socratesXreflect_alt

Usta

20 dk

Semih Saygıner, seksenlerden itibaren hem ülkedeki "Bilardo kahve oyunudur" algısıyla hem de dünya çapında rakiplerle mücadele ederek zirveye çıktı. Türk bilardosunun Semih Usta’sıyla buluştuk...

Bundan birkaç sene önce Bodrum'a yerleşmeye karar veren Semih Saygıner'in kupalarla dolu antrenman odasındayız. Keyifli sohbet ilerledikçe; karşımıza etraftaki tüm ödüllerin, şiltlerin ve madalyaların ötesinde bir başarı hikâyesi çıkıyor. Sayfaları çevirin, muhtemelen bize katılacaksınız...

Vurduğunuz top gidip masadaki diğer iki topa çarpacak ve sayı olacak. İlk başta kulağa basit geliyor ama birçokları için kesinlikle öyle değil. Semih Saygıner ilk bilardo oynayışında nasıl hissetti?

16 yaşındaydım, İlker diye bir arkadaşım beni bilardo oynamaya götürdü. "Ben biliyorum oynamayı, sana da öğretirim, çok kolay" dedi. Değilmiş. Yani ben de ilk bilardo oynayışımda ne kadar zor bir şey olduğunu düşündüm. Basit olan bir şey varsa o da mantığıydı. Evet topu topa çarptıracağız, anladık. Benim topum gidip diğer iki topa değecek onu da anladık ama olmuyor kardeşim. Topun biri Hanya'da diğeri Konya'da, benimki ise tam ortada. Yanına bile varamıyorum diğer topun. "İlker," dedim, "oğlum hani kolaydı bu oyun?" Cevabı şu: "Amma sabırsızsın ulan, bekle biraz. Bazen o iki top yan yana geliyor, o zaman alırsın sayıyı." Beleşçi yani, bekliyor öyle. Dediği de doğru, toplar yan yana gelince hakikaten kolay oyun. Ancak o iki top hiçbir zaman yan yana gelmiyor. Benim de hikâyeye başlamam ve ilerletmem bu temel üzerine kurulu. Bu toplar nasıl yan yana gelir meselesine kafa yorarak yola çıktım. Bu, şansa bırakılamayacak kadar önemli bir meseleydi.

Bahsettiğiniz iki topun yan yana gelmesi meselesi aslında hayat üzerine bir metafor gibi. Kimi için pozisyon hazırdır ve sadece vuruşu yapmak yeterli olur, kimisi ise dezavantajlı bir pozisyondadır. Siz de 14 yaşında anne ve babanızı bir trafik kazasında kaybettikten sonra, kendinizi "Suçlu dahi olabilirdim" diye anımsadığınız bir noktada buluyorsunuz…

O cümleyi şu sebeple kurdum ben, potansiyel suçlu olabilecek pozisyona sahiptim hayatta. Başta anne baba yok, okul tavsamış, psikolojik sorunlar yaşamışım, bir de tabii kahveye gidip geliyorum. Kahve dediğin yer büyüklerin kötü alışkanlıklar sebebiyle çekince duyduğu bir yer. Okulda öğretmen her şeyi dört dörtlük olan bir çocukla, annesini babasını kaybetmiş sorunlu bir psikolojiye sahip bir çocuğa aynı davranıyordu. Hiçbir özel muamele yoktu. Bana özel davranılmadı diye söylemiyorum bunu ama orada bir hassasiyet olmalı. Bu beni eğitimden uzaklaştırdı ve bir arayışın içine girdim.

Kahvede okey oynamaya başladık biz, bildiğin kumar. Kafam da çalışıyor, çok parasını aldım arkadaşlarımın. Sonra bir gün baktım, arkadaşım ağlıyor. Muhtemelen babası "Git oğlum eve şunları al" diye para verdi buna, bizimki de kaybetti ona üzülüyor. Ben bunun kötü bir şey olduğunu anladım ve bir daha yapmamaya karar verdim. Zaten bilardoyla tanışmam da hemen sonralarına tekabül eder.

Peki genç yaşta bu kadar bilinçli oluşunuzda ailenizin ne kadar payı var?

Beni bugün ben yapan şey ailemden aldığım temeldir. Bana benliğimi onlar vermiştir. Bak bu dediğim olay 1964 ve 1978 yılları arasında Adapazarı'nda geçiyor, ailedeki bilinç şu: Bana hiç "Komşunun oğlu senden akıllı, yakışıklı, uzun, bilmem ne…" demediler. Hiç kimseyle mukayese etmediler. İlk andan itibaren her insanın birey olduğunu, herkesin biricik olduğunu anlayarak büyüdüm. Ben başkası gibi olamam ki, olmamalıyım da. İstiyoruz ki çocuklarımızı yarış atıymışçasına bir övünç kaynağı hâline getirelim. Bazen bunu söyleyince bana, "Senin çocuğun yok, konuşması kolay" diyenler oluyor. İyi de çok uzun yıllar çocuktum ben, onu ne yapacağız? Tecrübenin kralı var bende. Eğer bir insanı hayatta başarısız yapmak istiyorsanız ondan benliğini alın. Ben güzel bir çocukluk yaşadım ve bunun hayatıma olan faydasını görmeye devam ediyorum. Mesela annem ve babamla çok fazla oyun oynardık. Oyun denen şey o kadar önemli ki. Bir çita, yavrusuna hayatta kalmayı, yani avlanmayı oyun ile öğretiyor. Oynamazsan olmaz. Yenilmeyi, gelişmeyi, bir konuda kötü olduğunu kabullenmeyi ve gidip adamın boğazına sarılmak yerine çalışmayı öyle öğreniyorsun.

"Eğer bir insanı hayatta başarısız yapmak istiyorsanız ondan benliğini alın. Ben güzel bir çocukluk yaşadım ve bunun hayatıma olan faydasını görmeye devam ediyorum."

"Eğer bir insanı hayatta başarısız yapmak istiyorsanız ondan benliğini alın. Ben güzel bir çocukluk yaşadım ve bunun hayatıma olan faydasını görmeye devam ediyorum."

Bilardo oyununun içinde barındırdığı hoşgörüden de sık sık bahsediyorsunuz.

Zaten bilardo masasının etrafında pek negatiflik yoktur. Her seyreden, oynayan kişi vursun da sayı olsun ister. Sayı kaçsın istemek diye bir şey yoktur. O top ordan gelsin dolaşsın ve diğerine değsin isterler. İyi oynayan rakip tebrik edilir. Böyle olumsuzluklardan uzak bir enerji vardır masada. Ben de bunu gördüm. İnsanlar hep takdir ediyor, "Aferin çocuğa, bak nasıl oynadı" diyor. Hiç yuhalayan yok. E bir de tek başınasın. Rakip var ama oturuyor sen oynarken.

Kariyerinizin ilk yıllarında en sık gördüğünüz manzaranın da 'oturan rakipler' olduğunu söyleyebilir miyiz?

En başta oyun zor demiştim ve bu konudaki fikrim hiç değişmedi. Ancak devam ettikçe oynamaya ve çözmeye başladım. "Diğer arkadaşlar neden oynamıyor?" hissine kapıldım. Ben o işe kafa yoruyordum ama onların kafa yormadığını anlamamışım o yaşta. Derlerdi ya eskiden, "Ne işle uğraşıyorsunuz?" diye, şimdi "Ne iş yapıyorsunuz?" diyorlar. Uğraşmak yok artık pek. Ben o esnada uğraşıyorum, kafamda bilgileri birleştiriyorum, yeni bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Durumu çözümlüyorum ve onların da aynı şeyi yapması gerektiğini düşünüyorum. Sonra baktım ki rakipler benim perspektifimden yaklaşmıyor olaya. "Nasıl görünüyorum abi?" diye soruyorlar etrafa. İyi görünüyorsun, çok havalısın da sayı alamıyorsun, onu ne yapacağız?

Adapazarı'nın Bilardo Hiyerarşisi

Rahmetli Aslan Burak'ın kahvesi çok önemlidir bizim için ama ben oraya çok zor gittim. Öyle bir hiyerarşik düzen var ki şehirde, önce başka salonlarda oynayacaksın. İlk olarak Küçük Aslan'da oynadım. Adı niye böyle dersen de; büyük kahve Aslan'ın Yeri'ydi, onun küçüğü işte. Oradan caddenin karşısındaki Santral'e geçtim. Bu kademe atlamak demekti. Bir sonraki aşama da zaten Büyük Aslan'a gitmek. Bunu başarırsan tamamsın artık, ustasın. Rica ettim bir abimizden beni götürmesi için. Nasıl oynuyorlar merak ediyorum. Gittim böyle acayip bir sessizlikle ustaları seyrediyor herkes. Ama oynadıklarına bakıyorum pek bir şey yok, "Ben bunları yenerim herhalde" diyorum ama kimseye de söyleyemiyorum. Dayak yerim falan diye korkuyorum çünkü oradaki adamların bıyığı kadarım.

Daha 20 yaşına gelmeden önce Adapazarı'nda ve sonra da Türkiye'nin diğer bölgelerinde kulaktan kulağa anlatılan bir efsaneye dönüşmüştünüz. Bu esnada aklınızda bilardocu olmak gibi bir fikir var mıydı?

O zaman bilardocu olmak nedir ya, aklımda katiyen yok. Hani bizde bir tabir vardır ya, 'bilardo oynayana kız vermezler' şeklinde uyarlayabiliriz onu. Kızın babası soruyor, "Ne iş yapar oğlumuz?" diye. Bilardocu diyemezsin. E top var, sopa var… "Golf?" Yok, daha o aşamada değil Türkiye'de. Adama "Kahveye mi gidiyorsun sen?" sorusunu sorarlar, neredeyse utanacağım yani bu durumdan. Ama ben bilardoyu o kadar çok sevdim ki bu işte iyi olmak istiyordum. Bir yandan da bir şey bulmaya çalışıyorum. Abim, "Endüstri meslek lisesi imtihanlarına gir, bir baltaya sap olursun" dedi bana. Girdim, kazandım ve fena da okumadım bir süre ancak istediğim bu değildi. Abim az kalsın sap yapacaktı beni. Evet, okumak çok önemlidir ama bunu kendini eğittiğin bir dönem olarak görmek lazım. Ben bunu hissetmedim meslek lisesinde. Yarım dönem gittim ve bırakmaya karar verdim, bu kararı vermemde en çok yardımı olan şey bilardodur. Neden mi? Çünkü bilardo insanın karar mekanizmasını geliştirir.

Bilardocu olma hususunda ise önümde bir emsal yok. O zamanki ustalar kimler? Manifaturacı Kemal, mefruşatçı Mehmet Bey, çorapçı Hayri falan… Kelli felli adamlar bunlar, başka işleri güçleri var. Ben düz Semih. Böyle epey bir süre geçirdim. Adapazarı'nda millet beni yolda tanımaya başladı, 'ustaları dize getiren küçük şeytan' diye gazetelere çıkıyorum. Ama yani ben bu işi yapar mıyım, yaparsam ne kazanırım gibi şeyler düşünmüyorum. Biz toplum olarak herkes doktor olsun, herkes mühendis olsun, herkes çok para kazansın istiyoruz. İyi de kim heykeltıraş olacak bu memlekette? Bir işi yaparken mutlu olmak, kendini gerçekleştirebilmek de mühim. Tabii sevme meselesi de enteresan çünkü insan becerebildiği şeyleri sever. Bir işi ziyadesiyle becermek de çok çalışmaktan geçer. Biz tembeliz ülkece, çalışmadan çok iyi olmak istiyoruz.

Bilardo özelinde bu 'tembellik' tespitini yapmanız pek uzun sürmemiş olmalı zira genç yaşta bir İstanbul Şampiyonası oynadınız ve ülkenin 'en iyi' oyuncularını mağlup etme şansı buldunuz.

Evet, katıldığım ilk İstanbul Şampiyonası'nda birinci oldum. Tezcan Şen götürmüştü beni. "Oğlum sen İstanbul'daki bütün ustalardan iyisin" dedi bana. Karambol oynuyoruz o dönem tabii. Ben de "Ciddi misin Tezcan?" diyorum. Çünkü duyuyoruz bu büyük ustaları hep. 16-17 yaşında tüysüz bir çocuğun bilardo ustası olmak gibi bir durumu yok. Gittim, hatta bir tornacı abimiz de bana isteka yaptı. Altı tokyo lastiği, ortasını boyamış da sanki bölünüyormuş gibi gözüksün ama bölünmüyor. Bir de adamın tezgâhı kısa olduğu için isteka normalden kısa. Ne yapsın adamcağız? Gazeteye filan sardım onu. Turnuvada da şampiyon oldum. Sıkıntılı bir durum yani. Benim o koca koca yaştaki rakiplere "Seni yeneceğim" demem bile ayıp. Yaş her şey zannediliyor o dönem. Hâlâ var gerçi; "35 yıllık PR'cıyım ben, benimle öyle konuşamazsın" diyor mesela. E kötüsün abi. Daha da kötüsü, 35 yılda olamamışsın. Ben ne yapayım?

O sıralar karambol oynarken, sonrasında tüm spor hayatınızı üzerine inşa edeceğiniz üç bant oyununa geçişiniz nasıl gerçekleşti?

Üç bant oynanıyor da tek tük oynanıyor. Aslında kombine diye bir oyun var, o daha popüler. Beş sayı kırmızıdan alıyorsun, üstüne beş sayı üç bant alıyorsun, üstüne de beş sayı brikol alıyorsun. Ama böyle özel turnuvaları falan yapılmıyor üç bantın. İlk olarak 1983 yılında Ankara'da, Türkiye Üç Bant Bilardo Şampiyonası yapıldı. Ben girdim, dediler ki "Semih üç bant oynayamaz." O zamanın en usta üç bant oyuncusu Avni Köksal'ın arkasından ikinci oldum. 0,736 genel oynadığımı hiç unutmuyorum. Bugün bile o ortalamayı yapana "Sen de fena değilsin" derler. Kafayı buna yormaya başlamıştım, "Nasıl üç bant oynayamıyormuşum ben?" dedim. Oynarım kardeşim yani... Sonra karambole döndüm ama yurt dışında üç bantın popüler oluşu, profesyonelliğin bu oyunda oluşu cezbetti. Karambolün Avrupa'da geçerliliği kalmamıştı.

Zaten 1987 senesinde Antwerp'e giderek yurt dışı kariyerinizi de bir nevi başlatmış oldunuz. O yolculuk ne kadar zihin açıcıydı sizin için?

Rahmetli Osman Gökdemir geldi, "Çocuklar ben sizin sponsorunuzum" dedi. Üç günde gittik abi. Arabanın silecekleri koptu, yağmur felaket, ben kolu çıkarıp arada bezle siliyorum falan. Bir de hayatımda ilk kez yurt dışına çıkıyorum. Avrupa'ya gidiyorsun ya, Bulgaristan'a çıkınca sınırdan sonra dünya değişecek zannediyorsun. İlk gördüğüm şey eşek oldu. Çok komikti, "Eşek mi bu?" dedim hatta. Yani dünya değişmedi. Şimdi bir de benim için Türkiye'de, "Aman aman, bir yetenek bir yetenek" diyorlardı. Allah bilardo oynayayım diye yaratmıştı ya beni. Allah yarattı demediler, ağız burun giriştiler bana orada. "Merhaba ben geldim; müthiş bir yeteneğim, kupamı alabilir miyim?" diyemedim tabii. Üç bantta iyi olduğumu düşünüyordum ama değilmişim.

Bizde yabancıyı gözde büyütmek vardır ya. Abi ne alakası var adamın İsveççe konuşması ile iyi bilardo oynamasının? Ben de yaptım bunu, Crispin diye bir İsveçli oyuncuya yenildim gidip. Adam hâlâ, "Saygıner'in bana karşı galibiyeti yok" diye anlatıyormuş sağda solda. Bir kere oynadık, tabii olmaz.

Unutulmaz galibiyetler demişken 1992 ve Raymond Ceulemans'tan bahsetsem…

Dur ona geleceğiz ama önce bir maçtan daha bahsetmek lazım. 1991 yılında Bora Karatay'ın Efes Pilsen ile birlikte düzenlediği turnuva serisinde Ceulemans ile İstanbul'da bir maç oynadım. Setlerde durum 2-2, son sette 13-2 öndeyim ve iki sayıya ihtiyacım var. Bir anda, "Ben Ceulemans'ı yeniyorum" diye düşündüm ve tıkandım. Heyecandan verdim maçı. Torbjörn Blomdahl falan da var ama Raymond o esnada oyunun uzak ara bir numarası. Sonra 1992'de Dünya Kupası oynamak için Berlin'e davet aldım. Kuralar bir çekildi, ben yine Ceulemans ile eşleştim. Almanya'da yaşayan Türkler, kurayı görünce bir "Scheisse" patlattı. Neyse oynadık, ben maçı kazanınca da işler değişti.

Şunu merak ediyorum; İstanbul'da kaybettiğiniz maç, Ceulemans ile yeniden karşılaşırken aklınızı ne kadar kurcalamıştı?

Hiç. Zaten mekanizma buna müsaade etmez çünkü masaya eğildiğin an düşünmen gereken bir tek şey var. Oyuncuyu yukarı taşıyan şey de spesifik pozisyonda ne yapması gerektiğini bilmesidir. Geçmişi düşünmemeyi oralarda öğreniyorsun. Mesela geçenlerde iki maç kaybettim; biri Güney Kore'de, birisi de Frederic Caudron'a karşı. Bu sayede oyun içindeki zihinsel yapımla ilgili yeni bir karar daha aldım. Artık vücudumu unutarak oynamayı düşünüyorum. Nasıl mı? Bayağı vücut yok, kafa var sadece. İster konsantrasyon yoğunluğu de, istersen heyecandan arındırma de. Beyin telaşlıysa vücut reaksiyon veriyor çünkü, ben bundan sonra bunu ortadan kaldırmaya çalışacağım.

"Artık vücudumu unutarak oynamayı düşünüyorum. Nasıl mı? Bayağı vücut yok, kafa var sadece."

"Artık vücudumu unutarak oynamayı düşünüyorum. Nasıl mı? Bayağı vücut yok, kafa var sadece."

Son dönemde oyununuzun geçmişe oranla en önemli farkı olarak bu sükûnet hâlini mi gösterirsiniz?

Evet ama aslında oyun stilimi de bunun içine katmalıyım çünkü tüm sporculuğuma format attım ben. Şimdi içinde olduğum geri dönüş sürecimi şöyle değerlendireyim size: Yedi buçuk yıl ara vermişsin profesyonel kariyerine, bu aradan sonra Portekiz'e gidiyorsun Dünya Kupası oynamaya. Oynuyorsun ama o oynayan adam sen değilsin artık. İçinde o bilardo var ama maç eksikliği sebebiyle vücutta yok. Sistem değişmiş, artık skor işleyişi farklı. Set üzerinden oynanmıyor. Bir sürü yeni oyuncu türemiş, seni zayıf görüp palazlanıyorlar. Orada karşına çıkan her genç rakip, "Ben Semih Saygıner'i yeneceğim" motivasyonuyla hareket ediyor. Ama bilmiyor ki karşısındaki o eskiden olduğu kişi değil. Mike Tyson'ı bir yumrukta deviriyorsun çünkü kolları bağlı, yine zor ama yaptın diyelim. Bu, insanı çok rahatsız ediyor. Mesela Güney Kore'ye gittim, ön ön ön eleme oynadım. En son elememi 1993 yılında oynamışım. Düşün, ta o dönemden kariyerime ara verdiğim 2007'ye kadar eleme görmedim, hep seri başı oyuncuydum. Marco Zanetti bana, "Sen şimdi ön ön ön eleme mi oynayacaksın?" diye sordu. Acaba o oynasa aşağılanmış falan mı hissederdi kendisini? "Evet," dedim, "ne var ki bunda?" Zaten onun gibi düşünsem işim zordu. Eğer "Benim elemede ne işim var" desem olmazdı. Ona kibir deniyor. Kibir insanı zehirler, bitersin.

Ahmet Bayatlı ve Murat Tüzül gibi meslektaşlarınızla sohbet ettiğimde de sizin söylediğiniz minvalde şeyler duydum. Teknik olarak oyun stilinizi bu kadar değiştirmeyi nasıl başardınız?

Bugün oynanan bilardoya kendimi nasıl adapte edebilirim diye düşündüm. Eski oynadığım stil geçer akçe olmazdı çünkü, artık 'old school' kalmıştı. Üstelik kimse de bana bunu yapabileceğim konusunda kredi vermiyordu, devir değişmiş çünkü. "Yapamaz, mümkün değil. Onun oyunu geçmişte kaldı" dediler ama onlar beni tanımamış. Ben bir kere inatçı bir adamım, inatçı derken kendini yiyip bitiren bir inattan bahsetmiyorum. Bunu uzun vadeye yayan bir adamım. Hırslıyım ama hırsın çok çalışmak olduğunu bilen biriyim. Biz hırsı çıldırmak zannediyoruz. Manyak, hırs öyle bir şey değil ki... Antrenman odamda resmen ders çalışıyorum. Bak antrenman demiyorum, ders çalışmak diyorum. Oturup saatlerce eksik olduğum vuruşları, zayıf olduğum vuruş biçimlerini tekrarlıyorum. Eskiden oynarken kullandığım marjları değiştiriyorum çünkü şimdi daha isabetli olmayı gerektiren bir dönemdeyiz.

Kendimi en sert ve en acımasız şekilde eleştiren kişi de benim. Fakat çok kaybettiğim dönemde bir ara şunu hissettim. Tribünde oturuyorum ve bayağı amatör yorumlar yapıyorum kendi maçlarım ile alakalı: Yok rakip şanslıymış da, pozisyon bana denk gelmemiş de… Dedim kendime, "Oğlum ne yapıyorsun sen, senin pozisyona ihtiyacın mı var? Top masada kalsın yeter, sen bir yolunu bulursun." Ne zaman ki bu tespiti yaptım, başarının gelmesi iki ay sürmedi.

Bir süredir geri dönüşünüz üzerine konuşuyoruz ama daha büyük başarılar için filmi geçmişe sarmak lazım. 1999'da Avrupa Şampiyonu oldunuz, 2003'te ilk dünya şampiyonluğunuz geldi ve aynı sene 'Dünyada Yılın Oyuncusu' seçildiniz. Size göre en özel başarınız hangisi?

'Dünyada Yılın Oyuncusu' seçildiğimde aldığım kupa çok özel. Neden diyeceksin; çünkü Antwerp'te aynı otelde 16 yıl önce Crispin'e yenilmiştim ben. Bak Ceulemans'la oynadığım ilk maçı sordun az önce, evet o ikincisi esnasında aklıma gelmemişti ama bu geldi. Çünkü orada maç oynamıyorsun, bir ödüle layık görülüyorsun. Çıktım anlattım, "Hiçbir yer bilmezken, zihnimde yurt dışı diye bir imge yokken geldiğim bu yerde yılın oyuncusu seçildim" dedim. Çok acayip bir anıdır benim için.

Oyundaki Değişim

Raymond Ceulemans'ın "Semih dünya bilardosuna girdiğinden beri bilardonun oynanış şekli değişti" şeklinde bir değerlendirmesi mevcut. Farklı yaptığınız şey neydi?

İşte o değişimin meyvelerini aldı bir jenerasyon. Bu 'old school' öğreti seni zorluyordu ve sen öyle oynaman gerektiğini sanıyordun. "Bu sayıyı böyle vurmak zorundayım, bunu böyle yapmak zorundayım" diyordun. Ben 1990'ların ortalarından itibaren öyle şeyler yaptım ki "Hiç dediklerinizi yapmak zorunda değilim kardeşim" dedim. Yeni yollar açtım insanlara. Faydası ne oldu dersen, bilardoyu kolaylaştırma sürecine yardımcı olduğuma inanıyorum. Bir pozisyon var mesela, son topa ulaşacağınız rota üzerinde ikinci topa kalınlık ve falso ile alakalı bin tane oyun var. Tek bir yer yok. Ancak öğretilmiş eski sistemde bir tane vuruş var. E onu biraz daha ince ve az falsoyla vur, pozisyonu da kontrol et. Aslında sonsuzluk. Adam vuruyor, sayıyı alıyor ve kendisine çok zor bir pozisyon bırakırken, ben kendime dünyanın en kolay sayısını bırakıyorum. Niye bu tercihi yapmayayım? Hatta Harry van de Ven diye Hollandalı bir oyuncu arkadaşım bana "Bütün bildiklerimizi çöpe attın Semih" demişti. Adamlara öyle öğretiyorlardı işte, fazla metodik bir oyundu eskiden.

Sene 2004, yaşınız 40, oyununuz zirvede… Bundan sonra tek yol daha ileri gitmek ve spordaki hakimiyetinizi sürdürmek gibi görünürken ne oldu da sizi ara vermeye götüren süreç başladı?

Türkiye'de yönetici sporcudan daha önemlidir. Sporun geliştiği ülkeler ile Türkiye arasında bir fark var: Orada sporcular yöneticiler tarafından el üstünde tutulur. Hele de başarılı olmaya namzet veya başarılı olmuş sporcular iyice el üstünde tutulur. El üstünde tutmak dediğim de pohpohlamak değil, koruyup kollamak. Bizde ise sporcular yönetmeliklerle yöneticileri el üstünde tutmaya mecbur bırakılmış kişilerdir. Hadi sen yöneticiye 'gık' de. Bugün hâlâ aynı durum var, hepsi önde olmak istiyor. Barcelona kulüp başkanını tanıyor musun mesela sen sima olarak? Adam ofisinde oturuyor, gelip maçını izliyor. Messi'den önemli olmak isteyen bir Barcelona kulüp başkanı olabilir mi ya? O zamanki federasyonun benim hakkımda, "Federasyonun önüne geçiyor" diye bir yazılı iddiası vardı. Babacım öyle değil ki o iş. Sen ofisinde oturup sporu geliştirecek stratejiler üreteceksin. Benim hayatımı kolaylaştıracaksın. İşte bu sisteme karşı savaşırken spora ara verdiğim sürece ilerledim.

Çok tuhaf cezalar da aldınız o dönem.

Ne diyorsun, kurallar gereği oynayamayacağım bir maçın cezasını aldım ben. Bir takım dünya şampiyonasında şu yaşandı: Yedeklik statüsü diye bir şey var, iki kişiden oluşan takıma aksilik olursa bir oyuncu katılsın diye. Ama bu statü, turnuva öncesine kadar geçerli, yani kimse Almanya'ya yedeklerini getirmiyor. Tek giden yedek benim çünkü federasyon bunu istedi. Ancak açılış seremonisinde Yılmaz Özcan ve Adnan Yüksel yürüdükten sonra iş bitti. Diyelim ki Adnan'ın başı ağrıdı, mümkün değil oynamam. Ama başkan olan şahıs durumu, "Semih yedek kulübesinde istekasıyla oturuyordu, 'Allah belanızı versin' dedi ve girmedi" diye anlatıyor. Teknik direktör tribündeki oyuncusunu oyuna sokabilir mi? O hesap işte. Ben bunu müfettişe anlattım, "Ya sen çıkıp oynayaydın, o rezil olsaydı" demez mi… Dedim oğlum kaç sen buradan. Hep diyorum, doğru kararmış bilardoya ara vermek. Eğer vermesem başka bir adam olurmuşum çünkü, bu insanlarla hayat geçmez.

"Hep diyorum, doğru kararmış bilardoya ara vermek. Eğer vermesem başka bir adam olurmuşum çünkü, bu insanlarla hayat geçmez."

"Hep diyorum, doğru kararmış bilardoya ara vermek. Eğer vermesem başka bir adam olurmuşum çünkü, bu insanlarla hayat geçmez."

Birçoğuyla yakın arkadaş olduğunuz için soruyorum bunu; bilardo oynamak yerine sürekli bürokratik mücadele vermenize yabancı rakipleriniz ne diyordu?

Yabancı arkadaşlarım da şaşırıyordu ya. Ama tabii aynı zamanda büyük rakibiz, "İşimize gelir" diyordu adamlar bir yandan. Biz Tayfun Taşdemir ile iki sene üst üste takım dünya şampiyonu olmuştuk, ne oldu sonra gidip İsveç kazandı. Başkana, "Bak yanlış yapıyorsun, bu iş böyle olmuyor, bu kurduğun takım gruptan çıkamaz" dedim. "Altıncı hissime güven" dedi. Anlatabildim mi durumu? Sadece Türk bilardosu için değil, Türkiye spor tarihi için en kara dönem olabilir yaşananlar. Hayat boyu böyle bir spor adamı gelmez herhâlde Türkiye'ye. Mesela iki kere FC Porto'ya transfer oldum, ikisinde de son ana kadar imza atmadı resmi dokümanlara. Ve gazetelerde 'Semih'e Veto' şeklinde verildi bu haberler. O zaman Fanatik falan yazdı. Başkan ne dedi peki? "Yarın öbür gün Porto'nun karşısına bir Türk takımı çıktığında, Semih oradaki Türk oyuncuyu yenerse bunun hesabını nasıl veririm?" Başka sözüm yok.

Bu sorunların çıkış noktası var mıydı?

Hiçbir yanlışın yoksa bile ona boyun eğmeni istiyor. Düz durma böyle, ellerini birleştir ve "Başkanım" de. İyi de ben boyun eğecek ne kusur işledim? Niye eğiyorum boynumu? Beni anlatan en önemli şeylerden biri şudur; elli kişi toplasan boynumu eğemezsin. Ben sana bir saygısızlık etmiyorum ama saygı böyle bir şey değil. Benim üzerimden biraz güç devşirmeye çalışıyordu. "Ben Semih'i bile dize getiririm" gibi bir düşüncesi vardı. Hakemlik seminerlerinde falan neler anlatmış, "Onu şöyle ederim, böyle bitiririm" diye. Zaten adam düzmece belgelerle benim hayatımı, sporculuğumu bitirmeye çalıştı. Yok bayrağımı yere atmışım, seyircileri kışkırtıp Türk kafilesinin üzerine saldırtmışım, daha neler neler… Benim annemin babamın kemiği sızlamaz mı? Ama şu var ki iyiler her zaman kazanır. Sonuç olarak öyle bir dönem yaşandı bitti, oradan öğreneceklerimizi öğrendik.

Anlatıcı olma hikâyesi biraz bu dönemden çıktı. Birlikte çalıştığım Melih Dağaş'a dedim ki; "Bu adamların üstünden para kazanmazsam adım Semih değil." Şu anda Türkiye'de bilinen konuşmacılardan bir tanesiyim, firmalara gidiyorum ve hayatımı anlatıyorum. Bak onların yapamadıklarını, kendi yaşadıklarımı anlattım. Her gittiğim yerde de oldukça beğenildi. Orada yaptığım karakter, 'Yönetçi' o adam işte. Dünyadan haberi yok, ne yönetmesi.

Zirvede olabilecekken bilardo kariyerinize ara verdiğiniz yıllar, konuşmacılık dışında şarkıcılık ve oyunculuğun da hayatınıza katıldığı bir dönem oluyor. Bu noktada içinize kapanmayıp farklı şeyler yapacak cesareti nasıl buldunuz?

2006 Dünya Şampiyonası'nda gruptan dahi çıkamamışım. Çok mutsuz bir dönem, düşünün ki bilardo masasının başına ayaklarım gitmiyor. Yaşadıklarım beni spordan kafaca tamamen uzaklaştırdı. Havadan sudan aldığım cezaları çekiyorum ama henüz spora ara vermiş değilim. O sıralar televizyonda 'Şarkı Söylemek Lazım' programının tanıtımını gördüm, "Bir ünlü ve bir de şarkıcı, çift olup birlikte performans yapacaklar" diyor. Ben de çocukluktan beri şarkı söylemeye meraklıyım. Heyecanlandım ve programın yapımcısı Med Yapım'ı aradım. "Semih Bey adınız geçti ama girmezsiniz diye düşündük" dediler bana. Öyle düşünmüşler niyeyse ama girdim ben. Yeliz ile partnerdim, çok da eğlendim. Meğer sandığım kadar iyi şarkı söylemiyormuşum, bunu gördüm. Sonra öğrenmeye başladım, albüm yapayım dedim. Türk Sanat Müziği albümü yaptım ve bir ton para harcadım ona. İnsanlar zannetti ki albüm yapıp düğünlerde çıkacağım. Canım istiyor ve yapıyorum, sana ne? Almazsan alma, mesele o değil. Albümüm 2011'de çıktı ve enteresandır bayağı da sattı. Kendi dalında D&R'ın en çok satanlar listesindeydi o dönem.

Oyunculuk serüveni de benzer gelişmişti. 2005'te ilk cezamı aldığım dönemde, oyuncu olan yeğenime bir dizi görüşmesinde eşlik ettim. Rahmetli Tanju Korel de oradaydı. Beni de biliyor böyle lehçe yaparım, ilginç konuşurum... Tanju Abi, "Pavyon sahibi bir tip var, sen oynasana?" dedi. Nasıl olacak diye merak ediyorum bir yandan ama oynamaya karar verdim. Çekimler Altınoluk'taymış, git gel iflahım kesildi. Bir sezon, 26 bölüm sürdü o Zeytin Dalı dizisi. Üstelik para da veriyorlarmış, çok bir para değil ama sonuçta para. Bu esnada oyunculuk kitapları aldım, okudum ve kendimi geliştirmeye çabaladım. Sonra birkaç denemem daha oldu. Özcan Deniz ve Meltem Cumbul'la birlikte Aşk Yakar'da oynadım. Tabii sonraları hem oyunculuk hem müzisyenlik hususunda bu televizyon macerasını bitirdim. Fakat şarkı söylemek hâlâ aklımda, belki emekliliğimde bir yerlerde çıkarım. Şu anda ise bilardoya yoğunlaşmış vaziyetteyim.

Hiç "Acaba o arayı vermesem ne olurdu" deyip, aklınızdan alternatif bir senaryo geçirdiniz mi?

Bu olmayan bir şey üzerine kafa patlatmaya girer ki bana çok gerçekçi gelmez açıkçası. Bir üniversiteye gittim, oradaki arkadaş soru sordu, "Semih Abi, bir daha dünyaya gelsen ne olmak isterdin?" diye. Durdum, "Bir gelelim bakarız" dedim. Bu şekilde düşünüyorum açıkçası, o da öyle bir dönemdi ve yaşandı.

"Şarkı söylemek hâlâ aklımda, belki emekliliğimde bir yerlerde çıkarım. Şu anda ise bilardoya yoğunlaşmış vaziyetteyim."

"Şarkı söylemek hâlâ aklımda, belki emekliliğimde bir yerlerde çıkarım. Şu anda ise bilardoya yoğunlaşmış vaziyetteyim."

2014'teki geri dönüşünüzde, Ersan Ercan'ın Türkiye Bilardo Federasyonu başkanlığına gelişinin payı büyük olmalı. Sizi dönmeniz için ikna etmeye çabaladı mı yeni başkan?

Yönetim değişikliği olmasa, hiçbir kuvvet bana bilardo oynatamazdı zaten. Ben başka iş yapar, paramı kazanır, hayatımı idame ettirirdim. Fakat yeni bir dönem başlıyor, o kişiler on yıl sonra bertaraf edilmiş… Öyle bir atmosfer oluşunca tekrar oynamayı istedim. Herhangi birisinin beni ikna edişiyle olmadı bu. Kendi isteğimle döndüm.

"Artık neredeyse Dünya Şampiyonası seviyesinde" şeklinde anlattığınız Türkiye Şampiyonası'nı da iki kez kazanıyorsunuz döndükten sonra.

Öncelikle ben kendime iki sene koymuştum bu işe geri döndüğümde ama yetmedi. Niye yetmediğini de size söyleyeyim: Sporcunun en çok geliştiği şey resmî maçlar. Onu da hemen kaybediyorsun. Mağlubiyetten sonra hemen yeni maç yapıyor olman lazım ki bir alışkanlık kazan. Aktif oyuncular liglerde oynuyor Almanya'da, Belçika'da. Mesela Caudron maçı kaybediyor, üç gün sonra lig karşılaşması var. Benim öyle değil, dezavantajlıyım. Bunu da gördüm ve "Daha çok zamana ihtiyacım var" dedim, doğru hamleler yapmam lazımdı.

Dediğin gibi son iki turnuvayı kazandım ama ilk iki turnuvada da dayak yedim. O dönemde çok sıkı ve daha teknik bir çalışmaya girdim. Psikolojik kısımda biraz daha rahattım. Süreç uzadıkça psikolojik kısmı da beni zorlamaya başladı. Sonuçta ben de insanım, makine değilim. O yüzden, bugün yaptığım tespit önemli. Az önce "Vücudumu unutacağım" dediğim şey de o. Taktım kafaya, bildiğin makine gibi olacağım. Bu birilerine hırs değil, öyle olmayı istiyorum o kadar. Amacım hep aynı ruh hâlinde olmak.

Hikâyenizin bir başka bilardo efsanesi Ronnie O'Sullivan'la bazı paralellikler gösterdiğini düşünüyorum. Zira o da sizin gibi ilerleyen yaşlarında zihnen çok rahatladı ve bu da masadaki performansına yansıdı. Siz de onun Steve Peters'la yaptığı gibi, bir spor psikolojisi uzmanı ile çalıştınız mı?

Şenay (Gürler), "Mutlaka bir destek al" tavsiyesinde bulunmuştu. Bunu ben çözmek istedim. Kendi desteğimi kendim sağlıyorum o yüzden. Hayatımla ilgili bir felsefem var ve bir bakış açısı oluşturuyorum. İçimde fırtınalar kopmuyor. Çünkü bu işin doğasında yenmek olduğu gibi yenilmek de mevcut. Yenmek ve yenilmeyi kafanda ortadan kaldıracaksın. Yenilmemek için her şeyi yapacak ve stratejini de unutmayacaksın. Sakin bir adamdan korkarlar ama bağırıp çağıran adamdan kimse çekinmez. Bu dinginliğe erişmek için zihin kuvvetli olmalı.

"Snooker başka bir spor"

Sosyal medyada çok sık sorulan sorulardan birisidir bu, sizce snooker mı daha zor yoksa üç bant mı?

Üç bant kesinlikle daha zor. Şöyle söyleyeyim; snooker'da profesyonel seviyede öğrenilmesi gereken 200 detay varsa, bu sayı üç bantta on bindir. Mesela üst düzey snooker oyuncularına bakalım, şu anda müsait pozisyon bulunca paketi kırıp 80-100 sayı ile frame’i kazanmayan bir tanesi var mı? Yok gibi. Bizde açılışı yaptın diyelim, ikinci sayıyı alacağın garanti değil. Biz aptal mıyız, 15'er 15'er çekip bitirmeyelim? Yapılabilirliği yok ama. Snooker topun canlı olmadığı, daha çok bir 'shooting' oyunudur. İsteka daha serttir, falso neredeyse hiç kullanılmaz. Üç bantta topun gittiği açılar bambaşkadır, en ufak falso her şeyi değiştirir.

O zaman bir sık sorulan soru daha: Semih Saygıner neden hiç snooker oynamıyor?

Semih Saygıner neden bilek güreşi yapmıyor kadar absürt bir soru bu. Top var, isteka var ama aynı şey değiller. Alsam elime 30-40 çekerim, o kadar. Mesela geçen vurdum birkaç tane, "Sen oynuyormuşsun ya" dediler. Pool da (Amerikan) oynarım belli bir seviyede ama bu sporları gidip üst düzeyde yapmak başka mesele. Benim şu anda iyi bir snooker oyuncusu olmak için en az beş sene antrenman yapmam lazım. Hâlihazırdaki tüm bilardo bilgime rağmen ihtiyacım var buna düşün. Başka bir spor snooker.

Beğendiğiniz oyuncular kimler?

Ronnie O'Sullivan rahat oynayan bir oyuncu. Yetenekli ama sadece yetenek sizi bu seviyeye çıkarmaz, çok da çalışmış. Judd Trump diyorlar senelerdir. Ben pek 'inanılmaz' görmüyorum o çocuğu. Sert vuruyor falan ama akılcı vuruşları yok. Mark Selby donuk birisi, iyi bir stratejist. John Higgins yetenekli değil ama tam bir 'worker' diyebilirim onun için, müthiş özenli ve mücadeleci. Mesela Shaun Murphy ondan çok yetenekli ama o kadar başarılı değil. Bu son dönemde yamuk bakan solak çocuk başarılı, Mark Allen. Lambur lumbur bir hâli var bakınca ama iyi oynuyor. Zaten eğlenceli olan tarafı da bu. Eskiden çok seyrederdim ama kendi işime yoğunlaştığımdan artık fazla vakit bulamıyorum.

Zihnen daha dingin olduğunuz aşikâr, peki kariyerinizin geçmiş yılları ile kıyaslandığında oyun seviyenizi nasıl buluyorsunuz?

Hayatımda bundan daha iyi bilardo oynamadım. Henüz beklediğim dereceler gelmemiş olabilir ama şu an çok iyi oynadığımı hissediyorum. Geçmişte de iyi oyunlarım var ama onlar yanıltıcı. Sayı çekmek, gol atmak insanı kandırabilir. Atarsın üç beş gol kendini golcü zannedersin, oysaki değilsindir. 'Golcü futbolcu' kavramının içini doldurmak lazım. Senin o yeteneklerinle başkası on tane atarken, sen dört atmışsın. Bilardocu arkadaşlarımdan Roland Forthomme da "Eskiden oynadığından daha iyisin" dedi. Bu epey önemli. Düşünsene, yürümek nasıl normal bir hâl alır ve yavaş yavaş o stil oturur. Sen elli sene sonra kalkıp "Ben yürüyüşümü değiştireceğim" diyor ve başarıyorsun. Ben de artık daha küçük isteka hareketleriyle, pozisyonu devam ettirerek ve daha nokta atışı oynuyorum. Ne kadar çok kontrol, o kadar çok skor. Eskiden topa langır lungur girişir ve çok efor harcardım. Artık daha kompakt bir oyuncuyum.

"Dünya şampiyonu olmadan ölmem" diyorsunuz. Beklediğiniz o önemli derece ikinci dünya şampiyonluğunuz mu?

Ben onu aslında bırakmadığımı anlatmak için söylemiştim. "Dünya şampiyonu Semih Saygıner bilardoya neden ara verdi?" diye soruyorlardı, "Şu sebeplerden verdim ama dönerim" diyordum ben de. Kariyerimi dondurdum, bırakmadım ve bunu anlatmaya çalışıyordum. "Bir dünya şampiyonluğu daha kazanmadan bırakmam" demem biraz bundandı.

Ceulemans, Zanetti, Kim, Choi, Piedrabuena, Merckx, Blomdahl, Jaspers, Caudron, Patino, Sanchez, Saygıner

Ceulemans, Zanetti, Kim, Choi, Piedrabuena, Merckx, Blomdahl, Jaspers, Caudron, Patino, Sanchez, Saygıner

Akran sayılabileceğiniz Torbjörn Blomdahl, Marco Zanetti ve Dick Jaspers gibi rakipler yanınızda abiniz gibi duruyor. Fiziksel durumunuzun spora olan etkisi hakkında ne söylersiniz?

Aslında fit olmaktan kasıt karın kasları değil, kondisyonun yukarı çıkması. Kondisyon eğrisi diye bir durum var. Güne düz başlarsın, hop diye eğrin düşer. Biraz daha ileride düşmesi için çalışmak lazım. Yoksa ben karın kasları çıksın falan ondan bahsetmiyorum. İyi görünmek bir sonuç. Onun için yapmadım, ben aslında elli yaşının üzerinde spor ve iyi beslenmeyle ayakta durulabileceğini vurgulamaya çalışıyorum. Zaten kendimi hiç 54 yaşında gibi hissetmiyorum. Bir tek gözümde problem vardı ona da mercek takıldı ve şu an gayet iyi görüyorum. Tüm bunların bilardoya büyük faydası var, olmaz mı...

60 yaşına kadar oynama düşüncenizde bir değişiklik var mı?

Evet, 60 demiştim ama onu bilmiyorum şu an. Bu tamamen insanın sağlığı ile ilgili olan bir durum. Şimdi kendimi çok iyi hissediyorum, sorsan uçarım kaçarım ama bilemezsin. Oynamaktan keyif aldığım bir dönemdeyim. Hatta Şenay'la aramızda geçen esprili bir sohbeti anlatayım. Birkaç sene önce onunla yurt dışındaki turnuvalara gidiyoruz, ben genelde eleniyorum ilk turda, sonra gezip şehrin tadını çıkarıyoruz. Porto'da falanız çünkü, güzel yerler... Oyunumu yeniden bulmamla birlikte artık sonuna kadar ilerliyorum turnuvaların. Şenay da hep salonda benimle. Dedim ki "Dur bari iki gün önce gidelim de biraz gezelim." Bayağı güldük bu işe.

Konuşmalarınızda çok sık kullandığınız, artık mottonuza dönüşen bir 'rağmen' kalıbı var. Şu anda durduğunuz noktada geriye bakıp, "Her şeye rağmen mücadele ettim ama değdi" diyor musunuz?

Aslına bakarsan ben mücadele ettiğimi değil de olması gerekeni yaptığımı düşünüyorum. Zaten mücadele, etmiş olmak için edilen bir şey değil bir gerekliliktir. Maçı oynamış, kazanmış ya da kaybetmiş bir boksöre, "Mücadele ettin mi?" diye sormazsın. Ben de hiç ekstra bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Haksızlığa karşı bir mücadele verdim, belki bunu söyleyebilirim. Yedi buçuk yıl aradan sonra geri dönüş için müthiş bir mücadele verdim ve hâlâ devam ediyorum. Ama dediğim gibi bunlar zaten olması gerekenler. "Ne tür fedakarlıklar yaptınız?" diyorlar bazen. İşini fedakârlık olarak görürsen hiçbir şey başaramazsın ki. Eğer birisi başarısını, "büyük mücadele verdim" diye anlatıyorsa tıraştır o.

Röportajın en başında o iki topun hiçbir zaman yan yana gelmediğini anlatmıştınız. 'Bunu nasıl yaparım'a kafa yorarak çıktığınız yolda, aldığınız sonuç sizi mutlu ediyor mu?

Bir insan kendi hayatını eğlenceli hâle de getirebilir, zulüm hâline de getirebilir. Bu senin elinde olan bir şeydir. Ben hep şu örneği veriyorum: Hayatın bir tablo diyelim, sen yapmışsın onu ama karşında durduğunda beğenmiyorsun. E tuval sana boş gelmişti, yazık değil mi? Ufak tefek rötuşlarla hâlâ düzeltebilirsin. Benim de var beğenmediğim yerler, oralara yeşil atıyorum mesela, gitgide daha güzel bir resim oluyor. "Sana dağıtılan kartlara müdahale edemezsin ama o kartlarla ne oynayıp ne oynamayacağına sen karar verirsin" derler ya, o hesap. Başta elim kötüydü ama ben kartlarımı iyi oynadığımı düşünüyorum. O elin en iyisi bu…

Socrates Dergi