Yankı Odası

12 dk

Hakemlerden konuşmak istemiyoruz ama mevzubahis Dünya Kupası tarihiyse bundan kaçamayız. Hele 2002 finalinden bahsedeceksek...

Getty Images

Türkiye-Yugoslavya maçı, 2001 Avrupa Şampiyonası finali. İkinci çeyreğin bitimine 8 dakika 40 saniye kala Hidayet Türkoğlu, üç sayı çizgisinin dışında topu aldı, fake atıp Dejan Bodiroga'yı geçtikten sonra Predrag Drobnjak'ın yanından turnikesini bıraktı. Atışı isabetsiz ama sorun değil. Hakem düdüğü çaldı, faul. O an kocaman bir kahkaha patlatan Sırp spikerin ne dediğini anlamak için dili bilmeye gerek yoktu. Ev sahibi Türkiye'nin kollandığını ima ediyordu. Müstehzi bir şekilde…

O pozisyondan 18 yıl sonra Hidayet Türkoğlu yine sahnedeydi, bu kez Türkiye Basketbol Federasyonu başkanı sıfatıyla. Daha doğrusu Twitter'daydı. Şöyle yazdı: "FIBA 18 Yaş Altı Erkekler Avrupa Şampiyonası'nda final oynayan ve turnuvayı gümüş madalyayla tamamlayan millilerimizi kutlarım." Fakat birkaç dakika önce attığı tweet daha ilginçti. "It's a shame @FIBA really shame, ur referees stole my teams gold medal, it's unforgivable, it is embarrassing @FIBA_media @FIBA_Europe with these officiating." Mealen hakemlerin altın madalyamızı çaldığını, FIBA'nın kendisinden utanması gerektiğini ifade ediyordu.

Finaldeki hakem ekibi gerçekten de önemli hatalar yapmış, özellikle son pozisyonda bariz bir yarı saha ihlalini kaçırmıştı. Ortada federasyon katında şikâyet ve itiraz edilmesi gereken bir durum olabilirdi. Ama ne olursa olsun, hemen her yaş grubunda olduğu gibi burada da gencecik çocukları "Olsun be çocuklar, elinize sağlık" arabeskiyle "Üstümüze oyunlar oynanıyor" komplo teorisyenliğinin ortasına sıkıştırmak doğru muydu? Ömrümüz altyapı turnuvalarını domine eden ama profesyonel seviyede arzu edilen performansı ortaya koyamayan nesilleri izleyerek geçmemiş miydi? U18 finalinin son çeyreğinde, İspanya'nın skoru 55-50 yapan hücum ribaundunu nasıl aldığını konuşmak hakemleri konuşmaktan daha yararlı olmaz mıydı? Veya bu çocukların üst yapıda nasıl daha doğru koşullarda süre alacağını tartışmak...

Belki de ben haksızım. Hakemlerden konuşmamız gerekiyor.

***

Basketbol, en çok düdük tartışması yapılan takım sporlarından biri. Bir anlamda futbolun da önünde. Bunun temel sebebi elbette düdüklerin oyuna yaptığı direkt etki. Hakem ekipleri, NBA play-off'larında da, Avrupa'daki bir altyapı turnuvasında da maçın ritmini, oynanış biçimini, iki takımın karşılaşmaya yaklaşımını hava atışından itibaren değiştirebilirler. Çalınan ve çalınmayan düdüklerle… Oyun, evrensel kurallara sahip ama çoğu zaman kâğıt üzerindeki standartlarla sahadaki uygulamalar arasında farklar oluyor. Her maç, kupa ya da organizasyon ayrı bir maceraya dönüşüyor.

Dolayısıyla basketbolda da hakem konuşmayı seviyoruz. Belki burada pozisyonların tek tek izlendiği ve tartışıldığı reyting canavarı televizyon programlarına sahip değiliz ama yazları düzenlenen uluslararası turnuvalar münakaşa açlığımızı net bir şekilde kapatıyor. Orada hakemlerin doğum yerini öğreniyoruz, maç yayınları bir spor karşılaşmasından çok 20. yüzyıl ortasında kaleme alınan, ulus-devlet temelli tarih kitaplarını andırıyor. Faulü verdi Alman, çalmadı İspanyol, şaşırmışsın İtalyan...

Manzaranın böylesine tuhaf olmasında elbette tek suçlu hakem konuşmayı ve sorumluluktan kaçmayı seven tavrımız değil. Dünya basketbolunu yöneten kurumların şeffaflıktan uzak tutumu da bu geleneğin yaratılmasında etkili. Aslında oyuncuların oyunu olması gereken bir dalda, özellikle de büyük sahnede, sporcuların önüne geçmekten ve karşılaşmaya damga vurmaktan hoşlanan hakemlere rastlıyoruz. Özellikle Avrupa basketbolunun altın çağı olarak kabul edilen doksanlı yılları yaşamış birçok gazetecinin kapalı kapılar ardında konuşulanları sık sık konu etmesi de sürpriz değil. Fakat diğer yandan elimizde güçlü kanıtlar olmadığında da aynı şeyi yapıyoruz. Hep aynı yere geliyoruz. Kaybettik çünkü hakemler böyle istedi. Kaçırdığımız fauller, alamadığımız savunma ribaundları, en kritik yerde verdiğimiz backdoor cut değil, düdükler bizi yaktı.

***

Indianapolis'teki 2002 Dünya Kupası'nı, elinizde tuttuğunuz derginin başka sayfalarında da okuyacaksınız. O kupanın Türkiye üzerinden hikâyesi genelde sarı saçlar ve ego savaşlarıyla anlatılır. Oysa 2002, dünya basketbolu açısından da garip bir turnuva. En büyük lideri Paul Pierce'ın koç George Karl'la sürekli kavga etmesi yüzünden iyiden iyiye kaynar kazana dönen ABD'den finale doğru bir çizgi çektiğimizde epey nevi şahsına münhasır bir kupa görüyoruz. Basketbolun beşiğinde düzenlenmesine rağmen tribünlerin boş olması, salonlardaki soğuk ve gergin ortam, kenardaki Hazır Kart panoları, Selocan reklamları ve yine bolca sarı saç. Bir de, bugün hâlâ büyük bir hakem kıyımı olarak hatırlanan final, Arjantin-Yugoslavya maçı.

2002 finali bugün tamamen hakem kararları üzerinden anılıyor. Çeyrek finalde ABD karşısında kötü performans sergileyen, son bölümde topu Marko Jaric, Milan Gurovic gibi isimlere bırakan Dejan Bodiroga'nın nasıl bir anda finalin kaderini değiştirdiğini ve aynı sezonda Euroleague finalinde Kinder Bologna'ya üçüncü çeyrekte, Arjantin'e dördüncü çeyrek ve uzatmada yaptığını kimse konuşmuyor. Vlade Divac'ın son şaheser kupasından, Peja Stojakovic'in bütün yeteneklerine rağmen nasıl bazen arka planda kalmayı kabullendiğinden… Sadece Gurovic'in oyununa bile sayfalarca övgüler yazabileceğiniz o Yugoslavya takımı tamamen son birkaç dakikadaki düdükler üzerinden anlatılıyor. Veya karşısındaki muhteşem Arjantin...

Bu bakış açısı haksız diyebilir miyiz? Belki de hayır. Sonuçta, uzatmaya giden o mücadelenin normal süresinin sonu gerçekten de büyük bir kaostu. Buğra Balaban'ın unutulmaz maçlar listesinde bahsettiği gibi Luis Scola'nın 17 saniye kala Vlade Divac'tan çaldığı top gayet temiz görünüyordu. Maçın en iyi isimlerinden Hugo Sconochini'nin son saniyedeki penetresinde Marko Jaric'in yaptığı savunma da bir hayli tartışmalıydı. Tıpkı ABD maçında Jermaine O'Neal, Antonio Davis, Ben Wallace gibi uzunlara çalınan faullerin oyunun şeklini değiştirmesi, son bölümde Yugoslavya'nın penetrelerinin sürekli serbest atış getirmesi gibi Arjantin maçında da son bölümde ivme tamamen Svetislav Pesic'in öğrencilerine dönmüştü. Belki de iddia edildiği gibi FIBA, o turnuvada Yugoslavya'nın şampiyonluğunu istemişti. En nihayetinde her zaman tartışmaların, kavgaların, komplonun merkezinde olan dünya basketbolunun dönem dönem belli ülkeler tarafından yönetilmesi şaşırtıcı bir son dakika haberi değil ve lobiler, kapalı kapılar arkasındaki anlaşmalar, hakem atamaları kupanın kaderiyle oynamış olabilir.

Ama yine de basketbolu, sporu veya hayatı tek bir şey üzerinden görmek sıkıcı olmalı. Bize her şeyin sırrını veren bir anahtar yok. 2002 Dünya Kupası da tek bir kelimeyle özetlenecek bir şampiyona değil. Bundan çok daha karmaşık, çok daha farklı boyutlara sahip, çok daha eğlenceli. Fakat sonsuza dek tek bir şeyle hatırlanmayı sürdürecek. Özellikle de basketbolu tamamen düdüklerin pençesine bırakan ve başka hiçbir şey tartışmak istemeyen Türkiye'de…

***

Gerçeğin parçalanmasına alışkınız. Özellikle de internet çağında, her sayfa kendi gerçeğini yeniden yaratıyor. Her küçük grup… Herhangi bir maçtan sonra "İşte takımımız aleyhine verilen 17 yanlış karar" cümlesini okuduktan hemen sonra rakip taraftar hesaplarını dolaşabilir ve onların 15 hakem hatası üzerinden kurguladığı videoları seyredebilirsiniz. Herkes önce kendi küçük grubunu, sonra kendi gerçekliğini oluşturuyor ve bütün hayat serüvenini bu tutum üzerinden dar bir yankı odasında şekillendiriyor. Siyasette de, sanatta da, sporda da… 2002 turnuvasının büyük maçlarını yeniden izlediğim haftanın ardından YouTube algoritması karşıma sürekli eski maçları çıkardı. 1998'deki Yugoslavya-Rusya finalinden 2010'daki Türkiye-Sırbistan yarı finaline uzandım ve bilmediğim dillerde birçok büyük klasiği seyrettim. Ancak bu karşılaşmaların kendisi kadar YouTube'daki yorum bölümleri de ilgimi çekti. 2002, İspanyolca yazan insanlar tarafından üzüntüyle, hayal kırıklığıyla ve şaibeyle hatırlanıyordu, Sırpça yazanlar ise efsanelerini anıyorlardı. En başta da Dejan Bodiroga'yı…

Sonuçta Yugoslavya'nın arka arkaya Avrupa ve dünya şampiyonlukları elde etmesinin temel sebebi hakemler olamazdı, muhteşem oyuncu kadrosunun ve son bölümleri bütün meslektaşlarından daha iyi oynamasını bilen Bodiroga'nın da bu süreçte payı vardı. Bodi Bond kırılma anlarında Stojakovic, Divac ve 2001 finalinde olduğu gibi, Vlado Scepanovic tarzı isimlerle birlikte doğru hamleleri yapıyor ve rakiplerini yıkıyordu. Evet, 2002 finalinde Arjantin'in istediği düdükler çalınsa her şey farklı olabilirdi ama sonuçta, çok yakın giden son bölümde ve uzatmada iki takıma da defalarca kazanma fırsatı gelmişti. O gün düdüklerden çok Ginobili'nin sakatlığı Arjantin'i etkilemişti. Ve Bodiroga'nın birkaç imkânsız basketi…

İhtimaller denizine dalabilir ve senaryoyu başka şekillerde oynayabiliriz. Üçüncü çeyrekte kısa-uzun dengesini harika kuran Arjantin, Scola ve Oberto üzerinden rakibini avlamıştı. Divac, Koturovic ve Tomasevic boyalı alanda rakiplerinin çabukluğu karşısında afallamıştı. Ayrıca Manu'nun yokluğunda, Palladino ve Sconochini gibi isimler müthiş işler yapmıştı. Belki de sakat Ginobili'nin üçüncü çeyrekte sahaya girişi ve bu dengenin bozuluşu koç Magnano'nun en büyük hatasıydı. En iyi yaptıkları şeyleri unutmuşlar, bir anda Manu'nun bireysel büyüsünün her şeyi çözeceğini sanmışlardı. ESPN Latin Amerika için maçı anlatan spikerler üçüncü çeyreğin ortalarından itibaren "Manu sakat. Neden Nocioni bu kadar uzun süre kenarda oturdu?" diye soruyordu. Maç sonunda hakemlere onlar da isyan edecekti ama ondan önce karşılaşmanın şekil değiştirdiği yeri iyi kavramışlar ve koçu eleştirmişlerdi. Kısacası, 2002 finali de hakem kararlarından ibaret değildi ve o günden alınacak çok ders vardı.

Şimdi, 2019 Dünya Kupası bize yepyeni bir sahne sunacak. 2006 sonrası uluslararası basketbol, ABD'nin kendini yenilemesiyle biraz tek taraflı geçti ama bu sefer işler daha karışık olacak. Ama iki şeyden eminim. Türkiye maçlarından herhangi birinde düdüklerin son sözü söylediğine canıgönülden inanacağız ve 2002 finalinin adı geçtiğinde ilk cümlemiz "Hakemler…" olacak. Fakat, kendimize şunu sorabiliriz. 2010'da, Türk basketbol tarihinin en önemli pozisyonunda, Kerem Tunçeri'nin turnikesini izlerken neler hissediyorduk? Ben pota arkasında, Çarşı grubunun yanına denk düşen, genç bir taraftar olarak sevinçten çılgına dönmüştüm. Ara sıra o pozisyonu izlemek için YouTube'a giriyorum ve maça şöyle bir bakıyorum. Ardından gözüm yorumlara kayıyor ve karşıma bildik manzaralar çıkıyor. Birçok Sırp, "FIBA utan kendinden. Türkiye'yi kayırdın" yazıyor, birçok Türk seyirci de onlara cevaben "Pozisyonun tepeden çekilen tekrarına bakın, Tunçeri'nin ayağı dışarıda değil" diyor. Sürpriz yok. Herkes kendi evinde, herkes kendi gerçeğinde, mutlu.

Socrates Dergi