Yarışçı

9 dk

Kahraman, suçlu, dopingli, örnek... Bunlar, hayatı boyunca David Millar’ın apoletlerinden bazıları oldu. Ama o her şeyden önce bisiklet yarışçısıydı. Britanyalı, Socrates’e konuştu.

Bazen hayatınız bir gecede değişebilir. 23 Haziran 2004’te David Millar, Biarritz’de yemek yiyordu. Sivil giyimli üç polis, masalarına yaklaştı ve Millar’a evinde arama yapacaklarını söyledi. Buldukları, ünlü sporcunun kariyerinin ilk döneminin sonunu getirecekti. Doksanların ortasında bisiklet dünyasına giren, ilk Fransa Bisiklet Turu olan 2000’de açılış etabını kazanıp sarı mayo giyen Millar doping yapmıştı ve bu Fransız yasalarına göre suç teşkil ediyordu. O geceyi hapishanede geçirdi. Farklı bir çağdı ve Britanyalı da birçok akranı gibi yeteneklerini iğnelerin ve ilaçların hükmüne bırakmıştı. İki senelik ceza aldı ve 2006’da iki tekere geri döndü. Suçunun cezasını ödemekle yetinmemiş, bisikletin daha temiz olması adına çalışmalar da yapmıştı. İlk kitabı büyük ses getirdi, Garmin’de onun gibi ikinci şanslarını kovalamayı seçen birçok isimle yarıştı ve 2015’te kariyerine nokta koydu. Millar, şimdilerde ünlü bir bisiklet adamı. Biz de sadece bir bisikletçi olarak değil, entelektüel, yazar, yorumcu ve bisiklet meraklısı kimliğiyle de tanıdığımız Britanyalıyı uçak beklerken yakaladık. Girona’dan Bergamo’ya gidecekti ve dört saatlik lanet bir rötar yemişti. Millar her zaman konuşkan bir isim olmuştu ve şimdi yan masasında yüksek sesle ağlayan bebek de buna engel olamayacaktı.

Yakın zamanda The Racer ile Britanya’da Yılın Bisiklet Kitabı ödülü kazandınız. Bunu bekliyor muydunuz?

Beklemiyordum. İlk kitabım Racing Through The Dark çıktığında çok daha özgüvenliydim, ödüller kazanacağıma inanıyordum. Ve o ödüller gelmeyince çok sinirlenmiştim. Bu sefer herhangi bir ödülü, başarıyı umursamadım bile. Bu çok kişisel bir kitap.

Bir zıtlık var burada. İlk kitabınız Racing Through The Dark çarpıcı, karanlık bir isme sahip. İkinci kitabınız ise çok basit bir isimle çıktı: The Racer...

İlki daha klasik bir otobiyografiydi. Onu yazdığım sıralarda niyetim daha çok, insanlara hangi yollardan geçtiğimi, bu sporun nasıl bir şey olduğunu anlatmaktı. Bunu farklı açılardan göstermeye uğraştım, sadece siyah ya da beyaz olsun istemedim. O yıllarda Lance Armstrong hâlâ bir kahraman olarak görülüyordu, bambaşka bir çağdı. The Racer ise daha kişisel. Bisiklet tutkusu ve kariyerinin sonuna gelen bir sporcunun yaşadıkları üzerine. Genelde sporcular, düşüş ya da kayboluş evresi üzerine yazmaz. Normalde ne kadar muazzam bir sporcu olduklarını veya hayatlarının nasıl dramlarla dolu olduğunu anlatırlar. Ama atletlerin emekliliğe giderken yaşadıkları o ‘yavaş ölüm’ çok kaleme alınmaz. Ben, profesyonel bir sporcu olarak nasıl yavaşça ölüme gittiğinizi yazmaya çalıştım.

Ve bunu son sezonunuz üzerinden anlattınız. Neden sadece son sezon?

Çünkü son sezonunuzda bir geçiş dönemi vardır; yavaşça eski gücünüzü kaybettiğinizi ve bambaşka bir hayata başlamak zorunda olduğunuzu anlarsınız. İnsanlar genelde başarıları hatırlamaya eğilimlidir ama emeklilik yaklaştığında kaleme alınacak çok da fazla bir başarı yoktur. Zaten emekli olmamızın esas sebebi budur. Eğer kazanmaya devam etsek, emin olun emekli olmayı istemeyiz, sonsuza kadar devam ederiz. Ama kariyeriniz bir noktada biter ve büyümeniz gerekir.

Kitapta eski bisikletçi Tony Rominger ile ilgili bir bölüm var. Onunla geçmişte yaptığınız bir sohbeti hatırlıyorsunuz.

Yirmi yaşındaydım. Tony Rominger beni varisi olarak görmüştü ve eğitmek istemişti. Monaco’da havalimanından beni aldı, ona döndüm ve “Emeklisin artık, mutlu musun?” dedim, o da “Evet, harika” dedikten sonra şunları söyledi: “Biliyor musun, bisiklet kariyerin sona erince, her şey sonsuza dek gidiyor. Bu futbol gibi değil. Ne kadar yaşlanmış olurlarsa olsunlar, futbolcular her zaman eski sihirlerini gösterebilecek aralıklar bulur. Ama bisiklette deha, emekli olduğunuz gün ölüyor.” Bu, gerçekten de devasa bir değişim. Kariyerinizin sonu, size büyük bir iniş yaşatıyor. Profesyonel bir sporcu için yükseliş dönemi bir hayli uzun sürüyor fakat zirveden dibe yaşadığınız yolculuk çok ama çok hızlı; rollercoaster gibi. Çıktıktan sonra bir anda, aniden, çığlıklar atarak inişe geçiyorsunuz. Ve dibe doğru inerken hazırlıksız yakalanıyorsunuz. Yarışmamak, etrafınızda bir takımın olmaması, size bakan insanların olmaması, artık ‘özel’ hissetmemek... Buna alışmak üç-dört senenizi alabiliyor.

2014’te verdiğiniz bir röportajda “Artık kendimi bisiklet dünyasına ait hissetmiyorum” demiştiniz. Neden?

Yaşla ilgiliydi. Kariyerimin başındayken bisiklet 100 yılı geride bırakmıştı. 1990’lı yıllar, o yüz senelik deneyimin toplamının biriktiği bir yerdi. Ve kariyerim boyunca, geride kalan 20 yılda, spor modernize oldu. Ben bu değişimin bir parçasıydım ve bu değişim için uğraşanlardan biriydim. Ama yolun sonunda, bu spora tutkuyla âşık olmamın sebebinin o eski usül havası olduğunu kavradım. Bu halini de çok seviyordum ama bir yandan da yaşlanmıştım ve beraber büyüdüğüm, yarıştığım, hatalar yaptığım ve bedel ödediğim nesilden hiç kimsenin kalmadığını fark ettim. Yeni gelenlerle ortak hiçbir yanım olmadığını anladım. Eğer şimdi 18-19 yaşında olsaydım ve 1996, 1997’de olduğu gibi bu işe yeni başlasaydım bisiklete yine âşık olurdum. Ama spor beni 20 sene boyunca değiştirdi ve gelinen noktada yapacak bir şey yoktu.

O zaman 18 yaşınıza dönelim. 90’larda, Britanya’da bisiklet bugünkü popülaritesine ve imkânlarına sahip değilken çıkış yapmayı nasıl başardınız?

Ben her zaman ‘outsider’ olmayı, insanları yanıltmayı sevdim. Şansım, çocukluğumun sürgün olarak geçmesiydi. Dört-beş farklı ülkede büyüdüm, bu yüzden yarışmak ve yaşamak için Fransa’ya gitmek daha kolay oldu. Elbette, yeni bir dile adapte olmak zordu. Fakat bu sporu seçmemin bir sebebi de buydu. Her şeyi çok romantik buluyordum. Küçüklüğümden beri bisiklet kitapları okuyordum ve bu sporu hikâyeleriyle, karakterleriyle birlikte çok seviyordum. Bu tercihimin arkasında kaçış da vardı. Okulda, o dönem normal görülen tenis ya da futbol gibi sporları denedim ama onları çok konformist buldum. Kaykaya biniyor, BMX gibi alternatif sporları deniyordum. Sonra yol bisikletiyle tanıştım ve bunun harika bir kokteyl olduğunu gördüm. Bir yandan konformist bir spordu bu da, takım sporuydu, eskiydi ve insanlar tarafından biliniyordu. Yani alternatif ya da ekstrem sporlar gibi değildi. Ama bir yandan da ekstrem sporların birçok özelliğini almış, sadece ekstremliğini almamış gibiydi. Ve içine daha çok girdikçe, “Bunu yapmak istiyorum” dedim. 19 yaşıma geldiğimde Fransa Bisiklet Turu’nda yarışmak, bir takımın parçası olmak, o dağ etaplarına katılmak, kaza yapmak istediğimi anladım.

Ve o dönem, Fransız spor efsanesi Cyrille Guimard tarafından keşfedildiniz. Onunla ilk tanışmanız nasıldı?

18 yaşındaydım, bebektim daha. Dört-beş büyük bisiklet takımı benimle ilgileniyordu. Guimard yaşadığım kasabaya geldi ve beni yemeğe çıkardı. Hong Kong’da büyürken ona dair kitaplar okumuştum. Bir seneliğine beni başka takıma gönderip denemek istediğini, 23 yaşıma geldiğimde ise ilk Fransa Turu’ma katılabileceğimi söyledi. Kariyer planımı çizmişti. Çok etkilendim. Başka hiç kimse bunu düşünmemişti bile. Ama onu farklı yapan buydu. 80’lerin ve 90’ların Dave Brailsford’u oydu. Sürekli yeni fikirler peşindeydi. Ve kitaplarda onun nasıl Bernard Hinault, Laurent Fignon, Charly Mottet, Greg LeMond gibi isimlerle daha gençken sözleşmeler imzaladığını okumuştum. Onları büyük bir yarışçıya dönüştürmüştü.

O yıllarda, genç olmanıza rağmen popülerdiniz. Buna alışmak zor muydu?

Aslında değildi çünkü hiçbir zaman çok sosyal olmamıştım. Çok fazla dışarıya çıkmazdım, Fransa’da Biarritz’de yaşıyordum, küçük bir kasabaydı. İronik olan şu ki bugünlerde, nasıl söylesem, daha ünlüyüm. Gençken, Fransa Turu’nda etap kazandığım, sarı mayo giydiğim, dünya şampiyonu olduğum zamanlarda bu kadar ünlü değildim. İngilizler çok ilgi göstermiyordu, kimse beni tanımıyordu. Ama şimdi, spor çok devasa bir şeye dönüştü, Bradley Wiggins, Mark Cavendish, Chris Froome gibi isimler sayesinde popülerleşti. Şu an hayatımda güzel bir konumda olduğumu düşünüyorum. Ünlü değilim ama çok iyi tanınıyorum. Bu yüzden de ünün kötü taraflarıyla uğraşmak zorunda kalmıyorum.

Peki 2004’te Biarritz’de kodese atıldığınız o gece, hâlâ sizi kovalıyor mu?

Hayır, çok uzun zaman oldu ve her şey geride kaldı. Ve aradan geçen yıllarda görevlilerle, avukatlarla, hâkimlerle, gazetecilerle bu konuyu çok konuştum, kitap yazdım. Ve şundan ötürü mutluyum; doping şu an hayatımın bir dipnotu olarak görülüyor, başlığı değil.

İlk kitabınızda, ceza süresince yeniden bisiklet seyircisi olmanın ne kadar güzel olduğunu hatırladığınızı yazmıştınız.

Evet, unutmuştum. Çünkü bu işin derinliklerine indiğinizde gerçekten de bir tutku olarak bakmıyorsunuz. O vakitler insanlar bana yaklaşıp “Oh, profesyonel bisikletçi olmak bir iş değil” diyorlardı. Ben de içimden şöyle diyordum: “S.ktir git! Gel ve dene bakalım.” Bu dengeyi en iyi ayarlayanlar, bir yandan bunu işe çevirip bir yandan da hâlâ keyif almasını bilenler oluyor. Ben de çoğu zaman böyle olmaya çalıştım. Sonra doping cezası aldığımda yeniden bir tutkun ve seyirci oldum. Şimdilerde ise televizyon yorumculuğu yapıyorum ve yarışlarda heyecan seviyesi artarken, aksiyon tam başlamadan evvel, bu sporu ne kadar sevdiğimi anlıyorum. Yetişkinlik hayatımın çoğu bununla geçti, şimdi de kitaplar yazıyorum ve insanlara tutkumu açıklamaya, bu karmaşıklığı onlar için basitleştirmeye çalışıyorum. Dışarıdan bakan insanların gözünde bu sporu iki boyutludan üç boyutluya çevirmeye çalışmak, şimdilerde peşinde koştuğum şeylerden biri.

Emekli olmadan Cycling Anthology’ye yazdığınız yazıda, bisikleti küçük detaylarıyla birlikte nasıl özleyeceğinizi yazmıştınız. Özlüyor musunuz?

O dönem kariyerimin sonuna yaklaşıyordum ve bunların farkındaydım. Gençken bütün bunları çok umursamıyorsunuz. İşe duygusal yaklaşmıyorsunuz ve sizi başarılı yapan da bu oluyor. Ama yaşlandığınızda işler değişiyor. Son yaklaşıyor ve nostalji duygusu sizi sarıyor. Ve o anda nasıl değerli bir şeye sahip olduğunuzu, insanların neden “Oh, bu bir iş değil” dediğini anlıyorsunuz. Bazı arkadaşlarınızın emekli olduğunu, yarışlar sırasında dostluk kurduğunuz isimlerin veda ettiğini ve bir anda onların çoğuyla ortak noktanız kalmadığını anlıyorsunuz. Çünkü artık aynı yerlerde değilsiniz, bir zamanlar beraber yarışmak dışında herhangi bir ortak paydanız kalmamış. O an hayatınıza baktığınızda bunun bir parça olduğunu fark ediyorsunuz. Bittiği zaman bitiyor. Geriye dönüş yok.

Biz, bisikletçiler, çok garip insanlarız ve emekli olunca buluşmalar, yemekler düzenlemiyoruz. Sona erdiğinde gerçekten sona eriyor.

Socrates Dergi