Yarıda Kalmış Bir Yarın

24 dk

Bırakın insanlık tarihini sadece on yıllık bir süreci hakkıyla incelemek bile kolay değildir. Biz de bu yolda, müzik ve popüler kültür rehberliğinde onlu yıllar incelemeleri yapan gazeteci-yazar Derya Bengi'den kılavuzluk rica ettik.

Derya Bengi, yıllarca Roll dergisinde yayın yönetmenliği yaptı; Express, Bir+Bir, Esquire, FHM, Aktüel, Radikal'de müzik ve popüler kültür üzerine yazılar yazdı. Bir röportajında "Âşık Mahzuni'nin bir türküsü var: 'Daha anamdan doğmadan, yedi yaşına değmeden, ihtiyar oldum.' 70'lerin ruh halini iyi yansıtıyor. Bir yanda umut dolu, dinamik, örgütlü bir toplum fotoğrafı gözüküyor ama 12 Mart rejiminin tetiklemesiyle kolayca şiddet sarmalına girip ziyan oluyor" sözleriyle 1970'leri özetlemişti. Biz de dört ciltte dört ayrı dönemi anlattığı Sazlı Cazlı Sözlük kitap serisine imza atan Derya Bengi ile 1970'lere uzanmak istedik. Sizi de bu zaman yolculuğuna davet ediyoruz…

Sazlı Cazlı Sözlük serisini yapmaya nasıl karar verdiniz? Akabinde 100. Yılında Cumhuriyet'in Popüler Kültür Haritası'na da odaklandınız. Türkiye'de hayatın akışını, dönemin sosyal, siyasal ve kültürel ruhunu müzik ve popüler kültür üzerinden anlatmak çok ciddi bir zaman, emek ve birikim gerektirmiş olsa gerek...

Daha lise çağlarında gazete ve dergileri kültür-sanat veya müzik sayfaları için alır ama neredeyse tamamını okurdum. Gırgır dergisi de bizim kuşak için okul gibiydi. Gündelik hayatın içinden komik karikatürlere güldüğümüz kadar, siyasetin girdisini çıktısını öğrenir, kafamızı netleştirirdik. Bu tecrübe gazetecilik hayatıma da yansıdı. Ne müziği toplumsal değişimlerden ve siyasetten ayrı tuttum ne de içinde yaşadığımız topluma müziksiz baktım. Türkiye gibi her köşesinden ayrı müzik fışkıran bir ülkeyi anlamanın yolunun müzikten geçtiğini düşündüm. Sazlı Cazlı Sözlük serisi böyle ortaya çıktı. Müzikten yola çıkıp edebiyattan siyasete uzanarak Türkiye'nin yakın geçmişinde bir hafıza turu atmak istedim.

Sabahattin Ali'nin şiirinden bestelenen Aldırma Gönül şarkısından ödünç aldığınız "Görecek günler var daha" dizesini, 1970'ler kitabının adı yapma kararını nasıl verdiniz? Giriş yazınızda da hep umut ve yarın kavramından bahsetmenizi getiren 1970'ler hissiyatı neydi?

70'lerin his dünyasında gelecek, mutlu günlere gebeydi. Bugün olmazsa yarın. Bu anlayış, bu umut, bir tür kolektif bilinç yerine geçiyordu sanki. Yarın çok muteber bir sözcüktü. Ali Rıza Binboğa, Yarınlar Bizim şarkısını söylüyordu, İlhan İrem "Yarınlar bizim demiştin" diyordu. Ama bunun boş bir umuttan ibaret olmadığı, yarınların ortak mücadeleyle kazanılacağı fikri hâkimdi. En berrak ifadesi Cem Karaca'nın Mutlaka Yavrum şarkısındaydı: "İliminle, kitabınla, aklınla / Ellerinle, dişinle, tırnağınla / İnsan olmanın verdiği onurla / Yüreğinle kur yarını / Güzel kur."

1970'lerden çok farklı konulara, sosyal, siyasal, kültürel gelişmelere ağırlıkla müzik aracılığıyla ve rehberliğiyle değinmeyi nasıl başardınız? Maddeleri belirleme süreci nasıl gelişti?

Çoğunun müzikte otomatik bir karşılığı var: Kıbrıs Harekâtı döneminde çıkan milliyetçi 45'lik plakların sayısı 100'ü aşıyor. Hababam Sınıfı filmlerinin müsamere sahneleri dönemin pop listeleri gibi. Tarık Akan'ın "Hocam, Sessiz Gemi'yi Hümeyra okuyor, Yahya Kemal diye bir şarkıcı yok" repliğini de unutmayalım. Şimdi dinlerken pek farkında değiliz ama Namus Belası 1974 genel affıyla bire bir bağlantılı bir şarkı. Veya Şenay'ın Hayat Bayram Olsa şarkısı Ecevit solunun yükselişiyle aynı paralelde.

"70'lerin his dünyasında gelecek, mutlu günlere gebeydi. Bugün olmazsa yarın. Bu anlayış, bu umut, bir tür kolektif bilinç yerine geçiyordu sanki."

"70'lerin his dünyasında gelecek, mutlu günlere gebeydi. Bugün olmazsa yarın. Bu anlayış, bu umut, bir tür kolektif bilinç yerine geçiyordu sanki."

Mesela Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'dan Parka maddesinde bahsederken, bir yandan da Jülide Gülizar ve Ahmet Oktay vasıtasıyla Beethoven'in 9. Senfonisi'ne uzandınız. Bu tarz bağlantıları nasıl kurdunuz?

Tüyler ürpertici bir hikâye bu. Radyo, idamların infazını haber verdiğinde hem Jülide Gülizar hem Ahmet Oktay ve adlarını bilmediğimiz daha onlarca, belki yüzlerce kişi, pikaba 9. Senfoni'yi koyup sesi sonuna kadar açmışlar. Birbirlerinden habersiz. Deniz Gezmiş'in Beethoven hayranı olduğundan da habersiz… Aslında 9. Senfoni'nin ve ona bağlı Neşeye Övgü'nün dünyada ve Türkiye'deki politik macerası çok katmanlıdır. Biliyorsunuz, kimi zaman laikliğin, kimi zaman Avrupa Birliği'nin sembolü olarak çalınagelmiştir. Ama 6 Mayıs 1972 sabahının kederine ve direnişine bir marş gibi eşlik etmesi hepsinden daha etkileyici.

Onyılların arasında 1970'ler sizin değerlendirmenizde nerede duruyor? Diğer onyıllarla karşılaştırdığınızda önemi, yeri ve kültürel değeri nedir?

Aslına bakarsanız 70'ler Batı toplumlarında '68 devriminin kursaklarda kalmasını, düşlerin parçalanmasını, bir tür yenilginin yavaş yavaş kabullenilmesini temsil eder. Bu his, Alain Tanner'in 2000 Yılında 25 Yaşında Olacak Jonas filminde çok iyi işlenmiştir. Ama Türkiye aynı onyılda fokur fokur kaynayan bir toplumdu. Gençlik hareketinin, örgütlü mücadelenin, sendikaların yükselişi, oy sandıklarından solun bir seçenek olarak çıkması ama bunlara karşı doğrudan devlet eliyle veya paramiliter gruplarca yapılan sert müdahaleler ve gitgide herkesi içine çeken şiddet sarmalı bu kaosun bileşenleri arasındaydı. Sağ bu ülkede 12 Eylül 1980'e kadar her gününü bir 12 Mart olarak ya da 12 Mart özlemiyle yaşadı.

Kültürel dünyada Yılmaz Güney sinemasından Cem Karaca şarkılarına veya arabeske kadar pek çok tohum 60'larda zaten atılmıştı. 70'ler müzikte ciddi bir tohum ekti mi, emin değilim. Belki Avrupa'daki Şilili ve Yunan politik mültecileriyle benzer eksende Zülfü Livaneli'nin, Yeni Türkü'nün müziği bir yenilik olarak değerlendirilebilir. En azından Anadolu poptan ve arabeskten farklıca bir arayıştı. Edebiyata baktığımızda ise en çok Adalet Ağaoğlu'nun romanlarını, Turgut Uyar'ın ve Can Yücel'in şiir kitaplarını anmak isterim.

Sanırım çocukluğunuz da o döneme denk geliyor. Bu kitabı yazarken ve araştırma yaparken çocukluğunuza dair ne gibi deneyimleri hatırladınız?

1966 doğumluyum. Elbette kişiliğim, görüşlerim o atmosferde yoğruldu ama Gibi'nin diliyle konuşursam 'yetmişlerci' ya da 'dönem faşisti' değilim. Geri dönmeyi falan istemem. 70'leri seviyorsam, herhalde bu 70'lerin kendisinden değil, demin bahsettiğimiz 'yarın' vurgusundandır. Ama bu maalesef tamamına erememiş, yarıda kalmış bir yarın. Bir 'yarım' yarın.

Hey, Hayat, TV'de 7 Gün gibi dergilerin de etkisinin yoğun olduğu dönemler. Sizin de kaynaklarınızdan bazıları. Dergi kültürü açısından nasıl bir dönemdi 70'ler?

Bugün salim kafayla, yetişkin kafasıyla baktığımda, Hayat ve Ses'in 70'lerin ikinci yarısına doğru düşüşe geçtiğini fark ediyorum. Zaten babamın Hayat'larıyla ve Bilim ve Teknik'leriyle çocuk aklımla pek ilgilenmiyordum. Benim için varsa yoksa Hey, TV'de 7 Gün, Sabata, Tarkan ve bildiğimiz Tommiks-Teksas'lardı… Gırgır ve Fırt ağır ağır kimliğini bulan dergiler, ben onları 80'lerde okumaya başladım. Eğer 70'lerde 20'li yaşlarımda olsam; Sanat Emeği, Yedinci Sanat, Birikim falan okurdum gibime geliyor.

Batıda müziğin pek çok efsane grubu, başyapıtlarını 70'lerde verdi. Disco'dan punk'a, new wave'den progressive rock'a önemli akımlar olgunlaştı, gelişti ya da ortaya çıktı. Bu zenginliği neye bağlıyorsunuz? 1960'lar nasıl bir miras bırakmıştı?

Yaratıcılığın sırrını yine 60'larda aramak lazım. 60'lar öncü, 70'ler artçıydı. Bazen 60'lara öykünerek, bazen onun boşluklarını doldurarak, bazen ona tepki göstererek 70'lerde ikinci bir rock patlaması yaşandı. Glam'den disco'ya, hard rock'tan punk'a bir sürü akım doğdu.

Tom Waits, "Günü geldi, kendi şarkısını yazıp söyleyen herkes bir plak anlaşması imzalar oldu. Ben de arada kaynadım" diyordu bir söyleşisinde. Rock ve eğlence endüstrisi, 1973'teki petrol kriziyle sallanan ekonomiden büyüyerek çıkan sektörlerden biriydi. Bu da daha çok istihdam ve doğrusu biraz daha fazla sömürü demekti. İyi tarafından bakarsak; daha çok sanatçıyla, daha çok müzikle karşılaştık.

Gençlik, 60'ların sonlarından itibaren, müzikten giyim kuşama, kapitalizmin hedef tahtasına oturmuştu. 70'lerde kâr yükseldi. Bir yandan işsizlik ve gelecek güvensizliği punk gibi bir akımı doğurdu, öte yandan on binlerce bilet satılan stadyum konserleriyle sürümden kazanıldı. Mesela ABD'de Arif Mardin'in ve özellikle Atlantic Records'un kurucusu Ahmet Ertegün'ün yükselişi yakından incelendiğinde; müzik aşkı, müzik sezgisi, açık fikirlilik ve para babalığı iç içedir. 70'lerde bir ucundan dahil olmak istediğim masa, bir Bodrum gecesinde, Ahmet Ertegün'ün meyhane masası: Zeki Müren, o masada ricalarını kırmayarak Ertegün'e ve konuğu Mick Jagger'a bir şarkı söylüyor…

"Gençlik hareketinin, örgütlü mücadelenin, sendikaların yükselişi, oy sandıklarından solun bir seçenek olarak çıkması ama bunlara karşı doğrudan devlet eliyle veya paramiliter gruplarca yapılan sert müdahaleler..."

"Gençlik hareketinin, örgütlü mücadelenin, sendikaların yükselişi, oy sandıklarından solun bir seçenek olarak çıkması ama bunlara karşı doğrudan devlet eliyle veya paramiliter gruplarca yapılan sert müdahaleler..."

Bunun Türkiye cephesinde neler yaşandı? 12 Mart ile 12 Eylül arasına sıkışmış 70'ler, Türkiye tarihinde solun da herhalde en yükselişte olduğu dönem. Bu durum bu onyılın müziğine, popüler kültür ve sanatına nasıl yansıdı? Anadolu rock'tan arabeske uzanan yelpazede nasıl bir külliyat miras kaldı?

Geçen ay Geççek şarkısını afiyetle dinledik, ama Tarkan'ın bir anda politik popun ilk örneği olarak algılanmasını garipsedim. Çünkü politik popun bir yaratıcısı varsa Şanar Yurdatapan'dır. 70'lerde Melike Demirağ'la yaptığı işler fevkaladeydi. O hamaset yüklü Kıbrıs plakları arasında Yeşim'in söylediği Aslan Mehmedim Türk anaları kadar Yunan anaların da acı çektiğini dile getiren nadide bir şarkıydı ve Şanar Yurdatapan'ın eseriydi. Yurdatapan'ın izinde pop şarkılarının politikleşmesi 70'lerin en önemli özelliklerinden biriydi.

Popüler kültüre etki eden araçlar arasında en çok ön plana çıkan hangisi sizce? Müzik, sinema, edebiyat…

1970'lerin açık ara şampiyonu televizyondur bence. Tek bir siyah beyaz kanal, 1973-1974'ten itibaren 80'lere kadar her yılın namağlup şampiyonudur hem de. Örneğin o günlerde dolmuş müziği arabesk veya Yılmaz Güney bile en çok TRT'nin yasağıyla, yani yine televizyon referansıyla konuşuluyordu. İlerleyen yıllarda Ertem Eğilmez sineması yine TV kanalıyla bütün kuşaklara mâl oldu.

Emmanuelle'den Civ Civ Çıkacak Kuş Çıkacak filmine uzanan yelpazede Türkiye'de sinema vasıtasıyla bir seks devriminden bahsedebilir miyiz? Yoksa tam tersine ülkece bu süreci çok sağlıksız bir biçimde mi geçirdik?

Seks komedileri yine televizyonun bir ürünüydü. Televizyonlar eve girince tiyatro, sinema, gazino dünyası çökercesine büyük bir krize girdi. Sinema bu krizden seks filmleri ve vurdulu-kırdılı karate filmleri sürümüyle, yani işsiz güçsüz gençleri avlayarak, tavlayarak sıyrılmaya çalışırken, kadınlar resmen eve kapanmak zorunda kaldı. Ertem Eğilmez komedileri bunun neredeyse tek istisnasıydı. Müjde Ar, 80'lerde Türkan Şoray kuşağı yıldızlarından farklı, bağımsız, cesur bir kadın tiplemesi yaratarak hemcinslerini yeniden sinema salonlarına çekti. Kendisi bununla çok övünür. Övünmekte de yerden göğe kadar haklı.

Nurdan Gürbilek Kötü Çocuk Türk adlı kitabındaki Ben de İsterem adlı denemesinde "70'ler boyunca aslında hep aynı şarkıyı söyledi Orhan Gencebay. O yıllarda bir erkekten duymaya alışık olmadığımız ağlamaklı sesiyle hep aynı hikâyeyi anlattı. Kadın vefasızdı, uzaktaydı, erişilmezdi; erkek kadının elinde oyuncak olmuştu, garipti ama onurluydu" diye yazar. Sizin de en çok maddede temas ettiğiniz figürlerin başında geliyor Orhan Gencebay. Gürbilek'in yazdıklarının da ışığında, Gencebay 70'ler adına sizce neleri simgeler?

O ağlamaklı sesi, geleneksel erkeklik rolünün, erkeklik kimliğinin kırılma noktalarından biri gibi de tarif edebiliriz öte yandan. Latife Tekin, "Arabeskin arkasında erkeklik iktidarının kaybına dair bir şeyler var" diyor örneğin. Arabesk şehirde doğan ama Anadolu'nun her köşesine bu denli yayılan ilk müziktir, ona o açıdan da bakmak lazım.

Şerif Gören'in Derdim Dünyadan Büyük filmini hatırlayalım lütfen: CHP'nin gecekondu semtlerinde oy patlaması yaptığı günlerde, bu filmde Gencebay gecekondu yıkımlarına karşı çıkan parkalı bir genci oynuyor. Ve orada "Biz görmesek de görecekler var o mutlu yarınları" şarkısını söylüyor. 70'lerin ruhu daha nicelerini sola çekmişti. Müslüm Gürses, ilk filminde, emek sömürüsü yapan patronuna diklenen bir genci canlandırıyordu. Gencebay gibi üretken bir sanatçının, aynı zamanda plak şirketi sahibi bir işinsanı olmasının zararlarını baştan sineye çekmemiş olsaydık keşke. Bugün o işinsanı Tayyip Erdoğan'la kol kola. Elden bir şey gelmiyor. Ahmet Ertegün de Henry Kissinger'la ve daha kimbilir kimlerle ahbaplık ediyordu.

"Gencebay, Derdim Dünyadan Büyük filminde gecekondu yıkımlarının karşısına çıkan parkalı bir genci oynuyor"

"Gencebay, Derdim Dünyadan Büyük filminde gecekondu yıkımlarının karşısına çıkan parkalı bir genci oynuyor"

TRT'nin üçüncü genel müdürü İsmail Cem'in Ben Böyle Veda Etmeliyim kitabında da anlattığı üzere, TRT'nin o dönem rolünün ehemmiyetinden dolayı Cem'in Ecevit tarafından genel müdürlüğe getirilişi büyük yankı uyandırıyor. TRT'nin ve televizyonun o dönem toplumsal etkisini nasıl tarif edersiniz?

Bütün sağ partilerin neredeyse en büyük derdi TRT'yi ele geçirmekti. Meclis oturumlarında TRT yüzünden ne fırtınalar kopuyordu… Solun kayrıldığından şikayetçiydiler ama İsmail Cem haklı olarak, o güne kadar yok sayılan, kulak tıkanan solun sesini ilk kez sağla eşit biçimde ekrana aktarmaktan başka bir şey yapmadığını söylüyordu. İsmail Cem'in tıpkı Ecevit gibi biraz Kemal Tahir ekolünden olduğu bilinir. Dolayısıyla sağ için hayli cazip olması beklenir, ama bunu onlara anlatamazsınız.

İsmail Cem'e siz de kitabınızda geniş yer ayırıyorsunuz. Cem'in görevde kalabildiği 500 günde TRT'de ne gibi değişimler yaşanmıştı? Yabancı dizilerden filmlere, program yapısından haberciliğe kadar...

Biliyorsunuz, TRT'nin özerkliği 12 Mart rejimince kaldırılmıştı. Ama İsmail Cem döneminde, yani 1974-1975 yıllarında, özerklik anayasal statüsünü yitirmiş olsa bile, TRT özerk biçimde yönetildi. Bir kamu yayıncılığı yapıldı. İsmail Cem, TRT'yi bir halk kütüphanesine çevirmeye çalışmıştı. Anılarında köy kahvelerinde en çok ilgi gören programların Sefiller gibi diziler, hatta BBC belgeselleri olduğunu anlatıyor. Az şey mi? BBC gibi belgesel ve edebiyat uyarlamaları üzerine de çalışmalar yapılıyor. Hatta usta yönetmenlerle de çalışıyor. Niteliğe önem veriliyor. Halit Refiğ'in Aşk-ı Memnu dizisi gibi edebiyat uyarlamalarını da İsmail Cem'e borçluyuz. Kaynanalar da onun devrinde başlamıştı. İşte gelecekteki dizi çılgınlığının prototipleri.

"Bir kamu yayıncılığı yapıldı ve İsmail Cem, TRT'yi bir halk kütüphanesine çevirmeye çalışmıştı."

"Bir kamu yayıncılığı yapıldı ve İsmail Cem, TRT'yi bir halk kütüphanesine çevirmeye çalışmıştı."

Siz de kitapta bahsediyorsunuz, Cem'in ilk hamle yaptığı alan spor yayıncılığı oluyor. Kendisi de işe Telespor'la başlama sebebini "Niyetim açıkça kitle desteğini sağlamaktı" olarak açıklıyor. Sizin Telespor ile ilgili hatıralarınız neler?

En çok 'Telespor Gençlerle' başlığıyla yayımlanan konser kuşaklarını hatırlıyorum. Stüdyo soğukluğundan uzak, hakiki canlı konserlerdi bunlar… Güneş Tecelli, Tansu Polatkan gibi sunucularla futboldan Pembe Panter'e, yarışmalardan müziğe bütün pazar öğleden sonrasını kuşatırdı Telespor. Kitapta da yazdığım gibi Türkiye Pembe Panter'le 3 Mart 1974'teki ilk Telespor yayınında tanışmıştı. O gün yayımlanan lig maçında Didi yönetimindeki Fenerbahçe, Brian Birch yönetimindeki Galatarasaray'ı 2-1'lik skorla yendi. Koyu Galatasaraylı İsmail Cem'in naklen yayını, takımına uğur getirmemişti. Ama maç yayınları deyince benim kulağımda hâlâ çınlayan ses, radyodan gelen sestir.

İsmail Cem'in göreve geldikten sonra "TRT'nin görevi, iktidarların sesi olmak değildir. Bütün Türkiye'nin tek sesi olmak gibi; bir yayın aracı için ölçüsüz bir iddiayla ortaya çıkmak da değildir. TRT'nin görevi, bütün Türkiye için çok önemli bir haber ve kültür aracı olmaktır. Benim gerçekleşmesine çalışacağım görev, budur" cümleleriyle biten konuşmasını size hatırlatsam... Bugüne ışık tuttuğunuzda Cem'den sonra 1970'lerde göreve gelen diğer genel müdürlerin benzer bir rota izlediğini söyleyebilir miyiz? Şaban Karataş döneminden özellikle daha detaylı bahsediyorsunuz kitabınızda da...

Keşke elimizde bant kayıtları olsa da, 70'lerin TV'sini, en azından aralarından birkaç seçme günü, yeniden baştan sona izleyebilsek. İki önemli kaynak, İsmail Cem'in TRT'de 500 Gün ve Şaban Karataş'ın TRT Kavgası adlı hatıra kitapları. İkisi de iyi kaleme alınmış doğrusu. Ama dünya görüşü bakımından aralarında bir uçurum var. Yine de Milliyetçi Cephe koalisyonları sırasında Şaban Karataş tescilli bir sağcı olmasına rağmen kimselere yaranamamış, özellikle Necmettin Erbakan tarafından tıpkı İsmail Cem gibi rahatsız edilmişti. İsmail Cem döneminde, Bülent Ecevit'in önerisiyle kaldırılan CIA dizisi Görevimiz Tehlike, Şaban Karataş gelir gelmez yayına geri konmuştu. İki dönem, iki zihniyet arasındaki farkı anlatmak için bu örnek yeter herhalde.

Kitabınızdaki 'Yumrukların Işık Tuttu Dünyaya' maddesinde Muhammed Ali'nin Erbakan davetiyle Türkiye ziyaretinden, Rıza Konyalı ve Ali Taş'ın da Ali için yaptıkları türkülerden, şarkılardan bahsediyorsunuz. Ali hakkında Türkiye'de yapılan şarkılar bize neler anlatıyor?

Bütün Türkiye, sabaha karşı uykumuzdan uyanıp seyrederdik Muhammed Ali'nin maçlarını. Zaten gazetelerin spor sayfalarından eksik olmuyordu. Yumrukları kadar sevimliliği, esprili gevezeliği de rağbet görüyordu. Erbakan onu kullanmak istemiş, Türkiye'ye geldiğinde apar topar bir mitingine konuk etmiş, hatta boksu bırakıp tam Müslümanlığa döndüğüne ilişkin yarım yamalak açıklamayı İstanbul'da yapmasını sağlamıştı. Buna ilişkin haberler Şaban Karataş'ın TRT ekranında uzun uzadıya verilmeyince Erbakan küplere binmişti. Kanımca Muhammed Ali, Erbakan'ı biraz oyaladı, idare etmeye çalıştı, o kadar. Sonuçta Muhammed Ali'nin Erbakan'a ihtiyacı yoktu, Erbakan'ın Muhammed Ali'ye ihtiyacı vardı. Efsane şarkılarla, türkülerle zaten sürüyordu. Rıza Konyalı bir 45'likte şöyle diyordu: "Yumrukların ışık tuttu dünyaya / Büyük büyük insansın Muhammed Ali / İslam bayrağını çektin semaya / Çünkü Müslüman'sın Muhammed Ali." Avrupa Şampiyonu Cemal Kamacı da Türkiye'ye boksu sevdiren diğer isimdi. Onun da Karadeniz şivesiyle söylenmiş bir plağı vardı. "Damarında Türk kani, Cemal vermez amani…" diye. Nazım Çubuk söylüyordu.

"Muhammed Ali'nin Erbakan'a ihtiyacı yoktu, Erbakan'ın Muhammed Ali'ye ihtiyacı vardı."

"Muhammed Ali'nin Erbakan'a ihtiyacı yoktu, Erbakan'ın Muhammed Ali'ye ihtiyacı vardı."

Sizin o dönemin spor kültürüyle aranız nasıldı? Televizyondan izlerken etkilendiğiniz spor figürleri ya da olaylar olmuş muydu?

Spor görgüsünü ilk önce gazetelerin spor sayfalarına borçluyuz. Yasin Özdenak'la ilgili bir haberin başlığını çocukluğumda ezberlemiştim: "40 metreye ayak pası gönderemeyen futbolumuzun 70 metreye el pası gönderen adamı." Ben Galatasaray'ın maçlarına 79-80'lerde gitmeye başladım, ama asıl birinci Brian Birch döneminde hasta bir taraftar oldum. 30'lu, 40'lı yıllarda gazetelerin spor servisleri çok zayıftır, 60'larda, 70'lerde ise spor sayfalarının sayısı iyice artmıştır. Çünkü bu sayfaları sürükleyecek Lefter, Metin hatta yüzücü Erdal Acet gibi efsaneler ortaya çıkmıştır.

Bu görevi 70'lerde televizyon devraldı. Gerçi 1972 Münih Olimpiyatı döneminde bizim evde televizyon yoktu ama odamın duvarında göğsünde yedi madalyasıyla Mark Spitz'in posteri asılıydı. Uğur Dündar ekranda Spitz'i anlatırken o kadar çok "performans" demiş ki, bu sözcük günlük dile o sayede yerleşmiş. Bunu sonradan bir yerde okumuştum. Futbol dışındaki diğer sporlara ilgi televizyonla birlikte uyandı. 80'lerde Beyaz Gölge dizisiyle ayyuka çıktı.

Mesela 70'lerde Nadia Comaneci, komünist bir ülkeden gelmesine rağmen çok çekici, etkileyici bir kahramandı Türkiye'de. Halbuki hatırlıyorum, Dünya Kupası'nda bile komünist ülke takımları tutulmazdı. Benim için 1974 yazı bir doruktur. Dünya Kupası maçlarıyla kendimizden geçmiştik resmen. Arkasından Kıbrıs Harekâtı başlamıştı. Televizyondan gözlerimizi hiç ayırmamıştık. Gerd Müller, kaleci Maier, Beckenbauer, Breitner, Neeskens, Cruyff günlük hayatımızın tam göbeğindeydi. Galiba Hayat Spor dergisinden, Cruyff'un günde 75 sigara içtiğini öğrenip çok şaşırdığımı hatırlıyorum.

"12 Eylül Darbesi o kadar keskindi ki 80'lere uzanabilen hiçbir kültürel miras bırakmadı gibi geliyor."

"12 Eylül Darbesi o kadar keskindi ki 80'lere uzanabilen hiçbir kültürel miras bırakmadı gibi geliyor."

Kitabınızda en sevdiğim maddelerden biri de Futbol Balesi olmuştu. Biraz anlatabilir misiniz hikayesini?

Çizgi filmin ne olduğunu öğrendiğimiz yıl Futbol Balesi'nin ne olduğunu da öğrendik. İkisi eştir bende. O zaman goller bile bugünkü gibi birkaç açıdan ağır çekimde tekrar tekrar doğru dürüst verilemezken, 1974 Dünya Kupası esnasında Almanlar harikulade bir stüdyo tekniğiyle Futbol Balesi'ni icat etmişti. Goller, gol kucaklaşmaları, çalımlar, fauller, hakemin sarı kart çıkarması gibi enstantaneler, popüler şarkıların ritimlerine uydurularak, gerekirse yavaşlatılıp hızlandırılarak arka arkaya gösterilir, bunlardan dakikalarca süren bir kolaj elde edilirdi. Belki de ilk müzik video klipleri bunlardı. Sonra neden üstüne düşülmedi hiç anlayamıyorum.

1970'li yıllarda Spor Sergi'nin spor karşılaşmaları dışında başta konserler olmak üzere kültür sanat organizasyonlarına da ev sahipliği yaptığını biliyoruz. Hatta Şili halkıyla dayanışma konseri de düzenleniyor kitabınızda bahsettiğiniz üzere. Mekân hafızası ekseninde bakarsak, sizin Spor Sergi ile ilgili hatıralarınız neler? Yıkılmasıyla beraber şehrin hafızasında önemli bir silinme gerçekleşti gibi...

İlkokuldayken Milliyet'in folklor yarışmasına katılmıştık, yani o parkelerde Kafkas adımlarıyla dolaşmışlığım vardır. Fazla değil, birkaç kez basket maçına gittiğimi, o güzelim geniş avluda bilet kuyruğuna girdiğimi ve futbol maçlarının tersine o kuyrukta Modern Gazete gibi erotik yayınların eski sayılarının "Oku oku minder yap!" sloganıyla satılmadığını hatırlıyorum. Orada konserler de yapılırdı, 1976'da TİP'in Şili Halkıyla Dayanışma Gecesi bu konserler arasında en efsanevi olanıdır. Violeta Parra'nın çocukları ve Quilapayun grubundan bir kişi, üçü birlikte çalıp söylemişti, bir de uzunçaları basıldı o konserin. Rahmi Saltuk gibi isimlerin olduğu bir de koro vardı sahnede. Adı Spor ve Sergi'ydi ama spor camiasının böyle konserleri, üstelik 80'lerin başlarında TÜYAP'ın sergilerini bile "Parkeler çiziliyor" diye engellemeye çalıştığını biliyorum.

1960'ların 70'lere taşıdığı mirastan söz ettik. Peki 1970'ler nasıl bir miras bırakmıştı 1980'lere? Elinizde bir güç olsa günümüze taşımayı düşüneceğiniz bir şeyler olur mu?

12 Eylül Darbesi o kadar keskindi ki 80'lere uzanabilen hiçbir kültürel miras bırakmadı gibi geliyor. İnsanlar her dakika "12 Eylül öncesine dönmek mi istiyorsunuz?" sorusuyla sindirildi. 70'lerin yeniden hatırlanışı daha ziyade 90'lara, 2000'lere rastlar. 80'le birlikte arabeskin politikleşmesinin önüne set çekildi, sonra da bu müzik sınıf değiştirdi. Anadolu rock kalmadı mesela, Barış Manço bile kaftanlarını çıkarıp ceket pantolon giydi. Belki zaten kendiliğinden dönüşecekti ama acaba nereye evrilecekti? Almanya sürgününde Şanar Yurdatapan'ın niyeti, tıpkı Yunan ve Şilili solcuların yaptığı gibi bir Türk politik diaspora müziği yapmaktı ama yalnız bırakıldı.

"Şunun altın çağıydı, bunun gümüş çağıydı" diye sürekli dönemleri tanımlamayı severiz. 1970'ler için neyin altın çağıydı diyebiliriz? Bunu olumsuz açıdan da düşünebilirsiniz.

Dayanışmanın, örgütlülüğün, kamplaşmanın, çatışmanın, televizyonun, arabeskin, devrimci marşların, ABBA'nın, Boney M'in, Ajda Pekkan'ın, Muazzez Abacı'nın, Trabzonspor'un altın çağıydı. Neden soruyorsunuz? 12 Eylül öncesine dönmek mi istiyorsunuz?

Socrates Dergi