
Varoluş Krizi
13 dk
Önemli olan katılmak mı yoksa zafer şampanyasını yudumlamak mı? F1 aleminde varolmanın dayanılmaz ağırlığı altında mücadele edenler karşınızda...
Profesyonel sporlarda önemli olan katılmak değil sevgili okuyucular. Sporda bireysel katılımın önemi bizim gibi sporu yeni yeni günlük hayatı içerisine alan toplumlar için yüksek ola da emin olun profesyonel sporda katılım göstermekle yetinenler bile ilk adım attıklarında sadece katılmış olmayı düşlemiyorlar.
Bazı sporlar bu konuda biraz daha şanslı. "Kime göre, neye göre?" sorusundan yola çıkarsak başarı ve kazanma kavramlarını farklı yönlerden tanımlayabiliyoruz. Bir basketbolcu için NBA'de ilk beş başlamak çok net bir hedef. Futbolda kalburüstü bir takımda orta sahayı toparlayan adam olmak, katılım gösteriyor olmaktan fazlasını hissettirir. Hakeza kupa kaldırma ihtimalleri… Kupa kazanmaya kadar gitmemize gerek bile yok. Bireysel mücadeleye sahne olan sporların çoğunda 'kazanan' olarak anıldığınız günler bakımından bolluk ve bereket var. Tenis olur, snooker olur, olur da olur…
Motor sporları böyle değil. Bir yarışta sadece bir kazanan, iki teselli edilen, en az 17 tane de kaybeden bulunur. Üzülmesinler diye podyuma çıkanlara kaybeden demiyorum, düşünün. Hiç şüpheniz olmasın ki podyuma çıkanlar -ilk üçe girenler- da arkada bağladıkları ellerinde tuttukları şapkayla kazanan pilotun milli marşına ritim tutarken birinciliği nasıl kaybettiklerini düşünüyorlar. Takımlar, şampiyon olmadıkları sürece kaybettiklerine inanıyorlar. Üstelik alışık olduğumuz -bir kazananın bir de kaybedenin olduğu- spor dallarının aksine Formula 1'in bir sezonu sonunda takımlar bazında bir kazanan dokuz kaybeden, pilotlar bazındaysa bir kazanan ve 19 kaybeden yer alıyor. Atlantik'in öbür ucundaki nispeten daha eşit fırsatın olduğu IndyCar ve NASCAR'da her pilotun az da olsa galibiyet umuduyla başladığı yarışlar izlenebiliyor. Formula 1'de ise kazanması için piste göktaşı düşmesi gereken takımların oranı en az onda dört. Madem durumlar böyle, bu takımlar niye yarışıyorlar?
Gene Haas romantik biri değil. Hatta romantizme, vergi ödemek kadar karşı olduğunu düşünüyorum. CNC makinalarının reklamını en iyi yapabileceği alanın motor sporları olduğunu düşünen Haas, NASCAR'da başarılı olunca direksiyonu Formula 1'e çevirdi. Ferrari ile işbirliği yaparak spora girince de henüz ilk yarışlardan itibaren bir orta sıra takımı olma iddiasına sahip oldular. Yine de hiçbir zaman kazanma ihtimalleri yoktu, muhtemelen büyük bir markanın defacto fabrika takımı olmadıkları sürece de olmayacak. Zaten yarış tutkusu ve F1 hayallerinden değil, markasını tanıtmak için girdiği sporda Gene Haas, istediğini alıyor.

Gene Haas
Williams artık yeni bir takım. Dorilton Capital'ın aileden devraldığı organizasyonu yeni bir oluşum olarak okumak lazım. Williams isminin değerini bilmeseler takımın adı değişebilecek kadar büyük bir süreç çünkü. Dorilton'ın amacıysa spor takımı satın alan tüm Amerikalılarla aynı: Büyüyen bir ligden takım al, batırma, değerinin kendiliğinden yükselmesini bekle, düşüşe geçmeden sat. Bütçe kısıtlaması sayesinde çok verimli bir yatırım haline gelen Formula 1 takımlarından hem geçmişinde şampiyonluklar olan hem de şu an oralarla alakası olmadığı için pahalıya patlamayacak bir takımı satın almak neredeyse risksiz denilebilecek bir yatırım. Fakat Williams'ın ilk yıllarından ilk şampiyonluklara kadarki zamanında takımın varoluşunu 'inat' ve 'tutku' kelimeleriyle açıklayabilecekken şu an nispeten biraz daha sıkıcı bir kelimeye başvuruyoruz: Yatırım.
Aston Martin ise Williams'ın tam tersi diyebiliriz. Yıllarca maddi verimlilik açısından takdir gören bir takım olduktan sonra büyük yatırımlarla artık kazanmak istiyorlar. Bunun için güçlü bir marka ve tamamen yeniledikleri tesislerle, üstüne üstlük başarılı takımlardan transfer ettikleri beyinlerle işi büyütüyorlar. Eddie Jordan bu takımın temellerini attığında Formula 1'i seven, deli bir İrlandalı girişimciydi. Zaman zaman tarihin doğru tarafında kalıp yarışlar kazandılar hatta kısa süreliğine şampiyonluk adayı bile gösterildiler. Hep bir sempatiyle karşılaştılar. Bunda, iyisiyle kötüsüyle Eddie'nin antikalıklarının payı büyüktü. 2006'da Midland, 2007'de Spyker adlarıyla pek dikiş tutturamasalar da bir başka eksantrik girişimci Vijay Mallya'nın takımı devralmasıyla Force India yine puan başına en az para harcayan, verimli haline dönüverdi. Arada podyumlar, çoğunlukla puan almak onlara yetiyordu. Yine de bütçe kısıtlaması öncesinde Formula 1 orta karar takımlar için bir cehennemdi. Lawrence Stroll ve Sergio Perez takımı kapanmaktan kurtarınca Stroll'un takımı başka bir yola koyacağı aşikardı. Formula 1'in en kazanmak zorunda olmayan takımı artık beş-altı yıl içinde kazanmak zorunda.
Bazı takımlarsa kazanma amaçları olmasa dahi bir okul olmayı başarabildiler. Minardi ve Sauber yıllar boyunca genç yeteneklerin Formula 1'e ilk adımını sağladılar. Tedrisatlarından geçen isimlere baktığınızda gridin genelde ön tarafıyla pek alakası olmayan bu takımların ne kadar temel bir ihtiyacı karşıladığını görüyorsunuz. Alt serilerden Formula 1'e çıkmak hep zordu. Üstüne çıkar çıkmaz rekabetçi bir takımda yer almak nadir görülen bir durumdu, hâlâ da öyle. Bu yüzden pilotların F1'e adım attıktan sonra pişmesine fırsat tanıyan bu takımlara büyük ihtiyaç var. Sauber yıllarca pek çok büyük markanın işbirliğiyle onların pilotlarını yarıştırdı. BMW ile geçen ilginç dönem hariç şampiyonluk hedefleri de pek olmadı. 2026'da Audi bünyesine girmeye hazırlanan Sauber yine BMW dönemine benzer bir sürece mi girecek göreceğiz. Minardi ise malumunuz, junior programı en kalabalık ve başarılı olan Red Bull'un B takımı haline geldi. Önce Toro Rosso, ardından da AlphaTauri adıyla kendi genç pilotlarına ilk adımı bu takımda sunuyorlar.
Bir dönemler tıpkı eski futbolcuların birtakım girişimlerle birikimlerini hiç etmesi misali, F1'de de isimli pilotların takım kurup kısa sürede yaka silktikleri bir dönem yaşandı. Alain Prost'un kendi adını verdiği takımı Prost GP kısa ömürlü olurken, Sir Jackie Stewart'ın Stewart GP'si kabuk değiştirerek varlığını sürdürüyor. Önce Ford bünyesindeki Jaguar'a satılıp hatırı sayılır bir maddi batış gerçekleştiren takım -ki buna 2004 Monako GP'sinde esrarengiz şekilde kaybolan elmas dahil değil- Red Bull'un ellerinde yükselerek Formula 1'in yeni dönemdeki ideal takım anlayışının temellerini attı. İşin özüne baktığınızda, Dietrich Mateschitz ve Gene Haas'ın padokta yer almasının sebebi aynı. İlginç, değil mi?

Bernie Ecclestone ve Eddie Jordan
Mercedes her zaman kazanan bir takım değildi. Her Formula 1 takımını bir franchise olarak düşündüğümüzde çoğu takımın epey eskiye gittiğini görebiliyoruz. Tyrrell Racing 1970'lerde şampiyonluklar yaşayıp 1980'lerde düşüşe geçen ve 1990'ları güç bela atlatarak en sonunda British American Tobacco'ya satılan bir takımdı. Ken Tyrrell uzun boylu ve maharetli bir mühendisti ve bir kulübesi vardı. O zamanlar bu, Grand Prix takımı kurmanız için yeterliydi. Tutku ile başlayan bu iş sponsorsuzluklarla zor dönemlere, ardından da takımın satışına gitti. British American Racing yani BAR ise fosur fosur sigara tüketiminin reklamını yapabildiğiniz nadir büyük sporlardan biri olan Formula 1'e lastik blokajı dumanı ve patlayan motor dumanına bir duman daha eklemek için geldi. Sponsor olan pek çok sigara, tütün, sigara kâğıdı markası vardı ama kendi takımıyla bu işe girerek daha iyi bir tanıtım yapabileceklerini düşünüyorlardı. Ken Tyrrell'ın tutkuyla başlattığı takım, ideal bir reklam panosu olarak yaşamına devam etti. Sonra sigara reklamları medeni ülkelerde yasaklanıp sadece 'para ve düdük dengesinin' işlediği ülkelere mahsus kalınca bu kez büyük otomobil markaları devreye girdi.
Honda, takımı devraldı almasına ama yaşamlarını sürdürebilmeleri için şampiyonluk şarttı. Gelmedi. Honda da hummalı bir biçimde hazırlandığı yeni kurallara geçilmeden hemen önce gidiverdi. Giderken de takımı borçlarıyla birlikte bir İngiliz sterlinine takım patronuna sattı. Takım o yıl 1970'lerden bir ekipmişçesine sponsorsuz ve kısıtlı imkânlarla şampiyon oluverdi. "Peri masalına devam filmi çekmenin âlemi yok" diyerek takım, Mercedes'e satıldı. Mercedes ilk yıllarında kazanamamasına rağmen yeni kural değişiklikleri geldiğinde kazanabileceklerini biliyordu. Nitekim öyle de oldu. Yepyeni kural değişiklikleri gelene kadar kazandılar. Şimdi de yeniden kazanabileceklerine inançları tam. Yoksa burada olmaz, takımı devralmaya hevesli sponsorlardan INEOS'a ve Jim Ratcliffe'e operasyonu devredip müsaade isterlerdi. Belki de birkaç yıl sonra isterler, belli mi olur? Formula 1'de bir markaysanız kazanmasanız bile kazanma umudunuz olmalı. Yoksa yönetim kuruluna bu durumu açıklayamazsınız.
Var olmanın bu kadar zor olduğu bir spor dalında sadece var olmanın asla yeterli olmaması, bir şeylerin değişmesi gerektiğine net bir örnekti. Bütçe kısıtlaması ve yeni teknik kurallarla en öndeki takımla en arkadaki takım arasındaki fark hiç olmadığı kadar azaldı fakat Formula 1'in bu varoluş krizini hafifletmek için bir dokunuşa daha ihtiyacı var: Yeni takımlara kucak açmalılar. Andretti'nin Formula 1'e girme isteği karşısında hem takımların hem de FIA'nın tutumu bu elit ligin aşması gereken şeylerin henüz tükenmediğini gösteriyor. Yine de en azından ilk defa doğru yolda gibi görünüyorlar.
*Bu yazıda, 2010 sezonunda bütçe kısıtlaması vaadiyle kandırılan genç takımlar Team Lotus (daha sonra Caterham), Virgin Racing (Daha sonra Marussia ve ardından Manor) ve HRT (Hispania Racing Team) yok. Onların durumu, verilen sözlerin tutulmaması sebebiyle bu yazıda değinemeyeceğimiz kadar vahimdi.