
Uyanış
10 dk
1993 Avrupa Basketbol Şampiyonası, Türkiye'nin iyi derecelerinden birini aldığı, favorilere kök söktürdüğü bir turnuva değildi ama geleceğin parlak günlerini müjdeleyen yepyeni bir basamaktı.
Türk basketbolu, 1981'de tarihinin ilk ve tek Balkan Şampiyonluğu'nu yaşayıp, o zamanlar sadece 12 ülkenin katılabildiği Avrupa Şampiyonası finallerinde yer aldıktan sonra uzun bir kış uykusuna yattı. İki yılda bir organize edilen Avrupa şampiyonaları gelip geçiyor, biz finalleri bağrımıza taş basarak uzaktan izliyorduk. Yetmezmiş gibi, akranımız gördüğümüz Yunanistan'ın aynı dönemde roket hızıyla yükselmesi ve 1987'de -biraz da ev sahipliği avantajından istifadeyle- devlere diz çöktürerek Avrupa şampiyonu olmasıyla derinden sarsıldık.
O dönemde basketbol ailemiz ikiye ayrılmıştı… Başarısızlığın nedenleri tartışılırken, birinci grup sonuçların normal olduğunu öne sürüyor; Efe, Erman ve 'Kara' Mehmetli kuşaktan sonra parlak yetenekler bulup çıkaramadığımız için uzunca bir süre büyük turnuvalardan uzak kalacağımıza inanıyordu. Bu teze karşı çıkanlar, özellikle 1965- 69 doğumlular arasında Avrupalı rakiplerinden aşağı kalmayacak gençler olduğunu ancak federasyonun bu yetenek havuzunu ehil ellere verip, organize bir takım yaratmak konusunda yetersiz kaldığını söylüyordu.
1993 Avrupa Şampiyonası Elemeleri, tartışmanın turnusol kağıdı oldu âdeta… Elemelerin ilk üç maçını Mehmet Baturalp'in koçluğu, Murat Didin'in asistanlığında oynayan milli takım, bir galibiyet alabilmişti. Mart 1992'de federasyon yönetimi değişti; Osman Solakoğlu'nun yerine Turgay Demirel geldi ve yeni başkanın ilk icraatı, milli takıma neşter vurup başantrenörlüğe Aydan Siyavuş'u getirmek oldu. Doğan Hakyemez de menajer sıfatıyla oyuncular ve teknik kadro arasında köprü kuracaktı. Değişen sadece isimler değildi elbette… Milli takım, formasından kamp yaptığı tesislere kadar geçmişin izlerini taşıyan her detaydan bir anda sıyrılmış, bu hamleyle oyunculara taptaze bir heyecan gelmişti. 1992'nin Kasım ayında sekiz gün içinde oynanan üç maçın (Çekoslovakya, Belçika, Hollanda) her dakikası aksiyon filmlerine taş çıkartacak gerilimdeydi. Üçü de mutlu sonla bitti ve Türkiye, 12 yıllık Avrupa Şampiyonası hasretini dindirerek Almanya'daki finallerin biletini aldı.
Berlin yolculuğu yaklaşırken beklenmedik bir şey oldu. Milli Takım'daki başarısıyla birlikte yeniden doğan koç Aydan Siyavuş'a, Galatasaray reddedemeyeceği bir teklif yapmıştı. Deneyimli teknik adam, Avrupa Şampiyonası biter bitmez, yeni kulübüyle bir sonraki sezonun çalışmalarına başlayacağını söylemek için Turgay Demirel ile buluştu ve başkanın Sıraselviler'deki ofisinde birer kahve içtiler. Fazla uzun sürmeyen görüşmeden sürpriz bir karar çıktı.
Demirel, milli takım başantrenörlüğünü gönüllü yapılan bir görev olmaktan çıkarmış ve Siyavuş'u federasyonun profesyonel çalışanlarından biri (muhtemelen en çok maaş alanı) yapmıştı. Bu koşullar altında kulüplerden biriyle kontrat yapmasına, onun transfer çalışmalarına katılmasına karşı çıkıyordu. Hatta Siyavuş'un aynı anda iki şapkayı birden taşımasının milli takımı içeriden oyacağına da inanıyordu. Bu yüzden "Ya milli takım ya Galatasaray" dedi ve yeni takımından ilk transfer taksidini bile almış olan Siyavuş'a şampiyonaya sayılı günler kala ayyıldızlı eşofmanlarına veda etmek düştü. Göreve apar topar Nur Germen getirildi. Süre o kadar dardı ki Germen'in vizesi bile zar zor yetişmiş, şampiyonanın tanıtım kitapçığında Türkiye sayfalarına Siyavuş'un ismini ve resmini koyan Almanlar ne yapacağını şaşırmıştı.
Oyun kurucu pozisyonunda Levent Topsakal, Orhun Ene, Erdal Koşan, skorer guardlarda Harun Erdenay, Serdar Apaydın, forvetlerde Hüsnü Çakırgil, Volkan Aydın, Lütfi Arıboğan ve uzunlarda Ömer Büyükaycan, Tamer Oyguç, Murat Konuk, Ömer Saybir'den oluşan kadromuzu Nur Germen, Çetin Yılmaz ve Cihansever Yeşildağ'dan oluşan teknik kadro yönetiyordu. Takımın tek eksiği, kulübü Efes'te mükemmel bir sezon geçirmiş olan ancak play-off final serisinde sakatlanan Ufuk Sarıca'ydı.
İlk turda şampiyonluğun en büyük favorisi Hırvatistan, Fransa ve Bulgaristan ile aynı gruptaydık. Yalnızca Bulgaristan'a diş geçirebildik. Çapraz gruptan Belçika, Estonya ve Almanya geldi. Ahım şahım bir takım olmayan Estonya'ya üç sayıyla kaybetmek umutlarımızı kırdı ama ertesi gün Belçika'yı mağlup ederek yeniden ayağa kalktık. 1936 Olimpiyat Oyunları'nda konkurhipik müsabakalarına ev sahipliği yapmış meşhur Deutschlandhalle'nin (ne yazık ki bugün yerinde yeller esiyor) tıklım tıklım tribünleri önünde Almanya ile oynadığımız maç turnuvanın kaderini belirledi. O randevunun galibi ilk sekize kalacak, kaybeden eve dönecekti. Almanya, bizden önce karşılaştığı Fransa ve Hırvatistan önünde tutunamamıştı. Christian Welp'li, Henrik Rödl'lü, Michael Koch'lu, Hansi Gnad'lı kadronun başında Svetislav Pesic vardı. Ev sahibi favoriydi elbette ama Volkan Aydın ve Ömer Saybir'in sürüklediği ay-yıldızlı ekip, ilk yarıyı önde bitirmeyi başardı. Uzun yıllar sonra katıldığımız Avrupa Şampiyonası'nda çeyrek finale 20 dakika kadar yaklaşabildik, gerisini getiremedik... O maçı 77-64 alan Almanya, sonrasında inanılmaz bir ivme yakaladı, bir daha arkasına bile bakmadı ve peş peşe galibiyetlerle turnuvayı şampiyon tamamladı.

İstatistiklere yansıyan ve basketbol tarihine geçenler kısaca böyle özetlenebilir. Altı maçta iki zaferle biten macera yurtta büyük yankı uyandırmasa da Türk basketbolundaki kuraklığın bitişi ve geçmişte benzeri yaşanmamış başarılarla dolu yeni bir dönemin ilk habercisiydi… Finallerin kapısını açan son üç eleme maçında, Yalçın Granit'in fikir babası olduğu bir yenilik denenmişti. Granit'in 'Motivasyon Ekibi' adını verdiği, eski milli oyunculardan kurulu bir grup, takımla beraber seyahat etmiş, Ostrava ve Den Bosch deplasmanlarından koparılan değerli galibiyetlerde oyunculara moral vererek, sinerji yaratarak büyük pay sahibi olmuştu. Granit, motivasyon ekibinin Almanya'daki şampiyonaya da götürülmesinde ısrarcıydı. Hatta ekibin, medyadan bazı isimlerin de davet edilerek genişletilmesi gerektiğini savunarak, o günler için hayli maliyetli diyebileceğimiz bu operasyona Başkan Demirel'i ikna etti.
Ben, sonraki yıllarda yolumun sıkça kesişeceği rahmetli İsmet Badem ile o yolculukta tanıştım mesela… Başka kimler vardı? İsmet Abi'nin özel isteğiyle onunla aynı odada kalmayı kabul eden ama sonra yüksek desibelli gecelere mahkûm olduğu için pişman olan Talay Erker… Henüz "Köyün Delisi" payesine ermemiş Bilgin Gökberk… O zamanlar hem ekran yüzü hem de başarılı bir koç kimliğiyle bir koltukta iki karpuz taşıyan Bülend Karpat… Kendi sporculuk zamanlarında böyle büyük turnuvaların havasını solumuş ağabeylerimiz; rahmetli Battal Durusel, Ömürden Kısagün, Ali Kazaz, Nusret Işıldaksoy; hepsini tek tek hatırlayıp sayamayacağım 50-60 kişilik bir grup… Spor yazarı olanlar, önceden akredite olmuş tabii ki. Dolayısıyla maçları basın tribününden izleyip, medya merkezindeki olanaklardan yararlanabiliyorlar. Olanaklar deyince, açmak gerek. Sadece istatistikler veya basın toplantılarına katılım hakkı değil. Bizimkilere asıl cazip gelen, çok zengin olmasa da gün boyu açık büfe ve sponsor desteği sayesinde sürekli takviye edilen bitmesi imkânsız buzlu biralardı. Bu durum, akredite olamayan, maçları federasyonun önceden ayırtmış olduğu biletlerle normal bir seyirci gibi izleyen (yerleri basın tribününe kıyasla kötü sayılırdı) grup üyelerinde huzursuzluğa yol açtı. Görevlilerin toyluğundan yararlanan birkaç kişi, Türk milletinin alametifarikası diyebileceğimiz uyanıklığa başvurdu ve kimi sosyal güvenlik kartını kimi de sürücü belgesini gösterip bunların Türkiye'de basın kartı olduğuna yemin billah ederek medya merkezine sızmayı başardı. Birkaç gün sonra organizasyon komitesi durumu fark edip önlem almıştı ama bu bile, Türk delegasyonunun rekor sayıda katılımla kayıtlara geçmesine engel olamadı.
Gün boyu içilen biraların getirdiği rehavetle tribünde yapılan şekerlemeler… Uykunun en tatlı yerinde yapılan bir anons veya tribünden yükselen büyük bir gürültüyle yerinden sıçrayıveren abilerimiz —bu konuda en büyük bedduayı Belçikalıların bandosu almıştır sanırım... Herkes yazısını sessizce yazıp o dönemin teknolojik cihazı olan faksla geçerken, biz Türklerin medya merkezindeki telefonlardan avazımız çıktığı kadar bağırarak maç yazısı yazdırması —hiç unutmam, Talay Abi yorumunda Estonya'nın skoreri Kuusma'nın adını doğru yazdırana kadar camlar zangırdamıştı… Hepsi çok güzel, pamuk şeker tadında unutulmaz anlardı. Bizi biz yapan o anlar, anılara dönüştü şimdi…
Harita Yeniden Çizilirken
1991 Avrupa Şampiyonası, Roma'da sadece sekiz takımla oynanmıştı. 1993 finallerinde 12 takımın buluşması planlanıyordu. Statü şu şekildeydi; önceki turnuvada ilk dörde giren ülkeler (Yugoslavya, İtalya, İspanya ve Fransa) Eurobasket 93'e doğrudan katılacak, diğer sekiz takım ise elemelerden gelecekti. Türkiye'nin de içinde yer aldığı 12 takım önce altışarlı iki gruba ayrıldı ve beş günde biten birer turnuva oynadı. 1991 yazında İzlanda ve İsviçre'de yapılan bu turnuvalardan toplam dört takım (Türkiye, Macaristan, Danimarka, Portekiz) bir üst tura yükseldi. Şimdi dörderli dört grupta buluşan takımlar deplasmanlı maçlar oynayacak ve gruplarında ilk iki sırayı alanlar, Avrupa Şampiyonası'na gidecekti. Biz, 1991'in altıncısı Çekoslovakya, Belçika ve Hollanda ile eşleştik. O sırada Çekler ile Slovaklar henüz boşanmamıştı. İlk perdesi Kasım 1991, rövanşları Kasım 1992'de oynanan maçlar sonucunda bizim gruptan Türkiye, Belçika, diğer gruplardan da İsrail, Almanya, Rusya, Bulgaristan, Yunanistan ve İsveç vizeyi aldı. Fakat bu süreçte Avrupa'nın politik kazanı fokurdamaya başlamış, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği gibi iki basketbol ülkesi tarihe karışmıştı. Harita yeniden çiziliyor, insanlar daha önce adını duymadıkları Litvanya, Estonya, Makedonya gibi ülkelerle tanışıyordu.
FIBA bu koşullarda, finallerde yer alacak takım sayısını 16'ya çıkarmaya karar verdi. Madem Yugoslavya diye bir ülke kalmamıştı, öyleyse onun elde etmiş olduğu pozisyon da dahil olmak üzere beş bilet için son bir eleme turnuvası oynanabilirdi. Gruplarını üçüncü bitiren dört takım (elemelerdeki Çekoslovakya burada Çek Cumhuriyeti oldu. İlaveten Polonya, Romanya ve İngiltere) ile Yaşlı Kıta'nın yeni yetme cumhuriyetleri (Litvanya, Letonya, Estonya, Belarus, Ukrayna, Moldova, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Slovenya, Makedonya, Slovakya) Wroclaw'da son bir eleme turnuvasına katıldılar. Sırbistan, Birleşmiş Milletler tarafından boykot edildiği için oraya çağrılmadı. Karadağ da henüz Sırbistan'dan ayrılmamıştı.
İlginçtir, o turnuvanın ilk ayağında Polonya ile Belarus'un gerisinde kalan Litvanya elendi. (Oysa 1992 Olimpiyat Oyunları'nda bronz madalya almışlardı.) Efsane koç Mirko Novosel yönetimindeki Hırvatistan, Slovenya, Estonya, Letonya ve Bosna trene son anda atlayan takımlar oldular.
Yalnızca bir gün sonra, Hırvatistan en büyük yıldızı Drazen Petrovic'i bir trafik kazasında kaybetti. Tüm dünyayı yasa boğan bu ölüm, Hırvat takımının kimyasını bozdu ve kadrolarında Dino Radja, Arijan Komazec, Stojan Vrankovic, Velimir Perasovic, Zan Tabak gibi isimler olmasına karşın üçüncülükle yetindiler.