi nereye sürüklediği belli olmuyor ve bazen de ikinci şansları önünüze koyuyor. / Orkun Çolakoğlu
"Bu Adam da Kim?"
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk büyük uluslararası basketbol turnuvası diyebileceğimiz 1959 Avrupa Şampiyonası, daha benim annem ile babam tanışmadan önce yapılmış. Henüz ilkokul sıralarındayken, ilk basketbol maçını dünya gözüyle gördüğüm 1971 Akdeniz Oyunları da döneme göre önemli bir organizasyondu elbette… Fakat koskoca Avrupa kulüpler şampiyonunun belirlendiği 1992 Final Four'unda maçları sahanın kenarından izleyebilmek bambaşkaydı.
O Final Four'da Djordjevic'in son saniye üçlüğüyle Partizan'ın mutlu sona ulaştığını basketbolseverlerin çoğu biliyor. Benim gibi organizasyonda görev almış bir gazeteci için asıl hazine, sahada olup bitenden ziyade saha dışında tanıştığım insanlardı. Konukları İstanbul'da ağırladığımız dört günün her saniyesinde, basketbol dünyasından çok ünlü bir isimle burun buruna gelme olasılığı vardı. Sabah saatlerinde Spor Sergi'de yapılan ve emektar salonun çatısı altındaki son etkinlik olarak kayda geçen antrenör seminerinde, NBA efsaneleri Jack Ramsay, Hubie Brown, Bill Walton ve Calvin Murphy, her yaştan koçlar ve koç adaylarıyla deneyimlerini paylaşıyordu. Maç olmayan akşamlarda veya maçların ardından turnuvanın karargâhı denebilecek Hilton'da mutlaka bir davet vardı. O kalabalık salonlarda bir köşede Yalçın Granit'i İtalyan Sandro Gamba ile baş başa sohbet ederken görebiliyor ya da İspanyol Diaz Miguel'e ayaküstü birkaç soru sorabiliyordunuz.
İlk büyük sınavına çıkan Zeljko Obradovic son derece gergin görünüyor ve İngilizcesinin yetersizliği nedeniyle az konuşuyordu. Milano koçu Mike D'Antoni hakemlerden, özellikle de Yunan (Costas) Rigas'tan şikayetçiydi.
1992 Nisanı'ndan bana kalan en değerli anı, NBA'in tepesindeki isim David Stern ile Fast Break dergisi için röportaj yapma fırsatını yakalamamdı. Stern de röportajdan memnun kalmış olmalı ki, ertesi gün basın merkezinde karşılaştığımızda bana herkesin içinde adımla seslenerek teşekkür etti. Orada Stern'ün ağzından bir cümle alabilmek için bekleşen çeşitli uluslardan onlarca gazetecinin "Bu adam da kim?" temalı kıskanç bakışları, en büyük gurur kaynaklarımdan biridir. / Yiğiter Uluğ

1992'de Efes Pilsen'in verdiği davette Turgay Demirel, Borislav Stankoviç, Juan Antonio Samaranch ve David Stern...
O Final
20 yaşında oyunculuğu bırakmıştım. Hayatımın ne yöne gideceğini falan bilmiyorum o sıralar, basket oynamaktan başka da yaptığım bir iş yoktu açıkçası. Eski takımım Galatasaray'ın o dönemki yöneticisi Mehmet Çetin Ataünal, "Gel basketbol okullarında çalış, sana da harçlık çıkar" teklifini yaptı. Bu şekilde başladım çalışmaya. Sezon ortası oluyor bu anlattıklarım. Yazın ne yapacağımı da sordu Ataünal. Benim bir planım yok, "Bakacağız" dedim. Bunun üzerine, "Bu yaz Türkiye'yi dolaşır mıyız?" diye sordu. Yaz zaten, iş yok güç yok, "Dolaşırız ağabey" dedim ben de. Meğerse küçük kız takımının antrenörü ayrılmış, beni orası için düşünüyormuş. Daha evvel sadece asistanlık yapmıştım, hiç başantrenörlüğüm yok. Ciddi şekilde bir koç olma fikri de yok aklımda. Neyse ben teklife "Tamam" dedim. "Haftaya Türkiye Şampiyonası var" demezler mi...
Takım İstanbul ikincisi. İlk antrenmana bir gittim sadece dört oyuncu var. Turnuvaya da dört-beş gün kalmış. Aileler çocukları göndermemiş meğerse, tam detayını bilmediğim bazı anlaşmazlıklar varmış eski antrenörle. Neyse biz zar zor iki oyuncu daha bulup altı kişiyle Isparta'daki turnuvaya gittik. Hayatımdaki ilk maçı da orada yönettim. Ellerimi nereye koyacağımı bilmiyorum, nerede duracağımı bilmiyorum, oyunlarla ilgili detay bilmiyorum, kızlar çok küçük… Zaten maçın içerisinde dört kişi kaldık. Oyunculardan birinin bacağına kramp girdi, onun yerine oyuna dahil olacak çocuk da heyecandan bayıldı. Yanılmıyorsam TED Ankara Koleji'ni yendik. Turnuvada da finale kaldık ancak Antalya Koleji'ne kaybettik.
Sadece hatırladığım bir pişmanlığım vardır o finalle alakalı. Ben çocuklara, "Bugüne kadar hep baskı altında oynadınız, bugün çıkın eğlenin" dedim. Zaten favori değildik ama keşke yapmasaymışım. Beş altı sayıyla kaybettik. Sonraları finaller oynama, kupalar kazanma şansım oldu ama o çocukların çoğu böyle bir şans bulamadı. "Keşke maça biraz daha asılmalarını sağlasaydım" diye düşünürüm bazen... / Ekrem Memnun
Tek Başına
Hayatım boyunca organize bir insan oldum. Neyi, ne zaman, nasıl yapacağım konusunda hep bir planım vardı. O gün hariç… 2010 senesinde bir Kasım gecesi, internette takılırken baya ucuza bir Barselona uçak bileti çıktı karşıma. Bugün bile anlamlandıramadığım bir şekilde pat diye alıverdim. Soranlara "Barcelona-Real Madrid maçına gidiyorum" dedim. Bileti alırken maç olduğunu bile bilmiyordum oysa, denk geldi. "Maça bilet bulman imkânsız" dedi duyanlar, "Akredite olacağım" dedim. Akreditasyon süresinin çoktan bittiğini bilecek halleri yoktu. En kötü şehir merkezinde bir pub'da izlerim diye avutuyordum kendimi. İspanyolların maçları bizim gibi cafelerde, pub'larda birlikte izlediğini zannettiğim naif yıllardı demek. O zamanlar Barselona'da bir Allah'ın kulunu tanımıyordum ki bileyim...
Gitmeden kulübe öylesine bir mail attım; web sitelerinde önüme ilk çıkan mail adresine, altyapıları konusunda bilgi almak için bir röportaj talebinde bulundum. İlk gece otel odasında internete bağlanmak için inanılmaz zorlandığımı, ertesi sabah resepsiyondaki görevlinin yardımıyla sonunda başardığımı ve kulüpten röportaja onay geldiği haberini o sabah lobide aldığımı çok net hatırlıyorum. O seyahatte öyle saçma tesadüfler birbirini kovaladı ki, ben maça tabii ki bilet buldum. Üstelik inanılmaz güzel bir yerden izledim. Bilete para bile vermedim. Röportaj harika geçti, üzerine ikinci bir röportaj daha yaptım. Maç da işte o Barcelona'nın Real Madrid'i 5-0 yendiği, Mourinho'nun kulübeye saklandığı, tüm tribünlerin Portekizliye elleriyle 5 işareti yapıp, "Manita" diye bağırdığı o tarihi maç oldu. Manita kelimesinin el kelimesinden türediğini ve beş anlamına geldiğini o seyahatte öğrendim.
Benim için ilklerin seyahatiydi: İlk defa tek başıma seyahate çıktığım, önemli röportajlar yaptığım; yalnız başıma sokaklarda dolaşmanın, müze gezmenin, yemek yemenin, her şeyi kendi ritminde, kimseye tabi olmadan yapmanın tadına vardığım bir yolculuk oldu benim için. Ama daha önemlisi, başkasının imkânsız dediği şeyleri kendin deneyip görene kadar kabul etmek zorunda olmadığını ve aslında tam da başkalarının imkânsız dediği şeyleri yapmanın insana zevk verdiğini anladım… Ve hâlâ tek başıma seyahate çıkmaya bayılıyorum. / Banu Yelkovan