![](https://cdn.socratesdergi.com/9673fd8d-a1bd-4628-a594-1b112b8bbc31/jr.jpg?w=3840&fit=max&q=75)
Yabancı
29 dk
Soğuk Savaş'ın bittiğini nereden anlarsınız? JR Holden'ın Rusya formasıyla Avrupa şampiyonu olması galiba kilit bir ipucu. Bugünlerde Brooklyn Nets'in idari ekibinde görev alan CSKA efsanesiyle eski defterleri açtık...
EuroLeague tarihinde üst üste sekiz kez Final Four oynamış sadece iki oyuncu bulabilirsiniz: Theo Papaloukas ve JR Holden... Aynı dönemde, aynı formayı terletmiş bu iki efsane, her daim şampiyonluğa oynayan CSKA takımlarının kilit parçaları oldular. Dusan Ivkovic'le de Ettore Messina'yla da zor zamanlar geçirdiler ama kazanma arzuları, kişisel ihtiraslarına karşı hep galip geldi.
Papaloukas'ı bundan yaklaşık bir yıl önce, Haziran 2019 sayımızda konuk etmiştik. Sırada gittiği her ülkede, oynadığı her takımla şampiyon olan, Avrupa basketbol tarihinin unutulmaz guard'larından Jon Robert Holden var...
Pittsburgh'da geçen çocukluğunuzu nasıl anlatırsınız? Gördüğüm kadarıyla lisede iki kez okul değiştirmişsiniz, bunun özel bir sebebi var mıydı?
Annem ile babam ben beş yaşındayken boşandılar. Annemle kalmıştım ama babam da hayatımın bir parçası olmaya devam etti. Hatta babam basketbolu pek sevmemesine rağmen "Oynamak mı istiyorsun? Tamam, seni izleyeceğim" derdi ama profesyonel olabileceğime inanmazdı. Esasen iyi okullara gitmemi, okumamı isterdi. Aynı annem gibi... Ben ikisini de eğitimi ikinci plana atmayacağıma inandırmıştım; Wilkinsburg Lisesi'nden de bir yatılı okul olan Wheeling, Linsly'ye geçişim biraz o yüzdendir. O sene ilk kez ailemden uzakta kaldım. Ulusal sınavlar SAT-ACT'ye çalışırken bir yandan basketbol oynamaya devam ettim, konfor alanımdan çıkmak gerçekten fayda sağlamıştı. Basketbolu 13 yaşından itibaren ciddi ciddi oynamaya başladım diyebilirim. Odamda Michigan 'Fab Five'ın posterleri vardı, özellikle Jalen Rose'u çok severdim. Isiah Thomas ve Kenny Anderson'ı da keza öyle...
Oturduğum muhitte de uyuşturucu satışı ve kullanımı vardı; annem dışarıda vakit geçirmemi istemezdi. Sokakta vurulan insanlar, köşebaşlarındaki satıcılar, hepsine aşinaydık. Daha liseye geçmeden iki arkadaşım öldürülmüştü... Bu tür mahallelerde uyuşturucu satıcıları ya da 'suçlular' size ancak profesyonel bir sporu yapmaya adaysanız dokunmazlar. Bana ilişmezlerdi.
Bucknell dışında başka kolejden teklif alamadınız mı peki?
Mansfield ve Slippery Rock gibi Division II okullarından teklif geldi ama D1'den ilgilenen sadece Bucknell vardı. Oraya da büyük bir tesadüf sonucu girdim; yıllar sonra kız kardeşimin kocası olacak Chris Horn, Bucknell'de basketbol oynuyordu ama okula onu getiren antrenörü William & Mary'ye transfer olmuştu. Biz tabii daha tanışmıyoruz... Bucknell'e yeni gelen antrenör Pat Flannery ise beni bir yaz turnuvasında beğendiğinde şöyle demişti: "Chris diye bir çocuk takımdan ayrıldı. Eski antrenörünün yanına gidiyor. Bir kişilik boşluğum var, eğer istersen bize katılabilirsin..." Böyle başladı basketbol kariyerim. Kız kardeşimin sevgilisi olmasa, kim bilir...
Ailenizin eğitime önem verdiğini hesaba katarsak, kolej günleriniz nasıl geçti? Mezuniyetten sonra beyaz yakalı bir işte çalışmayı düşünmeyecek kadar mı basketbol oynamaya odaklanmıştınız?
18 yaşına kadar profesyonel basketbol oynamak aklımın ucundan geçmedi. İşletme okudum; sabah 7'de güne başlar ve 8'de ders için sınıfta olurdum, 10'da ders biterdi. Kütüphaneye geçerdim 10.30 gibi. En azından iki saate yakın orada çalışırdım. 15 ya da 16 gibi antrenmanlarımız olurdu iki saat süren, öncesinde ve sonrasında biraz uyurdum. 20-22 arası ödevlerimi yaptıktan sonra da 22.30'dan gece yarısına kadar süren diğer idmana katılırdım. Yoğundu biraz.
Mayıs 1998'de mezun oldum. Diplomam olduğu için hâlâ gurur duyuyorum ama basketbol oynamak istiyordum. NBA'de lokavt olduğu için bir takımla denemeye çıkmam imkânsızdı. İş hayatına atılabilmek adına birkaç arkadaşımla görüşmüştüm ama çok gönüllü değildim. Doğum günüm ağustos ayındadır, annem de mezuniyetten sonra gelip "Sana doğum gününe kadar süre veriyorum. O zamana kadar bir işe gireceksin. Evden gitmenin zamanı geldi" dedi. "Peki" dedim. Menajerim yoktu; benimle iletişime geçen iki temsilcinin yaptığı teklifleri ise reddetmiştim. Biri aylık 1200 dolar karşılığında Macaristan'da oynamamı, diğeri ise 1500 dolar civarında bir paraya Hollanda'ya gelmemi istemişti. "Teşekkürler ama hayır, diplomam var. Dünyanın bilmediğim öbür ucunda 12 bin dolar kazanacağıma; 9-17 çalışacağım standart bir işe girerim ve yıllık 25-35 bin civarı kazanırım" diye cevapladım.
Anlamadım. "Basketbol oynamak istiyorum" demiştiniz...
Evet ama bu teklifler daha sürecin başında gelenler. Devam ediyorum... Biraz daha zaman geçtikten sonra bir gün telefonum çaldı. Petri adında, İsveçli bir menajer. "JR merhaba. Seni Letonya'da bir takımın deneme idmanlarına çağırıyorum, bir hafta sürecek. 400 dolar alacaksın. Eğer hoşlarına gidersen, sezonluk 30 bin dolarlık bir kontrat imzalayabilirsin" dedi. Konuşmamız şöyle devam etti:
— Pasaportun var mı?
— Var.
— Birkaç saate uçak biletlerini atıyorum.
— Tamam.
Eşyalarımı hazırlamaya başladığımda Letonya'nın yerini bilmiyordum. Okul idmanlarına götürdüğüm çantama bir şeyler tıkıştırdım ve yola koyuldum.
Düşük bedellerle de olsa garanti kontratları reddedip ASK Broceni'nin haftalık deneme teklifini kabul etmeniz de çoğu kişinin tercih edeceği bir yol değil sanırım. Hatta Letonya'nın Hollanda ya da Macaristan'la karşılaştırıldığında adaptasyonu çok daha zorlu bir ülke olduğu da söylenebilir…
Zaten hiç kolay olmadı... Riga uçağındaki tek siyahi bendim, daha yolculuk esnasında sorgulamaya başlamıştım bu kararımı. 12 saatlik bir uçuşun ardından havaalanına indiğimde 'Jon Robert' yazılı yırtık pırtık kâğıdı elinde tutan iyi giyimli biri beni bekliyordu. "Ben Edgar Sneps, yeni takım arkadaşın" diyerek karşılandım. Eski arabaları, binaları gördükçe Soğuk Savaş etkisini hissetmeye başlamıştım ve "JR, kendini neye bulaştırdın böyle?" diye iç geçirdim. Edgar'la takımın salonuna gittik, burada sevgili takım arkadaşımın İngilizce bilen tek kişi olduğunu belirtmem gerekir. Koç Valters'in söylediği her şeyi bana çeviren Edgar'dı ve eğer takımda olmamı istemeseydi "Sola git" direktifini "Sağa git" diye aktarabilir, kariyerimi baltalayabilirdi. En nihayetinde performansımdan memnun kaldılar, kontrat teklifiyle geldiler ve o sezon ligde şampiyonluğa ulaştık. Riga günlerim her gün balık kızartma ve McDonalds'tan nugget yiyerek bitti... Bir senenin sonunda Oostende'ye geçtim.
Belçika'da ciddi bir trafik kazası geçirdiğinizi duymuştum, biraz anlatır mısınız o olayı?
Ralph Biggs'i hatırlayanlar vardır. Ralph de 1999 yazında Oostende'ye transfer olmuştu. Kulübün Peugeot ile anlaşması olduğu için her oyuncunun kendine ait, Oostende armasını taşıyan arabası vardı ama ben düz vites araba kullanmayı bilmiyordum. Ralph'e "Yardım et" dedim, beni park alanına indirdi. Orada on dakika kadar kullandım arabayı. "Tamam, hazırsın" dedi ve trafiğe çıktık.
On dakika park alanında araç kullanmakla trafiğe çıkmak aynı şeyler mi? Değil elbette. Burada Ralph'in bir suçu yok, bana yardımcı oldu ve her trafik ışığında arabayı stop ettirmeme rağmen desteğini sürdürdü. Bir gün yine evin önündeyim, sokakta vites idmanı yapıyorum. Belçika'da da şehir içinde tren kullanımı yaygın, yani tren geçerken yolun kapandığı ve trenin olmadığında yolu kullanabildiğiniz türde olanlar... Eğer tanımadığınız bir ülkedeyseniz o ülkenin vatandaşları hangi kuralı uyguluyorsa siz de onları yaparsınız, değil mi? Benim de CD çalarım son ses açık, önümdeki araba bir anda hızlanmaya başladı. Gaza basıp takip etmem gerektiğini düşündüm. Yanlış kararmış. Önümden araba geçti, ben panik yaptım ve aramda öndeki araca oranla çok az mesafe kalmış olan trene çarptım. Arabanın yarısı gitmişti. O trenin neden beni öldürmediğini bilmiyorum ama araçtan tek parça çıktım ve sabah idmanına yetiştim.
Nasıl yani? Kazadan çıkıp sabah idmanına mı gittiniz?
Evet. Olay mahallini öylece bıraktım. Kazayı antrenman salonunun güzergâhında yaptığım için Ralph de yoldan geçerken kazayı görüp durmuştu. Yani, film gibi... Kulübe gittiğimde bana yeni bir araba verdiler ve diğer araba için de 5000 dolarlık maaş kesintisi yaptılar. Yıllık 60 bin dolar civarında kazanıyordum, o yüzden bir aylık maaşım gitti. Yeni arabayı korkudan aylarca kullanamadım tabii…
Oostende'deki ikinci sezonunuzda SuproLeague sayı krallığına oynadığınızı düşünürsek, birçok takım size ilgi göstermiş olmalı. Dusan Ivkovic'le yollarını ayıran AEK en cazip olan teklif miydi?
Belçika'da oynarken bile menajerim yoktu. FAME ve SFX şirketleriyle bağlantılı olarak David Falk & Arn Tellem ikilisiyle çalışan Alex Raskovic'le Atina'ya gitmeden önce anlaştım. Evet, Dragan Sakota yönetiminde belki önceki yıllarda Avrupa'da elde edilen başarıları yakalayamadık ama Yunan Ligi'nde büyük bir sürprize imza atarak Panathinaikos, Olimpiakos gibi takımların önünde şampiyonluğa ulaştık. Kontratım iki yıllıktı ama paramı alamıyordum. Alex'e ayrılmak istediğimi söyledim.
'Avrio'nun anahtar kelime olduğu yıllar... (Yunanca: Yarın)
Bir tür kod gibiydi. Parayı kime sorsak "Avrioo, avrioooo" diye yanıtlardı. Ama gelmezdi o yarın, hatta iki-üç ay sürerdi. Alex de bana o dönemlerde yakın ilişkide olduğu Vlade Divac'tan bir teklif getirdi; Vlade NBA'de oynamaya devam ederken Partizan'ın da başkanlığını yapıyordu... Belgrad'a gitmeyi bir ara düşündüm ama Partizan'lı Haris Brkic'in otoparkta silahlı saldırıya uğrayıp öldürülmesi kafamı karıştırmıştı. Tamam, salonda içki şişeleriyle dolaşan taraftarları duymuştuk ama bu biraz fazlaydı, o yüzden pek sıcak değildim. Alex de "AEK ya da Partizan" diyordu sürekli.
Ivkovic'le AEK'te birlikte çalışmadım ama onun yerine gelen Dragan Sakota, Duda'yla iyi arkadaştı. Bana, CSKA'yla yeni anlaşan arkadaşının bir oyun kurucu ihtiyacı olabileceğinden bahsetti. Ardından Duda beni aradı... "JR bu yaz iki tane guard almak istiyorum. Theo Papaloukas ve sen. Hanginiz ilk beş olursunuz bilmem ama Papaloukas'ın boyunun daha uzun olduğunu söyleyebilirim" demişti. Hem çok fazla opsiyonum yoktu hem de koç Ivkovic'le yaptığım görüşme sonucu iyi çalışırsam istediğim özgürlüğü elde edebileceğime inandım. Üç yıllık kontrat yaptım CSKA'yla.
Ivkovic'in Noel döneminde eve dönmek isteyen ABD'li oyuncuları kendisiyle birlikte Sırbistan'a götürmek ve orada gözetim altında tutmak gibi tercihleri olduğunu düşünürsek; ilişkiniz nasıldı?
Sahi, bu saçmalığı hiç anlamamıştım. CSKA'da basketboldan Sergey Kuschenko sorumluydu, ABD'ye dönmek için ondan izin almıştım. Sırbistan'a gitmeyi reddedip ABD'den dönüşte bir gün de geciktiğim için Duda bana üç ay kızgın kalırdı. Takımın lideri değildim ama Ivkovic beni lider olarak görüyordu, yaptığım hatalara tahammül edemezdi. Victor Alexander ve Marcus Brown'dı takım liderleri; kurnazlık yapıp Duda'dan ne zaman bir şey istenecekse benim sormam konusunda cesaret verirlerdi. Toyluğumdan faydalandılar... Duda da deli olurdu bana; bunu pek maçlara yansıtmazdı çünkü maçlarda bağıran bir antrenör değildi ama antrenmanlar gerçekten zordu.
2004 Rusya Kupası Finali'nin devre arasında çıkan kavga neydi?
Koç sezon devam ederken bir oyuncuya önce yumruk, sonra tokat atmıştı. Oyuncu bunu sineye çekti, devam etti. Neyse... Bahsi geçen kupa maçında Perm'le deplasmanda oynuyorduk. Herkesin basketbol manyağı olduğu bir şehir. Kötü bir ilk yarı geçirdik. Koç soyunma odasında çıldırmıştı. Ben iki çeyreği de iyi oynamış; devre sonunda saçma bir top kaybı yapmıştım. Aklında kalan tek şey bu hataydı. Soyunma odasında bağırırken bir anda yanıma geldi ve yüzüme dik dik bakmaya başladı. Küçüklükten beri en nefret ettiğim hareketlerden biridir bu. 27 yaşında bir yetişkinim, bana bağırabilirsin, sinirlenebilirsin ama öyle bakarken bir de parmağını göğsüme sallayamazsın. Böyle bir saygısızlığı kabul edemem. Gülümsedim... "Komik bir şey mi var?" dediğinde onunla kavga etmeye hazırdım. Ben sezon içinde tokatladığı o oyuncu değildim. Çekemezdim bu muameleyi. Takım arkadaşlarım araya girmese daha kötü şeyler olabilirdi. Maçın ikinci yarısına çıkmak istemiyordum. Ivkovic'e de "Devrede JR'ı motive ettiğim için ikinci yarıda iyi oynadı" zevkini veremezdim. Yine de sahaya çıktım, sadece ikinci yarıda yirmi sayı atmama karşın kaybettik. Ivkovic'le de ilişkimiz bir daha eskisi gibi olmadı.
Kavga demişken; Rusya'da evinizin yakınlarında saldırıya uğradığınız doğru mu? Bir arkadaşım size Victor Alexander'dan aldığınız 'nefsi müdafaa taktiklerini' sormamı istedi...
Pooofff... Zor bir gündü. Moskova'da kötü bir mahallede oturmuyordum ama en lüks yerlerden birinde de değildim. Etrafımdakiler "Kendine ait bir bıçağın var mı? JR, bıçak almalısın" diyordu. Ben de dayanamayıp kocaman bir tane aldım. "Basketbolcunun bıçakla falan ne işi olur?" diyebilirsiniz ama park halindeki lüks arabalar hırsızların hedefi oluyor. Benim de bir BMW'm vardı. Arka tamponunu falan söküp birkaç aksesuarı çalmışlardı. Aracınızı garaja koymanız gerekiyor ama benim evimin de o dönem garajı yoktu. Evin bir sokak arkasındaki kapalı otoparka bırakıyordum arabayı. Bir gece park ettikten sonra etrafımı üç kişinin sardığını fark ettim. Bıçağa uzandım, bir yandan da takım arkadaşım Victor'ı arayıp yardım istedim. Elinde zincir sallayan muhtemelen liderleriydi, gözlerimi ona diktim ve elimdeki bıçakla da en azından bir kişiyi yaralayabileceğimin mesajını verdim. Victor'ın aslında 15-20 dakikadan önce gelmesini beklemiyordum çünkü yarım saatlik bir mesafedeydi, Moskova'nın trafiği de meşhurdur... Ama altı-yedi dakika içerisinde yanıma geldi. Çetedekiler Victor'ı tanıyorlardı ve üzerlerine doğru gelmeye başlayan 2.06 boyundaki bir adamı görünce de kaçmaya başladılar. Öyle kurtuldum. Bu sanırım Moskova'da yaşadığım en çılgın olaylardan biriydi.
Daha çılgını da mı var?
Ayrıca bir de polisle tartıştım. CSKA tarihinde charter uçuşların, lüks yaşamın olmadığı yıllar... Ama bunu gururla söylüyorum ki bu kulüp tarihinde her oyuncuya şoför tahsis edilmesini sağlayan kişi JR Holden'dır. Şaka bir yana, polisle yaşadıklarım saçmaydı. Steelers hayranı olarak NFL izlemek istediğim bir pazar gününde bunu yapabileceğim bir yer arıyordum. Bu tür yayınları izleyebileceğim de bir tek casino var. Akşam saat dokuz civarıydı; eski dostlarım Anthony Bowie ve Tyus Edney'den öğrendiğim şekilde, bu tür durumlarda ısmarlanması gereken içkiyi ısmarladım: Bailey's. Beş saate yakın kaldım orada ve sadece bir Bailey's içtim, onun haricinde hep Sprite ya da Coca Cola... Çıktığımda gece ikiydi saat. Eve doğru giderken bir anda polis tarafından durduruldum. Rusça bir şeyler söylemeye başladı ve bu tür durumlarda hep aradığımız takım menajeri Shchepankov'u rahatsız ettim. Shepa, "Ne içtin?" diye bana sordu. Dedim, "Bir tane Bailey's..." ama polis ikna olmuş gözükmüyordu. Shepa, "Sana uzatacağı alkolmetreyi üfle" diye devam etti. Üflemiştim ama hiçbir şey çıkmamıştı ekranda. Polis memuru uzatmaya devam etti ve Shepa bana "JR, bu adam 100 dolar istiyor. 100 dolarını ver. Yola devam et. Kulübe gelince telafi ederim" dedi. 100 doları polise uzattım. Adam aldı, yola koyuldum. Aradan beş dakika geçti-geçmedi, bir polis daha durdurdu. Para istedi. "Yanlış bir şey yapmadım, sana da mı 100 dolar vereceğim?" diyerek yakınlarda olduğunu bildiğim Aerostar Hotel'e doğru kaçmaya başladım. Polis de takip ediyordu. Otele gittim çünkü orada İngilizce konuşulduğunu biliyordum; polis memuru beni girişe kadar takip etti, arabadan inip koşarak lobiye girdim. Otel görevlisi şaşkın gözlerle bir bana bir de polise bakıyordu... Yine Shepa'yı aradım, görevliye durumu anlattım. Lobideki çocuk otelden çıkıp polisle konuşmaya gitti ve geri döndüğünde "Burada beklesen iyi olur. Bu polis kötü bir polis" cevabını verdi. Bir saat otelde kaldım, Shepa olayı çözdü ve polis plakamı alıp gitti. Ertesi gün başkan Kuschenko yanıma gelip "JR, özür dileriz. Polisi ben buldum, gereğini yaptık. Bundan sonra senin de özel şoförün olacak. Böyle durumlar yaşamayacaksın" dedi. Çok mutlu olmuştum. Güvende hissettim.
Dusan Ivkovic'in ardından Ettore Messina'nın gelişiyle birlikte Final Four'da kaybetme serisi belki son buldu ama totaliter rejim devam etti. "Ivkovic'le ilişkimiz bir daha hiç aynı olmadı" demiştiniz, Messina'yla daha çok zorlanmadınız mı?
Duda'yla alakalı şunu netleştirmek isterim: Bende emeği çoktur. Hep hayalini kurduğum yerlere ulaşmamı sağlayan ilk kişidir. Evet, birlikte belki üst üste üç Final Four oynadık ve hepsinde ilk maçı kaybettik ama 2005 Moskova'daki başarısızlığın sorumluluğu da ona kalmamalı. Altı aylık periyotta üst üste 42 maç kazanmıştık ama sezon içinde üç kere yendiğimiz TAU Ceramica'ya Final Four maçında boyun eğdik. Ivkovic takımlarında belki kaybeden tarafta oldum ama fedakârlık yapmayı öğrendim. Yedekten gelmeyi, maçtan üç şut denemesi ve sıfır sayıyla çıkmayı ama günün sonunda kazanmanın önemli olduğunu kavradım. Önemli olan, seçmediğin fedakârlıkları yapabilmek değil midir zaten... Hepimiz çok para kazanmak isteriz, hepimiz takımın en kilit rolüne sahip olmak isteriz ama şampiyonluğa giden yolda her zaman bunlar olmaz. Şampiyonluğa giden yol fedakârlık ister.
Ettore Messina geldiğinde bu psikolojiye sahiptim ve bana çok faydası oldu. Dört sezonun hepsinde final oynadık, iki şampiyonluk kazandık. Kolay mıydı? Hiç değildi. Ettore, hayatımda sahip olduğum hem en iyi hem de en kötü koçtu. "Ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin" derdi bakışlarıyla. Bana hiç özgürlük vermezdi.
2005'e kötü girince oyun kurucu pozisyonunda değişiklik yapmış, David Vanterpool'un topla karar veren oyuncu olmasını istemiş ve sizi topsuz oyuna kaydırmıştı…
Ettore'ye "Koç sen Ginobili, Edney, Danilovic gibi oyuncuları çalıştırdın. Onlara da top yok diyor muydun? Video seanslarında onları da küçük düşürüyor muydun?" diye sormuştum. Birlikte geçirdiğimiz en güzel anlardan biri değildi... Ivkovic'le çalışmanın faydasını vurgularken bunu anlatmaya çalışıyordum; algınız genişliyor, karşıdakinin fikrini kabul etmeseniz de empati yapmaya odaklanıyorsunuz. Ettore, hata marjı ya da toleransı yüksek olan bir koç değil. Topu dolaştırıp tepeye göre daha kolay olan köşe üçlüğünü bulmak ister, yön değişimlerini sever, topsuz oyuna önem verir. Unutulmamalı ki köşeler sadece üçlük için uygun yerler değildir; aynı zamanda penetrenin de daha kolay yapılabileceği, savunmanın dengesiz yakalanmasının olası olduğu bölgelerdir. Vanterpool'u karar merkezi yapmak benimsemediğim bir karar olsa da koçu anlayabiliyordum. İki numara oynadığım dönemde de Trajan Langdon'ı takip ederek perde kullanımını, topsuz katları daha iyi kavramaya çalıştım. "Onun üç sayı gerisinde yaptığını belki ben de orta mesafede yapabilirim" dedim. Oyun kuruculuğa geri döndüğümde ise şutörlere daha iyi paslar atıyordum. Çünkü topsuz hareketliliği mükemmelleştirmiştim.
Theo Papaloukas'la konuştuğumda bir keresinde bana "Messina'dan nefret ediyordum. Sürekli didişiyorduk" demişti. Yakın dönemde 2007 finalini, Atina'daki Panathinaikos-CSKA maçını tekrar izledim. Bir şey dikkatimi çekti. Soyunma odasından dönüşteki ilk beşte değil de oyuna sonradan dahil olduğunuzda dağılmış gibiydiniz. Yani bunu nasıl tarif ederim bilmiyorum ama sanki maçı bırakmış, orada olmak istemeyen biriydiniz sanki. Doğru mu?
Hayatımda bunu bana kişisel antrenörüm Darius Newsome'dan sonra söyleyen ilk kişisin. Tebrikler. Biliyor musun; orta okul, lise, kolej ve tüm maçlarım, hepsi dahil, kariyerimde bir kez bile ikinci yarıya çıkan beşte yer almadığım olmamıştı. Messina bunu yaptı ve mahvoldum. Yüzüme bakıp hiçbir şey söylememişti ama bu kararını "JR sen benim güvendiğim bir oyuncu değilsin. Sana inanmıyorum. Sensiz kazanacağız" şeklinde yorumladım. Gerçekten, ikinci yarıya başlamayacağımı duyduğumda kısa bir bilinç kaybı yaşamış olabilirim. Bir Euroleague finalinde oynadığım birkaç dakikalığına aklımdan çıktı, duş kabinlerine bakış atıp "Acaba buradan defolup gitsem mi?" diye düşündüm. Bench'e oturdum. Ettore beni oyuna aldı ama bitmiştim. "Koç, bu kararını sana ödeteceğim. Beni bir daha kenara alamayacaksın" dercesine oynamalıydım ama gücüm yoktu. Oscar Torres ve Trajan Langdon, ikinci yarı başlangıcında iyi iş çıkartmışlardı. Ben oyuna girdiğimde işleri batırdım. Savunmada hata yaptım, arka arkaya top kayıplarım oldu. O finali benim yüzümden kaybettik. Bunu da arkadaşlarıma ve Obradovic'e karşı oynadığı maçların ayrı önemi olan koç Messina'ya söyledim.
Son cümleyi biraz daha açabilir misiniz? David Blatt da örneğin "En büyük keyif Zeljko'yu yenmek" diyor…
Ettore'yle aralarında böyle bir rekabet vardı. Messina, sonuçta tarihin en büyük Avrupalı koçlarından biri ve "Ben bu adamı yenemezsem nasıl en iyisi olabilirim?" diye düşünüyordu. Aynı zamanda duygusal biriydi ve koç Obradovic'in söylediği bazı şeyler onu rahatsız ediyordu. Yanlış anlaşılmak istemiyorum ama Ettore'yle geçirdiğim tek rahat sezon kardeşi Attilio'yu kaybettiği yıl olan 2008'di. Madrid'de şampiyon olduk, koç sezon boyunca ailevi işleri dolayısıyla hep seyahat etmek durumunda kalmıştı. Final Four'dan önce çok duygusal olduğu bir anda kollarını omzuma dolamış ve "JR, burada hak ettiklerini tam olarak elde edemedin. Kişisel ödülleri alamayacağını biliyorum ama kesinlikle aday olmalıydın. Senden hep fedakârlık yapmanı istedim ama eğer Madrid'de iyi oynamazsan, biz kazanamayız. O yüzden bir adım geri atacağım, senin de bir adım ileri atman gerekli" demişti. En iyi Final Four'umu oynadım ve TAU-Maccabi dublesi yaparak şampiyon olduk. Bir sene sonra ise yine Obradovic'e karşı, Berlin'deki Final Four'da devre arası konuşmasında pes etmiş gibiydi. Kazanmaya dair pek umudunun kalmadığını hissettiriyordu. Zeljko'ya karşı kazanmayı çok istemişti ve bu tür durumlarda bazen fazla yaratıcı, fazla gergin, fazla üzgün olabiliyorsunuz. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Panathinaikos'tan nefret ediyordum. Neden mi? Çünkü arka arkaya şampiyonluk yaşamanın hissini onlar yüzünden öğrenemedim. Mike Batiste, Sarunas Jasikevicius, Dimitris Diamantidis... Bu adamlardan ve o yeşil takımdan nefret ettim. Kulüp ya da milli takım fark etmez, PAO oyuncularına karşı hep daha çok motive olurdum.
Rus pasaportunu alış hikâyenizi biraz anlatır mısınız? Sanıyorum aynı dönemlerde Rusya'da yabancı kuralı değişmişti, sahada değişmeden kalacak yerli oyuncu sayısı arttırıldı. Bu muydu çıkış noktası?
Aslında değil çünkü her şey bir espriyle başladı. Moskova'da bir milli takım maçını izlerken Kuschenko yanıma gelip "JR, bizim milli takıma bir oyun kurucu iyi olabilir. Sen oynar mısın?" dedi. Gülerek, "Tabii canım" dedim. Ben o sıralar FIBA kuralları gereği böyle bir şeye herhangi bir milli takımda da izin olup olmadığını bilmiyordum. Aradan bir yıla yakın süre geçti... Kuschenko rutin aramalarından birinde bana "JR hazırlan, pasaport fotoğrafının çekilmesi için seni evden alacaklar" dedi. Bir günde Rus olduk. Ama kuralın değişmesi ve benim pasaportu alma zamanım arasında nereden baksan 10-11 ay var…
!["Şampiyonluğu getiren basketi atmadan önce Kirilenko'dan onay aldım. 'Devam et' demişti bana."](https://socrates-cdn.s3.amazonaws.com/2770e214-6a66-45d1-959e-eb894231b1fe/GettyImages-76783835.jpg)
"Şampiyonluğu getiren basketi atmadan önce Kirilenko'dan onay aldım. 'Devam et' demişti bana."
Milli takım üzerinde bir başka ABD'li David Blatt'ın etkisini nasıl tarif edersiniz? Kariyerinizdeki diğer antrenörlere biraz kontrast oluşturacak şekilde, oyuncuların rahatlığını daha çok önemseyen, antrenman temposu düşük bir koç demek herhalde yanlış olmaz. Daha yakın zamanda İspanya'ya kupayı getiren şutunuzu Sam Jones'un 1969 NBA Finali'nde Lakers'a karşı attığı basketle karşılaştırmış. Ben geçen pozisyonun tekrarını izlerken yaptığınız çömelme hareketinin ve topun çember üstündeki sekişinin, malum baskete, Kawhi Leonard'ın şutuna benzediğini düşündüm…
Evet... Galiba tek fark benim öncesinde Pau Gasol'e yardıma giderek topu çalmam ki insanlar bunun zorluğunu anlayamıyor. Faul yapmam olası; iki elle gitsem Pau zaten ellerini yukarı kaldırarak faul istediğini belli eden hareketi yapacak, maç Madrid'de, yardımı cezalandırabilecek Navarro & Calderon ikilisi dışarıda bekliyor... Topu çaldığımda koç bana "Tek pozisyon" diye bağırmıştı ki bunun neden istendiğini hiç anlayamıyorum. Deplasman maçlarında ev sahibi takımı faul çizgisine getirmek, baskıyla baş başa bırakmak bence iyi bir fikir. Yani o anda 30 saniye varken diyelim, çembere gidip hemen atış kullanmak, girmezse de faul yaparak son topu tekrar almak... Neyse. Gasol'den topu kaptım, hücuma çıkmaya başladım. Mola yok. Yarı sahayı geçtiğimde 27 saniye kalmıştı, 59-58 gerideydik ve Kirilenko'ya "Topu ister misin?" diyen bir bakış attım. Bana "Devam et" dedi. Hemen ikili oyuna gittik. Pau bana doğru geldi ve topu Zakhar Pashutin'e attım, bir dripling yaptı, bana geri verdi. Calderon, savunmamdaydı... Açıkçası çok iyi bir maç çıkarmamıştım ve arka arkaya dört şutum kaçmıştı. Calderon erken davranınca ufak bir feykle sıyrıldım... BUM! Rusya'ya modern dönemde ilk Avrupa şampiyonluğunu Pittsburgh'dan bir çocuk kazandırmıştı.
Soruna dönecek olursak... David herkesten farklıydı ve unutulmamalı ki hazırlık maçlarından birinde Fransa'ya karşı 40 sayıyla mağlup olup aynı takımı turnuvada çeyrek finalde yenmiştik. David o maçtan güç alarak takımı etrafında toparladı. Hücum konusunda gördüğüm en yetenekli koç olduğunu söyleyebilirim. Her şeyi doğaçlama yapardı, "JR burada Z çizerek perdeden çıkıp topu alacaksın. Aksi yönden de bir Z çizilecek, buna Z diyorum çünkü yapacağınız hareket bu" diyerek yaratıcı çözümler bulurdu. Bizi rahatlatırdı. Mesela bu maçı kazandıran basketten önce beş sayı gerideyken bana şöyle dedi: "JR, kahvaltıda ne yedin? Her neyse onu bir daha yeme. Son topun çembere bile değmedi!" Karşılıklı gülüştük... Final maçı, beş sayı gerideyiz... Çok özel bir antrenördü.
Bir sene sonra Beijing'deki olimpiyat oyunları için çıkan yazılarda "JR Holden, hainler çetesinin başını çekiyor" gibi başlıklar atılmış; aynı dönemlerde CSKA forması giyen Becky Hammon'ın Rus Milli Takımı'nı seçmesi de tansiyonu hayli yukarı çekmişti. Bu tür tepkiler ne hissettiriyordu?
Becky bana oranla çok daha fazla eleştiri aldı. Rusya'da kadın milli takımının halihazırda güçlü olması ve Becky'nin katılımıyla birlikte olimpiyatta ABD'ye karşı "Acaba kazanabilirler mi?" sorusunu sordurtması tartışıldı. Ben kimseyi yargılayacak değilim ama bir sporcunun olimpiyat görmek istemesi en doğal hakkıdır. Becky'yi de ülkesi geri çevirince bu yolu seçti.
Ben pasaportu aldıktan beş yıl sonra ABD'de basının dikkatini çektim. "Oh, böyle bir adam varmış" dediler Rusya'yla olimpiyata gittiğim için. Kimse adımı bile bilmiyordu öncesinde. Başka türlü olimpik bir sporcu olabilecek miydim? Kendi ülkemde şansım var mıydı? Yazılanlar umrumda değil. Hep aklımda olan, benim gelişimle birlikte yaşlarından ötürü milli takımdan kesilen ama basketbol oynamaya devam iki oyuncu (Vasily Karasev ile Igor Kudelin) ülkelerini temsil etmeyi sürdürmek ister miydiler? Ben teklifi kabul etmiş olabilirim ama onların hakkını çaldım mı? Pişmanlık diyemem ama bunun muhasebesini yapmaya çalışıyorum.
Yoksa hain falan değilim.