
Yabancı
15 dk
Brad Friedel, 1995 yazında Galatasaray'a geldiğinde Türkiye’de soru işaretleri vardı. Bir yaz sonra gittiğinde de... Akabinde Premier Lig rekorlarına uzanacak bir kariyer inşa eden Friedel'la bu uzun yolculuğu konuştuk.
Brad Friedel'ın Şöhretler Müzesi'ne kabul edilirken yaptığı konuşma, ülkesinden çok Türkiye'de gündem oldu. O sözler, Türkiye kariyerinin de özetiydi. Galatasaray'da "ABD’de futbol mu var?" soruları eşliğinde geçirdiği bir yılın ardından ayrılırken, üzerine pek de konuşulan biri değildi. Ancak Liverpool formasıyla Premier Lig'e adım attığı andan itibaren belki de dünya futbol tarihine geçecek istikrar abidelerinden biri oldu. Kariyerinin gidişatı da Türkiye'deki manşetler de değişti. Artık Friedel ülke basınında, "Kaleciliği Türkiye'de öğrenen adam"dı... Şu sıralar MLS'te teknik direktörlük yapan Brad Friedel'dan milli takım anılarını, Galatasaray günlerini ve Ada maceralarını dinledik.
Şöhretler Müzesi konuşmanızda da değindiğiniz bir anıyla başlamak istiyorum. Kariyerinizi, kaçan bir uçağa borçlu olduğunuzu söylemiştiniz. Olayın detaylarını anlatabilir misiniz?
Gençler düzeyinde amatör bir oyuncuydum henüz. Virginia'da bir turnuvadaydık. UCLA'in yardımcı antrenörü Dean Wurzberger uçağını kaçırmış ve bir sonraki uçuşun saatini beklerken bir maç daha izlemek için turnuvaya dönmüş. Orada da beni keşfetti işte…
UCLA kampüsünde genç bir sporcuyken, bir anda kendinizi en önemli organizasyonlardan biri olan olimpiyat oyunlarında, 1992 Barselona'da buldunuz…
O yıllar kolej futbolu, bugünkü gibi değildi. Üst seviye oyuncular koleje giderdi ve onların birçoğu da aynı zamanda A milli takımda oynardı. Elbette Avrupa'ya göre gelişim süreci daha farklıydı; ABD'deki bugünkü yapıya göre de farklılıklar gösteriyordu. Olimpik milli takıma davet edileli çok kısa bir süre olmuştu ve Barselona'da Camp Nou'ya çıkmak, bunu göz önüne aldığımızda harika bir tecrübeydi. Olimpik takımdasınız ve epey büyük, önemli bir stadyumda maça çıkıyorsunuz… İlginçti…
O yaz oyunların en büyük ilgi odağı şüphesiz Dream Team'di. Onlarla tanışma ya da olimpiyat köyünde kısa süre de olsa birlikte zaman geçirme şansı yakaladınız mı?
Onlar olimpiyat köyünde kalmıyorlardı; şehirde bir oteldeydiler. Açılış töreninde Dream Team'den birçok oyuncuyla birlikte yürümüştük. Yardımcı koçlardan biri Lenny Wilkens'ti, onu net bir şekilde hatırlıyorum.
Basketbolcuların hepsi orada mıydı bilemiyorum ama birçoğunu gördüğümü de anımsıyorum. Birlikte vakit geçirmedik tabii. Sanırım NBA oyuncularının katıldığı ilk olimpiyattı. Bu, büyük bir olaydı ve onlar mega yıldızlardı. Diğer sporcular gibi olimpiyat köyünde gezinmeleri imkânsızdı.
1994 Dünya Kupası, "Futbol ABD’de önemsizdir" yargısını kırdı. O turnuvada takımın başında Bora Milutinovic vardı. Yugoslav futbolunun Türkiye'de de izleri vardır ve o ekolden gelen antrenörler ya çok disiplinlidir ya da oyuncularla iyi geçinen antrenörlerdir. Siz, Milutinovic'i hangi tarafa koyarsınız?
Daha çok 'eksantrik' diyebilirim… Çok zeki, çok akıllı bir adamdı. Çok iyi bir antrenör olarak kabul görüyordu. Ülkemiz için de olumlu şeyler yaptı, bunların en önemlisi de 1994 Dünya Kupası'ydı. Profesyonel lige sahip olmayan bir ülkenin oyuncularına antrenörlük yapmak kolay değil. Yerel oyunculara belirli görevler vermek zorundaydı, bir atmosfer yaratmak mecburiyetindeydi. Dünyanın birçok yeriyle bağlantısı vardı ve bu da ABD futbolunun gelişmesine katkı sağladı. Brezilya'yla kafa kafaya oynayabilen bir takım olduk. Ülkede futbolun canlanmasına yardımcı oldu. Zaten kısa süre sonra da profesyonel lig kuruldu.
'Eksantrik' bir antrenör olduğunu söylediniz. Özel bir anınız var mı?
Çok, çok, çok var. Hâlâ arkadaşız. İşleri, birçok antrenörün asla yapmayacağı tarzda çözen bir adamdan bahsediyoruz. Çok eğlenceli anlarımız var ama hepsi gizli kalacak…
Dört yıl sonraki Dünya Kupası'nda, ABD ve İran arasında futbol tarihine geçen bir maç oynandı. Maçın öncesinde kamptaki atmosferle ilgili neler hatırlıyorsunuz?
O maçta kulübedeydim. İki şey hatırlıyorum: Atmosfer çok iyiydi, dostçaydı. Biz favoriydik ama sonuçta 2-1 kaybettik. Çok fırsat yakaladık fakat golü atamadık. İran'ın Ali Daei ve Azizi gibi önemli oyuncuları vardı. Zor maçtı ama centilmence geçti. Bizim için tek hayal kırıklığı sonuçtu, elenmemize neden oldu. Bizim adımıza harika bir gün olmadı belki ama sorunsuz geçen tarihi bir gece yaşadık. Politik meseleler ve gerginlikler spor yapan bireylere çok yansımaz. O gün de aklımızdan bunlar geçmedi. Olumsuz bir şey yaşanmadı çünkü herkes oyuna odaklanmıştı. Çok da profesyonelce geçen bir maç oldu. Yenildik ve elendik…
Biraz da kulüp kariyerinizden konuşalım… Galatasaray'a transfer olmadan önce Graeme Souness sizi Liverpool'a transfer etmek istemişti zaten, değil mi?
Evet, doğru.
Sonra Souness, Galatasaray'a geldi ve siz hâlâ onun hedefindeydiniz… O dönem Türkiye, İngiltere'ye nazaran çok da göz önünde olmayan bir futbol ülkesi. Galatasaray'dan teklif aldığınızda aklınızda soru işaretleri var mıydı?
O dönemde Sunderland ile antrenmanlara çıkıyordum. Sonra Graeme, Galatasaray'da göreve getirildi. Bir kaleciye ihtiyacı vardı. Graeme'i tanıyordum ve küçük bir takımda görev almayacağını biliyordum. Türk futbolu ve Galatasaray hakkında bilgim yoktu ama Graeme'e güveniyordum. Bu yüzden de imzaladım.
.jpg)
"Türk futbolu ve Galatasaray hakkında bilgim yoktu ama Graeme'e güveniyordum. Bu yüzden de imzaladım."
Siz, Türkiye'de oynayan ilk ABD'li futbolcuydunuz ve tereddütler de vardı. Rakibiniz Fenerbahçe'nin kalecisi Engin İpekoğlu bile, "ABD'de futbol yok. Hayrettin oynamalı" demişti hatta…
Yorumlarını hatırlıyorum da tam olarak ne dediğini bilmiyorum. Ama ABD futbolu hakkında bir şey bilmediğinden eminim. Bence iki sebepten dolayı bu yorumları yaptı: Birincisi, milli takımda Hayrettin ile birlikte oynuyordu ve arkadaşlardı. İkincisi de, kendisi Fenerbahçe kalecisiydi ve Galatasaraylıların huzurunu bozmaya çalışıyordu belki de… Ama neticede beni pek de etkilemedi bütün bu yaşananlar.
Zaten siz de ABD'nin Dünya Kupası performansını öne çıkaran bir cevap vermiştiniz…
Böyle şeyler beni hiçbir zaman etkilemez ki, belki daha da sıkı çalışmama bile yardımcı olmuştu.
Hayrettin Demirbaş'la aranızda bir gerginlik var mıydı?
Hayır hayır, Hayrettin'le aramız gayet iyiydi. Takıma katıldığım ilk günlerde eli alçıdaydı ve oynayacak durumda değildi. Yeniden sağlığına kavuştuğunda elbette kaleye geçmek istemiştir, buna şüphe yok ama kişisel bir sorunumuz yoktu.
1994 takımından, ABD'nin kaleci kültürünü başlatan isimlerden Tony Meola'yı ve imajıyla hâlâ birçok kişinin hatırladığı Alexi Lalas'ı soracağız.
Tony Meola, çok çok iyi bir sporcuydu, birçok branşa da yeteneği vardı. Çok da iyi bir kaleciydi tabii. ABD futbol tarihine baktığında dört-beş tane gerçekten iyi kaleci görürsünüz. Tony, ben, Kasey Keller, Juergen Sommer… Uzun süre milli takımda yer aldık. Bu seviyeye gelmemizde, aramızdaki rekabetin payı büyük.
Alexi'ye gelirsek… Uzun yıllardır arkadaşız; ayrıca 1994 Dünya Kupası’nda da oda arkadaşımdı. Kabul edelim ki tipik bir futbolcu değildi. Her yere gitarıyla giderdi. Birçok kez beni gitarıyla uyandırmıştır. Tam bir Hard Rock adamıydı. Yok yok, daha çok Rock'n Roll'cuydu demeliyim. Yetenekli de bir müzisyendi. O kupada iyi işler de yaptı. O zamanlar futbolcular ülkede çok fazla tanınmazdı ama Alexi, imajıyla ve saçlarıyla hemen fark edilirdi. İki futbolcu görünüşleriyle hemen dikkat çekerdi: Cobi Jones ve Alexi.
Hayrettin'le aynı soyunma odasını paylaşmış her oyuncunun onunla yaşadığı ilginç bir anısı vardır. Sizin aklınızda kalan bir hatıra var mı?
Pek yok aslında. Kalede benim oynuyor olmam onun için zordu diye tahmin ediyorum. Komik hikâyeler paylaşacak kadar yakın değildik sanırım ama kesinlikle düşman olduğumuz da söylenemezdi. Takım arkadaşıydık, o kadar. Gittiğiniz kulüpte sizin pozisyonunuzu paylaşan iyi oyuncular ya da büyük karakterler olduğunda bu durum sizi de daha iyi yapar. Hayrettin'in orada olması, beni yapabileceğimin en iyisini yapmaya zorlamıştı. Graeme bana imza attırdığında Türkiye'de yalnızca üç yabancı transfer etme hakkı vardı ve medyanın Hayrettin'in kaleye geçmesi için baskı yapabileceğini biliyordum. Bu yüzden her zaman iyi oynamalıydım.
Galatasaray'da sezonun ikinci yarısında her şey yoluna girmişti ama ilk aylarda bir uyum sorunu vardı ve takım pek iyi gitmiyordu. Savunma hattıyla aranızda bir iletişim sorunu var mıydı sizce?
Evimizde İstanbulspor'la oynadığımız maçı hatırlıyorum mesela. Gerçi sonunda kazanmıştık ama Bülent (Korkmaz) kendi kalesine bir gol atmıştı ve sebebi aramızdaki iletişim eksiğiydi. Kaleci olarak "BENİM" ya da "SENİN" diye Türkçe bağırmam gerekiyordu fakat stadyumda on binlerce kişi varken doğru aksanla söylenmediğinde bu iki kelime kulağa aynı geliyordu. Daha önce kolejde ya da milli takımda oynarken kendi dilimde "goalkeeper" ya da "away" şeklinde bağırmaya alışmıştım. Bu yüzden elbette ilk zamanlar iletişim problemleri yaşadığımız oluyordu. Ayrıca savunma oyuncularımla konuşmayı seven türde bir kaleciydim. Ama bunu İngilizce yapamıyordum. Elimden geldiğince fazla Türkçe kelime öğrenmeye çalışmıştım fakat eminim ki ilk günlerde "sağ" veya "sol" demeye çalışırken farklı şekillerde telaffuz etmişimdir. Bu da savunmadaki arkadaşlarımın beni anlamasını güçleştirmiştir. Başka bir ülkeye transfer olmanın getirdiklerinden biri de budur. Yerel dili yeteri kadar da olsa öğrenmek benim sorumluluğumdaydı. Birkaç ay geçtikten sonra çok daha iyi iletişim kurmaya başlamıştık.
Graeme Souness'ın bayrak dikme hikâyesi, derbi tarihinin en unutulmaz anlarından biriydi ve siz de o sırada sahadaydınız. Tüm bu olan biten esnasında neler hissetmiştiniz?
Fantastik bir akşamdı. Gerçekten de öyleydi. Sezonun ikinci yarısında çok çok iyi bir takımdık. Önümde maç sonuçları yok ama ikinci yarı çok fazla maç kaybetmediğimize eminim. Sezonun ardından Graeme'i kovduktan sonra gerçek bir kulüp efsanesi ve aynı zamanda harika bir teknik direktör olan Fatih Terim'i takımın başına getirdiler ve bu kararı anlayabiliyorum. Ama sezonun son aylarında Graeme kulüpte işleri rayına oturtmuştu. Kupa finaline özgüvenimiz tavan yapmış hâlde çıkmıştık ve kazanacağımızı düşünüyorduk. Özellikle de ilk maçtaki performansımız, momentumu arkamıza almamızı sağlamıştı.
Maç bitimindeki atmosfer... Dürüst olmam gerekirse kariyerim boyunca bu tür anlardan büyük keyif aldım. Elbette Graeme'in yapacaklarından habersizdim; sahanın ortasına koca bir bayrak dikeceğini kimse tahmin edemezdi. Ama kupalar kazanmak... Futbol tamamen bununla alakalıdır. Bir de bunu en büyük rakibinizin sahasında başarabiliyorsanız bu çok daha özel bir duygudur. Dürüst olacağım, soyunma odasında beş saat beklemek dahi umurumda değildi, kupayı kazanmıştık. Maçtan sonra olacakları kestirebiliyordum; Galatasaraylılar zafer sarhoşluğu yaşayacaklardı, Fenerbahçeliler ise fevkalade üzgün olacaklardı. Üzerine kendi sahalarında bir Galatasaray bayrağı sallandığını gördüklerinde de mutlu olmadıklarına eminim.
Kupa seremonisi esnasında yanı başınızdan bir meşale de geçmişti...
Evet! Ve daha bir sürü şey atılmıştı. Kupayı kaldıramamıştık, madalyalarımızı dahi verememişlerdi. Hafızam beni yanıltmıyorsa podyumdan inip polis nezaretinde soyunma odasına varmıştık. O gün, Türk futbolunun kültürel varoluşunun bir parçasıydı. Sadece o maçta değil, herhangi bir derbi maçına çıktığınızda Türk taraftarların takımları ve sporları hakkında aşırı derecede duygusal olduğunu anlamalısınız. Bu şartlar altında oynamaya devam etmelisiniz. Bugün de söylediğim bir şey var: Eğer bir Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde oynayabiliyorsanız, dünyadaki herhangi bir derbide var olabilirsiniz.
Şöhretler Müzesi'ne seçilmeniz şerefine yaptığınız konuşmada paylaştığınız bir anı Türkiye'de büyük yankı uyandırmıştı. Galatasaray'daki ilk günlerinizde yanınıza gelip Hayrettin'i göstererek "O benim en iyi arkadaşım. Burada istenmiyorsun, sana ihtiyacımız yok" diyen takım arkadaşınızın adını hatırlıyor musunuz?
Elbette.
Paylaşmak ister misiniz?
Hayır, hayır... Onunla sonra iyi arkadaş olduk. Söylediklerine saygı duymuştum. Soyunma odasında dostlarınızı ve takım arkadaşlarınızı korursunuz. Ta ki yeni gelenler kendilerini gerek sahada gerekse de saha dışında kanıtlayana dek... O hikâyede bilerek isim geçirmemiştim çünkü gayem o arkadaşım hakkında kötü şeyler söylemek değildi. Ana tema, Amerikalı gençlere başarıya giden yolda karşılarına çeşitli güçlükler çıkabileceğini anlatmaktı.
Geçmiş röportajlarınızda Hagi'nin birlikte oynadığınız en iyi futbolcu olduğunu söylemiştiniz...
Onunla kısa süre geçirebildim ama sahip olduğu yetenek... Çok ama çok yetenekli bir oyuncuydu. Kabiliyetleri ve sol ayağıyla yapabildikleri onu özel kılıyordu. Hem kendisinden hem de takım arkadaşlarından talep ettikleri, muhteşem bir liderliğin göstergeleriydi. Büyük maçlar kazanmak isteyen bir takımda olması gereken liderlik tarzı budur. Kendisinden hep kazanmayı talep eden, her zaman gol atmayı bekleyen, her defasında sahada harika görünmeye mecbur hisseden bir tarzı vardı ve bunu etrafındakilerden de beklerdi. Kalite ve kafa yapısının bu birleşimi, ortalamayı iyiden, iyi oyuncuları büyük oyunculardan ve büyük oyuncuları da dünyanın en iyilerinden ayıran şeydir. O, dünyanın en iyilerinden biriydi.
Galatasaray soyunma odasında, gelecek yıllar Blackburn'de de takım arkadaşı olacağınız biri vardı: Tugay Kerimoğlu. Sahadaki ve saha dışındaki Tugay’ı nasıl anlatırsınız?
Bak, o takım arkadaşım Tugay olsa bunu kesinlikle itiraf ederdim (Gülüyor.) Tugay'la aramız çok çok iyi. Kariyerimde birlikte oynadığım en iyi orta sahalardan biriydi. Yıllar geçtikçe ailelerimiz de yakın arkadaş oldular. Sanıyorum birlikte 200-250 maça çıktık ki oldukça yüksek bir miktar bu. Neredeyse koca bir on yılı beraber geçirdik. Onun Türkiye'den, benimse Amerika'dan çıkıp uzun yıllar Premier Lig'de kendimizi kabul ettirmemiz dikkat çekiciydi. Tugay bana ve aileme her zaman çok iyi davrandı, onunla çok keyifli hatıralara sahibim.
Galatasaray'dan ayrılmadan hemen önce birkaç ay Fatih Terim'le de çalıştınız. Bazı şeylerin değişmeye başladığını, özel yılların takımı beklediğini sezebilmiş miydiniz?
Her antrenör farklıdır. Fatih'in etrafında olup bitenlere karşı farklı bir bakış açısı vardı. İnsanların anlamadığı şey, Türkiye'deki teknik direktörlerin ne kadar fazla konuyla meşgul olduğudur. Bazı oyuncular bir grup oluşturup kimi medya kuruluşlarına konuşur, diğerlerineyse yüz vermezlerdi. Bazı bilgileri sızdırdıkları da olurdu. Graeme, tüm bunları önemseyecek tarzda bir çalıştırıcı değildi. Fatih Terim'se Türkiye'de yetişip efsaneliğe erişmiş biri olarak tüm bunlarla göğüs göğüse çarpışabilecek biriydi. Ortaya mükemmel bir iş çıkardı ve Gica Hagi'yi takıma getirdi. Hagi... Ne muazzam bir dehaydı ama...

"En önemli yetilerimden biri olan atletizmimi korumak adına da sıkı çalıştım ve bu şekilde daha iyi bir kaleci olabileceğimi biliyordum."
Üst üste 310 maça çıkarak Premier Lig rekoru kırdınız. Eski takım arkadaşınız Evren Turhan, bunu her antrenmandan önce 30-40 tur koşmanıza bağlıyordu. Sizce bu istikrarın sırrı neydi?
Elbette o seride şansın da payını yadsıyamam. Büyük bir sakatlık sorunu yaşamadım. Her zaman kendimi fit tutmaya çalıştım. Yapabileceğim en basit şey, kendimi her daim hazır tutup menajerin beni seçmesini beklemekti. Bunu daima ciddiye aldım. Fit kalmaktan keyif aldım. Ayrıca en önemli yetilerimden biri olan atletizmimi korumak adına da sıkı çalıştım ve bu şekilde daha iyi bir kaleci olabileceğimi biliyordum. Herhangi bir sırdan ya da sihirli yöntemden bahsedemem, işin özü fiziksel hazırlığımda saklıydı.
Ada'daki en ilginç maçınız da 2004'te Charlton'a karşı oynadığınız olsa gerek. Duraklama anlarında kalenizi terk edip skoru 2-2'ye getirmiştiniz ancak saniyeler sonra Claus Jensen'in attığı golle sahadan boynu bükük ayrılmıştınız. O saniyelerdeki duygu değişiminizi merak ediyorum...
O an şunu düşünüyordum; bugün kariyerimin en harika günlerinden biri olacaktı çünkü rakip ceza alanına gidip gol atmıştım ve evimize puanla dönecektik. Kısa süre içindeyse her şey değişti. Bir an önce soyunma odasına gidip duşumu alıp takım otobüsüne binmek istiyordum çünkü maçı kaybetmiştik. Şimdi, o defteri yeniden açtığın için sözü sana bırakayım. Teşekkürler...
Şaka bir yana, benim için kazanmak ve kaybetmek her şeydir. Sahada her zaman elimden gelenin en iyisini yaptım ama performansım iyi olsa da maçı kaybettiysek benim için bir anlamı yoktu. Amaç maçı kazanmaktı; kaybedersek çok çok üzgün, kazanırsak çok mutluydum. O gün de farklı değildi.