"Vakit geçiyor, hayat doluyor"

7 dk

Nevşin Mengü'nün kendine has üslubuyla dikkat çektiği tek yer haber stüdyosu değil. Deneyimli gazeteci, Caner Eler’in sorularını yanıtladı.

Credit: redbull.com, Mahmut Cinci

Spor, sizin için çocukluktan kalma bir alışkanlık bildiğim kadarıyla. Biraz detay verebilir misiniz?

Uzun yıllar binicilik yaptım ama iş hayatına başlayınca bırakmak zorunda kaldım. Arada kayak yaptım, İran’da yaşarken biraz okçulukla ilgilendim. Hep kendimce bir şeylerle uğraştım. Binicilik zamanlarında pony okulunda hocalık yapıp at çalıştırdım ama onun dışında profesyonel bir geçmişim olmadı.

Koşuya geçiş nasıl oldu?

Hayatım boyunca spor yaptığım için yine bir arayışa girdim. At binmeye geri dönsem günde altı-yedi saatimi alacaktı. Dolayısıyla en pratik şey koşmaktı. Bir çift ayakkabı alıyorsun ve koşuyorsun. Bir de yaptığımız iş çok stresli, koşarken aynı zamanda kafanı boşaltmış oluyorsun.

Peki triatlona nasıl yöneldiniz?

İki tane maraton bitirdim ben. Maraton gerçekten çok başka ve kırıcı bir şey. Geçen ay Kuşadası’nda olimpik triatlon koştum mesela, maratonda yorulduğumun 10’da 1’i kadar yorulmadım. Triatlonun da en kırıcı kısmı koşu zaten. Bisikletten indikten sonra koşuya ‘taze’ başladıysan iş değişiyor. Ama Kuşadası’nda çok geç çıkabildim ben sudan. Hem yüzme konusunda biraz yeteneksizim hem de çok fazla dalga vardı. İnanılmaz panik oldum. Bir de ilk triatlonum, “Allah’ım yandım, ben bu dalgadan nasıl çıkacağım” dedim. Sudan çok geç çıkmama rağmen bisiklet ve koşuda herkesi yakaladım, hatta yakaladıklarımın yarısını geçtim. Herkesin kuvvetli olduğu taraflar var. Olmayan tarafları da kuvvetlendirmeye çalışıyorsun. Bu bir mücadele. Vakit geçiyor, hayat doluyor. Bir amaç oluyor insana.

Motivasyonunuz kazanmak değil bu arada, doğru mu anlıyorum?

Tabii canım. Zaten iş kazanmak olduğunda, olay başka bir şeye dönüşüyor. Benim zaten başka bir işim, başka bir hayatım var. Bir de burada sinir bozukluğu yaşamaya gerek yok. Zaten triatlon yapanların profili de daha çok benim gibi. Bu tip dayanıklılık sporlarında dayanışma önemli. Maratonda da o durum çok hoşuma giderdi. Halı sahada maç yapar gibi rakibinin ayağına basmaya çalışmıyorsun maratonda. Başka bir ahlak var. Biri düştüğünde, “Oh düştü lan rakibim” diye koşmaya devam etmiyorsun. Gidiyorsun, “Neyiniz var?” diyerek sırtına vuruyorsun. “Hadi devam” diye telkin ediyorsun. Triatlon da öyle. Değişim alanında herkes birbirine yardımcı oluyor. “Senin pompan var mı?” sorusuna, “Vermem, ben şampiyon olacağım” diyen biri yok! Çünkü herkesin işi gücü var. Hepsi belli olgunluğa erişmiş insanlar.

Antrenman programınız nasıl?

Triatlonda tek başına çok iyi bisiklete biniyor veya yüzüyor olmak hiçbir şey ifade etmiyor. Hepsini bir arada yapabilmen lazım. Koştuktan sonra hemen yüzme veya yüzdükten sonra hemen koşu. İki antrenmanı her zaman birleştiriyorum. Tabii çift antrenman vakit aldığı için sabah 5’te kalkıyorum. Sosyal yaşantım yok. En fazla evimin yanındaki barda arkadaşımla iki bira içebiliyorum. O kadar yoruluyorsun ki zaten, iki birada pert olup kendini yerlere atıyorsun!

“Koşmak kafa yapar” diye bir şey söylemişsiniz, biraz açar mısınız?

Yapar tabii. Onun bilimsel bir dayanağı da var. Bir triatlon dergisinde yabancı bir doktorun makalesini okumuştum. Uzun mesafe gittiğin zaman ‘endokanabinoid’ diye bir şey salgılıyormuşsun. Hatta bunu köpekler de salgılıyormuş. Makalenin konusu buydu, köpeklerin insanın en iyi arkadaşı oluşunu anlatıyor. Bunun nedeninin de şu olduğunu söylüyorlar; normalde sen doğada, yani mağarada yaşayan bir adamken hiçbir medeniyet yok. Nasıl beslenebilirsin? Kuvvetsiz ve çok yavaş olduğun için dayanıklı olup uzun mesafe gitmen lazım. Sen bir ceylanı sprintle yakalayamazsın. Ne olacak? Ceylan kaçacak sen de belli bir tempoyla kararlı bir şekilde arkasından gideceksin. Mesela 30 kilometre. Evet, ceylan sprinter bir hayvan ama 30 kilometre sprint yapamayacağına göre 20 metre koşup duracak, 20 metre koşup duracak ve sen onu avlayacaksın bu şekilde.

Ya da uzun uzun gideceksin ki yiyebilecek bir şeyler bulabilesin. Aynı zamanda köpekler de çok koşunca ‘endokanabinoid’ salgılıyormuş. Hani çok koşunca böyle bir dilleri dışarı çıkar ya, garip bir ifade gelir suratlarına. İnsanlarda da öyle. Mesela kedilerde yokmuş. Kedi sprint hayvanı. Ne kadar enteresan değil mi? Koştukça kendini iyi hissediyorsun. Uzun mesafe gittikçe kendini iyi hissetmiyorsan soyun tükeniyor zaten bir şekilde. Gitmek istemen lazım ki hayatta kalabilesin.

Sporun yanında gündemi takip edebiliyor musunuz?

Tabii, zaten benim hayatım o. Çok fazla siyaset konuşulan, siyasetle uğraşan insanlarla dolu bir ailede doğduğum için hayatımın büyük bir parçası da siyaset. Mesela kardeşimle oturduğumuzda, “Siyasetten başka bir şey konuşmaz mısınız siz?” der herkes.

Konu başka bir yerden oraya mı dönüyor yine?

Triatlondan bile dönüyor!

Aileden gelen bir miras gibi yani?

Bizde zaten herkes farklı, hepsi başka tellerden çalıyor. Annem ve babam yaşlandıkça biraz daha keskinleşti ama gençken çok demokratlardı. Ben daha üç yaşındayken, kardeşim doğmadan önce, beni karşılarına alıp “Kardeşin sana ne desin evladım? İsminle mi hitap etsin yoksa abla mı desin?” diye sormuşlardı. Evde her şey oylamayla oluyordu. Bu yüzden ailede herkes başka bir telden çalar. Arada kavga falan da oluyor ama bu sayede müzakere etmeyi öğreniyorsun. Biri Twitter’da, “Baban CHP’li, kardeşin milliyetçi, senin ne olduğun belli değil. Ne biçim adamlarsınız!” yazmış mesela.

O tepkileri ciddiye alıyor musunuz?

Onların büyük kısmı ‘troll’ zaten. Anlayınca “Geç, geç, geç!” diyorsun. Bazen de bakıyorsun; karşıdaki gerçekten samimi bir şekilde şikayetini yazmış. Dikkate alıyorum tabii onları. Kamuya açık bir iş yapıyorum. Yeri gelirse suratına da tükürecekler. Bu iş böyle. Daha başlarken bunları kabulleneceksin.

Peki o farklı tarzınız doğal bir şekilde mi ortaya çıktı?

Öyle diyorlar. Ben neysem oyum. "Dur bakalım şimdi kolumu da şöyle koyayım" diyerek olmaz zaten bu iş. Sürekli hesap yapılır mı?

Günlük yaşantının yansıması yani...

Tabii. Televizyon izlerken, muhabirken bunu hep düşünürdüm. Yurt dışından başka kanalları izlerdim. Bizdeki “Giyindik, boyandık ve şimdi kimsenin konuşmadığı bir Türkçe ile size bazı şeyler anlatacağız” durumu orada yok. Bazı kelimeleri kullananlar artık kalmadı. ‘Belirtildi’ ne ya? Beni çıldırtıyor bunlar.

Bir de mesela “Güzel Türkçemiz katlediliyor” diyorlar. Ablacığım senin “Güzel Türkçe” dediğin kelimelerin yüzde 70’i Farsça, sen bana neyi anlatıyorsun ya? “Okey” denmemeliymiş. Neden birader? Neden yani? “Tamam” hangi dilde? Farsça abi! Böyle yarı cehaletle oluşturulmuş şablonlar beni delirtiyor. “Televizyonda kamera kelleden kelleye geçmez” diye bir kural var. Niye abi? ‘Like’lamak’ denmez. Niye kardeşim? Bana bunun sebebini izah edebiliyorsanız tamam. Burada nasıl konuşuluyorsa televizyonda da öyle konuşulmalı. Orayı hayattan soyutlayıp başka bir yere koyduğunuzda gerçeklikten uzaklaşıyorsunuz.

Nereye gidiyoruz sizce ülke olarak? Bir karamsarlık var, ondan soruyorum.

Türkiye’nin bir dönemeçte olduğu belli. Hakikaten bir rejim meselesi var. Yok dindarolacak, olmayacak falan. Türkiye’nin derdi zaten şu noktadan sonra siyasal İslam değil artık. Türkiye en fazla bu kadar muhafazakâr olabiliyor ve o da ittirme kaktırmayla. Türkiye bir merkez sağ ülkesi. Bunu biliyoruz. Hangi rejimde yaşayacağız? Bunu göreceğiz. Türkiye’nin bir rejim dönemecinde olduğu artık aşikâr. Cumhurbaşkanı Erdoğan da başkanlık sistemi istediğini açıkça söylüyor. Artık göreceğiz. Halk seçimini yapacak.

Kutuplaşma var mı sizce?

Felaket bir şekilde var ve bu körükleniyor. Hiç açılmaması gereken bir motor vardır ya, o açılmış durumda. Lümpenliğin ve sığlığın önünün çok açıldığı bir dönemdeyiz. Aslına bakacak olursanız, en büyük sıkıntı bu. Lümpen şiddet ve vandallık yürüyor. "En doğrusu bu" denilerek bu durumun önü açılıyor. Bakalım nereye gideceğiz? Tabii bu vandallığı körükleyenler de bunun sonuçlarını görecek.

Mesleğiniz gereği sürekli kendinizi farklı travmaların içinde bulabiliyorsunuz. Mesela en son Ankara’da yaşanan katliam. Normal hayata nasıl devam edebiliyoruz?

Edemiyoruz ki. Sürekli gerginiz, sürekli sinirliyiz. Sokakta insanların suratlarına baksana. Normali bu diyeceğim ama bu sürdürülebilir bir durum değil.

Okumaya vaktiniz oluyor mu? Geçen gün Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam’ını gördüm elinizde. Hoşunuza gitti mi?

Güzeldi, çok hoşuma gitti. Oradaki hesaplaşma ve ev temizleme alegorisi falan... Okumak ve gündemi takip etmek hayatın bir parçası zaten. Ekstra yaptığımız bir şey değil. Evde yemek yiyip Mirgün’e (Cabas), Şirin’e (Payzın) falan bakıyorum mesela, bir şeyler oluyor mu diye. Sonra hemen okumaya başlayıp yatana kadar bir şeyler okuyorum. Televizyon izlemekten falan sıkılıyorum çünkü. Hatta güzel bir kitap alınca “Hemen okuyayım” diye hevesleniyorum. Mesela uçakta Levent Gültekin’in kitabını bitirdim. Akıcı bir dili vardı.

Socrates Dergi