Var Olmak Algılamaktır

7 dk

Maçlar, stadyumlar, goller... Bütün bunların gerçek olmadığını öğrenseniz ne yapardınız?

Jorge Luis Borges’in nelerden hoşlandığını herkes bilir. Öykülere tutkundur, mitler, efsaneler, destanlar ilgisini çeker. Hayatta çok fazla silahla işi olmamıştır fakat edebiyatta gangsterleri, mafya hikâyelerini okumaya bayılır. Peki sevmedikleri? Bu konuda da dürüsttür. Annesi dışında fazla kadınla muhabbeti olmamıştır yaşamda, yazdıklarında onların izine rastlanmaz. Romanlarla arasında da çok büyük bir bağ yoktur, hiçbir roman ona kısa bir öykü okumanın zevkini tattırmaz. Ve futbol. Arjantinli yazar, 20. yüzyılın başında ülkesinde salgın bir hastalık gibi yayılan futbol sevgisinden nefret ettiğini hep söyler. Futbolu estetik olarak çirkin bir oyun olarak nitelendirir, üniversitede verdiği derslerden birini 1978 Dünya Kupası’nda Arjantin’in açılış maçını oynayacağı saate koyar ve bu oyunun dünyada gördüğü ilgiyi şöyle açıklar: “Futbol popüler, çünkü aptallık da popüler.”

Bu yüzden Arjantinli yazarın bir futbol öyküsü yazması garip geliyor değil mi? Borges’in hastası olduğu Morel’in Buluşu kitabını yazan yakın dostu Adolfo Bioy Casares ile birlikte kaleme aldığı Esse Est Percipi kendine has bir öykü. Şimdi ikilinin oyuna girme vakti. Biz aradan çekilelim.

Nunez bölgesini ve çevresini eskilerden beri arşınlayan biri olarak anıtsal River Plate stadyumunun yerinde olmadığını fark etmem uzun sürmedi.

Şaşkınlık içinde, Arjantin Edebiyat Akademesi’nden eski dostum Dr. Gervasio Montenegro ile konuştum ve sayesinde harekete geçtim. O dönemler, Arjantin gazetecilik tarihinin bir derlemesini yapıyordu, ofisini son derece meşgul eden bir çalışmaydı ve yaptıkları araştırmalar Montenegro’yu genelde meselelerin kalbindeki düğümü çözmeye teşvik ediyordu. Kafasını iki yana sallamadan evvel, beni ortak arkadaşlarımızdan olan ve Abasto Juniors takımının başkanlığını yapan Tulio Savastano’ya yönlendirdi, ki ofisi, Corrientes Caddesi ile Pasteur Sokağı'nın kesiştiği noktadaki Adamant binasının içerisindeydi. Aceleyle gittim.

Bu yüksek seviye yönetici, komşusu olan Dr Narbondo’nun verdiği sert rejim reçetesine rağmen fit ve enerjik görünüyordu. Takımının Canary Island All-Stars karşısında aldığı galibiyetle şişinirken bir yandan da iki arkadaş arasındaki ilişkinin detaylarını anlatıyor, odadaki halıyla alakalı soruma ayrıntılı bir cevap veriyordu. Ona sürekli eski zamanlardan, Agüero yakınlarındaki Humahuaco yıllarından birbirini tanıyan iki çocukluk arkadaşı olduğumuzu hatırlatırken ofisinin büyüklüğüyle şaşkına dönmeye devam ediyor, aramızdaki buzları eritmek için Zarlenga ve Parodi’nin hücumdaki presiyle başlayan, Musante’nin tarihi pası ile şekillenen ve santrahaftaki Renovales’in gole çevirdiği final pozisyonu nedeniyle onu kutluyordum.

Abasto takımına verdiğim desteğin farkında olan bu büyük adam dostuna ağzını şapırtadarak, sesli düşünen birinin edasıyla, felsefi bir şekilde “Ve düşününce, bütün bu isimleri icat eden benim” dedi. “Takma isimler mi” diye sordum, kederli şekilde. “Musante’nin adı Musante değil mi? Renovales, Renovales değil mi? Limardo, taraftarların taptığı o büyük idölün gerçek adı değil mi?"

Savastano’nun yanıtı bütün uzuvlarımı titretti. “Nasıl yani? Sen hâlâ taraftarlara ve idollere inanıyor musun? Hangi dünyada yaşıyorsun, don Domecq?” O anda, itfaiyeciye benzeyen üniformalı bir çalışanı geldi ve Savastano’ya Ron Ferrabas’ın onunla konuşmak istediğini fısıldadı.

“Rom Ferrabas, kadife sesli spiker değil mi?” diye haykırdım. “Sahip olduğum bu gözler onu canlı mı görecek? Peki adının Ferrabas olduğu mu?” Bay Savastano emretti: “Söyleyin, beklesin.”

“Onu bekletmek mi? Kendimi feda etmem ve buradan ayrılmam daha iyi olmaz mı?” diye yürekten bir ricada bulundum.

“Hiç zahmet etmeyin,” diye cevapladı Sevastano: “Arturo, Ferrabas’a içeri girmesini söyle.”

Ferrabas’ın odaya girişi ne kadar da doğaldı! Ona kendi koltuğumu sunacaktım fakat itfaiyeci kılıklı Arturo, bana soğuk hava kütlesini andıran bir bakış attı.

Başkanın sesi tedbirliydi. “Ferrabas, De Filippo ve Camargo ile konuştum. Sonraki maçta Abasto 2-1 yenilecek. Bu zor bir maç fakat aklından çıkarma, Musante’den Renovales’e giden o pas mühim. Taraftarlar onu kalpten seviyorlar. Biraz hayal gücü istiyorum, anlıyor musun, hayal gücü? Şimdi çıkabilirsin.”

Bütün cesaretimi toplayıp sordum: “Bu sohbetten maçların önceden ayarlandığı sonucunu mu çıkarmalıyım?”

Savastano’nun yanıtı beni şaşkına çevirdi: “Skor gerçek değil, takımlar gerçek değil, maçlar gerçek değil” dedi. “Uzun yıllardan beri stadyumlar paramparça halde. Şu anda her şey televizyonda ve radyoda sahneleniyor. Spikerlerdeki o sahte heyecan seni bugüne kadar her şeyin üçkâğıt olduğuna dair hiç şüphelendirmedi mi? Buenos Aires’te en son bir futbol maçı oynandığında takvimler 24 Haziran 1937’yi gösteriyordu. O andan beri futbol, birçok diğer spor dalı gibi, kabindeki tek bir adam ya da televizyon kameraları önünde forma giyen aktörler tarafından sahnelenen bir drama sanatı.”

“Peki bayım, bütün bunları kim icat etti?” diye sordum.

“Kimse bilmiyor. Elbette kimin ilk aklına okul açma fikrinin geldiğini ya da taç giyme törenlerinin nereden çıktığını sorabilirsin. Fakat böyle şeyler kayıt stüdyoları ve gazete ofisleri dışında yaşanmıyor. Emin olabilirsin, Domecq, modern zamanların alametifarikalarından biri de kitle propagandası.” “Peki uzayın fethi?” diye mırıldandım. “O yerel bir prodüksiyon değildi, Amerika-Sovyet ortak yapımıydı. Takdire şayan bir ilerleme olduğunu yadsımamak lazım, bilimsel piyeste.”

“Başkan, beni korkutuyorsunuz” diye mırıldadım, aramızdaki hiyerarşiye bakmadan. “Bana dünyada hiçbir şeyin yaşanmadığını mı söylemek istiyorsunuz?"

“Very little” dedi duygusuz İngilizcesi ile. “Anlamadığım şey, yüzündeki bu korku. İnsanoğlu evinde huzur içinde oturuyor, yazılı basına bakmadığı anlarda genelde ekrana ve spikere dikkatini veriyor. Daha fazla ne isteyebilirsin ki, Domecq? Zamanın güzel bir yürüyüşü bu, yükselen bir eğilim.”

“Peki bir gün balon patlarsa?” diye sordum, zorlukla.

“Patlamayacak” cevabını verdi, kendinden emin şekilde.

“Eğer merak ediyorsan, bir mezar taşı kadar sessiz olacağım” sözünü verdim. “Takıma, size, Limardo’ya ve Renovales’e duyduğum kişisel bağ adına yemin ederim.”

“Ne dersen de, kimse sana inanmayacaktır.” Telefon çaldı. Başkan bir eliyle ahizeyi kaldırdı, boşta kalan diğeriyle de bana kapıyı gösterdi.

Türkçede Jorge Luis Borges kitapları İletişim Yayınları'ndan çıkmaktadır.

Çeviri: İnan Özdemir

Socrates Dergi