Vezir ve Kraliçe

8 dk

Günümüzde milyonlarca insan satranç oynuyor. Birçok ülkede ilkokul ders programında olan, kendine özel kulüpleriyle bu oyun, aslında yüzyıllardır Doğu ve Batı arasında bir kültür alışverişinin de tam merkezinde konumlanmış. Satrancın tarihsel gelişimi aynı zamanda insanlık tarihine de ışık tutuyor.

Stefan Zweig Satranç romanında bu güzel oyunu şöyle tanımlar: ‘‘Satranca oyun demekle haksız olarak sınırlarını daraltmıyor muyuz? Bir bilim, bir sanat ya da ikisinin arasında bir şey değil midir satranç?’’ Zweig çok doğru bir noktaya parmak basıyor aslında. Geçmişi bin yılı aşmış, ulaştığı her uygarlıkta kimi zaman asalet göstergesi sayılmış, kimi zaman da kanunlarla yasaklanmış bir oyundan bahsediyoruz. Satrancın sadece bir oyun olmadığını anlamak ve onun büyüsüne kapılmak için yalnızca birkaç parti çevirmek yeterli. Oyunun tarihine yapacağımız bir yolculuk bu geçişi kolaylaştıracaktır.

Futbol Dediğin 150 Yıllık Bir Oyun

Modern çağın en büyük fenomenlerinden biri kuşkusuz futbol. Ancak futbolun temellerinin sadece 150 yıl önce atıldığı düşünülürse insanlık tarihini incelemek için yeşil sahalara değil, satranç partilerine bakmamız daha doğru olacaktır. Ne de olsa günümüzde oynadığımız bu oyun 1500 yıldır farklı coğrafyalarda, farklı isimler altında ve tamamen olmasa da kısmen farklı kurallarla oynanmakta. Neredeyse hiçbir oyun, âdet veya gelenek bu kadar uzun bir süre zarfında bu kadar az değişime uğrayarak günümüze kadar gelemedi. Sırf bu nedenle bile, satrancı diğer oyunlardan ayırıp ona hak ettiği tahtı vermeliyiz.

Hindistan'dan İran'a, Ortadoğu'dan Avrupa'ya

Tarihçilere göre satrancı tam olarak kimin bulduğu net değil. Oyunun eskiliği doğal olarak arşiv çalışmalarının da o derece zor olması anlamına geliyor. Ancak tarihçilerin en çok üzerinde durduğu teori, günümüz satrancının 5. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan Chaturanga isimli savaş ve strateji oyunundan türediği. ‘Dört parçadan oluşan ordu’ anlamına gelen bu oyundaki ordu, Kral (Şah) ve General’in (Vezir) yanında bulunan dört birimden oluşmaktaydı: Savaş Arabası (Chariot, günümüzdeki Kale), Fil, At ve Piyade (Infantry, günümüzdeki Piyon). Günümüzden 16 yüzyıl önce ortaya çıkmış şah, kale, at ve piyonun hareket kabiliyetlerinin bugün dahi bire bir aynı olması, satrancın zamanın yok etme alışkanlığına karşı durabilecek dirençte bir oyun olduğunu bir kez daha kanıtlamakta. Vezir ve filin bugünkü hallerine gelebilmeleri için ise 16. yüzyılı beklememiz gerekiyor. Hindistan’da ortaya çıkan bu oyundaki taşların tamamının savaş odaklı olması da tesadüf değil. Askeri strateji prensipleri üzerinden kurgulanan bu oyunun temel amacı rakibin taşlarını alıp Şah’ını (yani Kral’ını) alt etmeye dayanıyordu. Dolayısıyla 10. yüzyıldan itibaren Avrupa’da göreceğimiz Kraliçe (Queen) ve Rahip (Bishop) gibi taşların Chaturanga’da yeri olamazdı. Zaten böyle eril karakterlerin olduğu bir oyunda kraliçe gibi güçlü dişil bir unsurun yerleşmesi için birkaç yüzyılın geçmesi gerekecekti.

Modern satrançla neredeyse aynı kurallara sahip olan ve Avrupa’nın yani Hıristiyan dünyasının satrançla tanışmasını sağlayan oyun ise İpek Yolu sayesinde Hindistan’dan Ortadoğu’ya geçen ve 7. yüzyılda İran’da oynanmaya başlayan Shatranj (Farsçası Chatrang) oyunuydu. İsminden de anlaşılabileceği gibi Farsçası Hindistan’a gönderme yaparken Arapça karşılığı olan Shatranj ise günümüz satrancının atası olduğunu adeta haykırıyor. Hint kültürüne göre isimlendirilmiş özel bazı figürlerin İslam kültürüne geçişte değişime uğradığını da Shatranj’da görebiliyoruz. Chaturanga’daki Kral Şah’a, General Vezir’e ve Savaş Arabası daha sonra batı kültüründe de kullanılacak olan Kale’ye dönüşüyor. Taşların görev ve önemleri ise aynı kalıyor.

Shatranj’ın Avrupa’ya girişi ise hayli kanlı. Arapların 711 yılında İspanya’nın güneyinde bulunan Endülüs bölgesini fethetmesiyle birlikte Shatranj oyunu kıtaya giriş yaptı. Uzunca bir süre Shatranj terminolojisi ve kurallarıyla İspanya’da da oynanan bu oyun, en nihayetinde tüm kıtaya yayıldı ve İslamiyet’i temsil eden figürler yerlerini bir bir Hristiyan figürlere bıraktı. Şah Kral’a, Vezir Kraliçe’ye, Fil Rahip’e ve At Şövalye’ye dönüştü. Temelinde askeri figürler olan bu oyun artık Avrupa’nın sosyal dinamiklerini yansıtan bir araca dönüştü.

Kraliçem Sen Çok Yaşa!

Avrupa’nın satranca merhaba dediği 8. yüzyıldan günümüze satranç tahtasında yaşanan en büyük değişiklik ise hiç kuşkusuz, oyunun Kral’dan sonra en önemli taşı olarak görülen Kraliçe. Arap dünyasındaki Şah’ın sağ kolu olan Vezir’in Hıristiyan kültüründe evrilmesiyle oyun tahtasına giren bu figür, her ne kadar modern oyunun en güçlü taşı olsa da ilk çıktığı dönemde aslında tahtadaki en güçsüz taşlardan biriydi. Modern satrançta her yöne sınırsız hamle gücü olan Vezir taşının Batı dünyasındaki karşılığı olan Kraliçe, hamle anlamında Şah ile birlikte en güçsüz taş konumundaydı. Hatta Şah’ın her yöne bir kare gidebilme yetkisine karşı Vezir’in (yani Kraliçe’nin) yalnızca çapraz şekilde bir kare hareket kabiliyeti olması, onu Şah’ın en güçlü koruyucusundan ziyade sembolik destekçisi konumuna getirmişti. Vezir’in bu güçsüzlüğünün yanı sıra Fil’in de (Avrupa’daki adıyla Rahip) yalnızca üç kare çapraz gidebildiğini eklersek, o dönemde oynanan oyunların neden saatlerce ve hatta günlerce sürdüğünü de açıklayabiliriz. Taşların hareket kısıtlılığı rakibe saldırı düzenlemek için ciddi sayıda hamlenin yapılmasını zorunlu kılıyordu.

Kral’ın yanında savaş alanında konumlandırılan Kraliçe, yaklaşık beş yüzyıl kadar bu sembolik rolüne razı oldu. Kralsız bir kraliçe düşünülemezdi ancak oyunu onsuz da kazanmak hayli mümkündü. 10. ve 15. yüzyıllar arasında geçen süre zarfında ise Avrupa toplumu bir değişim içerisine girdi. Birçok krallıktaki kraliçeler sembolik değerlerinin yanı sıra ülke yönetiminde söz sahibi olmaya başlamışlardı. Aragonlu Catherine, I. Elizabeth, Catherine de Medici ve Castile’li I. Isabella ‘güçlü kadın otorite’ imgesini toplumsal bilince kazıyan kraliçelerden yalnızca bazılarıydı. Özellikle I. Isabella İspanya’ya uzun süre hükmetmiş, İspanyolları Avrupa’nın en güçlü ve zengin medeniyeti durumuna getirmiş bir liderdi. Isabella ve eşi, yani Kral Ferdinand 15. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’ya adeta diz çöktürmüşlerdi. Bu iki önemli politik figürün bir başka özelliği ise ikisinin de ciddi birer satranç oyuncusu olmasıydı. Bir rivayete göre, daha sonra Amerika’yı keşfedecek Kristof Kolomb, gemi ve mürettebat isteği için ilk defa Kral Ferdinand’ın huzuruna çıktığı sırada satranç oynayan kral rakibini yenmekteydi. Ve her ne kadar Kolomb’la dünyanın yuvarlaklığı konusunda aynı görüşte olmasa da sırf keyfi yerinde olduğu için bu isteği kabul etmişti.

Avrupa coğrafyasında kraliçeler güçlerini artırırken bu değişimin satranç tahtasına da yansıması, aslında bu oyunun içinde bulunduğu toplumu ne derecede yansıttığının da önemli bir göstergesidir. Tam da Kraliçe Isabella’nın en güçlü olduğu dönemde, satrançtaki Kraliçe’ye de tüm yönlere sınırsız gidebilme yetkisi verilmesi bir tesadüf olamaz. Aynı şekilde, Kilise’nin krallıkların yönetiminde giderek daha fazla söz sahibi olduğu bir süreçte, yalnızca üç kare çapraz gidebilen Fil’in (yani Rahip’in) sınırının kaldırılıp bugünkü yetkileriyle donatılması tesadüf değildir. Hatta, İtalyan Rahip Jacobus de Cessolis’in, 13. yüzyılda yazdığı eseri Satranç Kitabı, birçok dile çevrilmiş ve İncil’den sonra en çok okunan kitap hâline gelmiştir. Satrancın kökleri Doğu medeniyetlerine dayansa da günümüzde birçok alanda olduğu gibi bu alanda da öncülüğü Batılı oyuncular ve ülkeler ele geçirmiş durumda. Uluslararası Satranç Konfederasyonu’nun (FIDE) Nisan 2015 sıralamasına göre en yüksek puanlı ilk 10 sporcudan 7’si Avrupa kıtasından, 2’si Amerika Birleşik Devletleri’nden ve 1’i Asya’dan (Hindistan) gelmekte. Ülkeler sıralamasında ise Rusya, hem büyük ustalarının sayısı hem de ortalama puanları sayesinde açık ara lider konumda. Rusya’nın bu başarısı, bir başka yazının konusu olacak kadar detaylı incelenmesi gereken köklü satranç kültüründen kaynaklanıyor.

Oyunun bugünkü rekabetçi yapısı tabii ki yüzyıllar öncesindeki saray eğlencesi ve asalet göstergesi boyutlarını yansıtmıyor. Artık profesyonel sporcular satranç oynayarak kariyer yapabiliyor, dünyanın dört bir yanındaki turnuvalara katılarak puan kazanıyor ve nihai hedef olan Dünya Şampiyonluğu için yarışıyorlar. Ancak değişmeyen tek bir şey var; o da oyunun bir tür bağımlılık yaratması. Einstein’ın da dediği gibi: ‘‘Satranç onu oynayanı kendine bağlar. Bu öyle bir bağdır ki, en güçlü zihinler bile bu kelepçeden kurtulamaz ve acı çekerler.

Socrates Dergi