socratesXreflect_alt

Yaşadığını Hissetmek

16 dk

Gülnur Tumbat, Everest’in zirvesine Nepal tarafından tırmanan ilk Türk kadın. Tırmanışa ve diğer doğa sporlarına olan tutkusunun yanında Birleşik Devletler'de akademik kariyerine de devam eden Tumbat, Socrates’e konuştu.

"Ayaklarınızı yere basıyorsunuz ve artık uzaya en yakın noktadasınız. Ama yine de zirveye çıktığınızda ilk düşündüğünüz şey aşağıya inmek oluyor."

Yedi kıtanın altısında en yüksek noktaya ulaşan Tumbat, Everest'in zirvesine çıktığı anda yaşadığı hisleri bu cümlelerle anlatıyor. Pek çoğumuzun televizyonda izlerken bile tedirgin olduğu yükseklikler, onun "Kendim gibi hissediyorum" dediği yerler. Aynı zamanda San Francisco State Üniversitesi'nde pazarlama alanında akademik çalışmalar yürüten Tumbat ile doğayı ve hayatı konuştuk.

Tırmanışa ilk nerede ilgi duydunuz? "Ben ileride çok önemli zirvelere tırmanacağım" gibi bir düşünce insanın aklına hemen düşer mi?

ODTÜ'de okumaya başladığım zaman dağcılık kulübüne giden arkadaşlarım vardı. Onların peşine takılarak nedir, ne değildir öğrenmeye başladım. Liseden daha yeni mezun olmuştum. Ortam yeni, okul yeni… Tek motivasyonum meraktı. Sevdiğim arkadaşlarımın da dağcılık kulübünde olması işleri kolaylaştırdı. Yani öyle dağcılıkla ilgili büyük hedeflerim yoktu. Öncesinde de çok spor yapma imkânım olmamıştı.

"İnsan aslında sandığından çok daha fazlasını yapabiliyor" gibi bir cümle kurmuştunuz bir röportajınızda. Maceranız için kilit bir cümle belki de…

Evet, bu cümleye inanıyorum. Entelektüel alanda, duygusal alanda, spor alanında, yani her alanda rahat hissettiğimiz ortamları terk etmek, klişe tabirle konfor alanından çıkmak, bunun için uğraşmak önemli. Benim arkadaş çevremde de hep bu tarz işlerle uğraşan insanlar vardı. Hep 'endurance' dediğimiz dayanıklılık gerektiren sporları yapıyorduk, yapıyoruz. Ben zaten bu tarz yüksek dayanıklılık gerektiren, uzun süreçli doğa sporlarını yapmayı seviyorum. Bunları yaptıkça sandığımdan daha fazlasını yapabileceğimi fark ediyorum. Diğer türlü ev, iş derken konfor alanımızda kalıyoruz. Tabii ki hayat zor, bunu unutuyor değilim. Yaptığınız iş çıkıp koşmaya elvermiyor olabilir. Ama entelektüel anlamda da konfor alanınızdan çıkabilirsiniz. Mesela normal şartlarda okumayacağınız bir kitaba başlayarak... Sonuçta bir insan neden konfor alanından çıkar? Ne yapabileceğini görmek için. Ne yapabileceğini görmek de kendini tanımak demek. En zayıf ânını kavramak, en zorlayıcı durumlarda nasıl tepki vereceğini fark etmek… Bütün bunlar, insanların gözünü korkutuyor. Ama meraklı insan yapıyor.

Siz sadece yüksek irtifa tırmanışları yapmıyorsunuz. Birçok farklı doğa sporunda aktifsiniz. Doğada olmak nasıl bir tecrübe?

Doğa sporları, benim için büyük bir tutku. Tabii ki bazı antrenmanları kapalı alanlarda yapmak zorunda kalıyoruz. Şehirlerde yaşıyoruz, günlük hayatımız var. Ama şehirdeki antrenmanlar, doğada yapmak istediğim şeyler için hazırlık. Genel olarak doğada olmak beni kendim gibi hissettiren bir tecrübe. Patika koşuları, dağ koşuları, gölde yüzmek, dağ bisikleti kullanmak, duvara tırmanmak, kayak yapmak… Doğayla öyle bir etkileşime geçebiliyor olmak bana çok iyi geliyor. Bu bir ihtiyaç aslında. Şehir hayatı da güzel. Ama ben çocukluğumdan beri hep bir noktadan sonra dağda bayırda koşmak istiyorum.

Yaptığım tüm doğa sporları bana çok iyi geliyor. Çünkü hepsiyle farklı tecrübeler yaşıyorum. Tırmanırken gördüğünüz şeyler farklı, doğada koşarken ya da bisiklete binerken gördükleriniz farklı… Bir süre gidemeyince benim aklım, kalbim doğaya gitmek istiyor. Bu sadece fiziksel bir şey de değil. Doğada beyne giden sinyallerle, şehirde beton içinde beyne giden sinyaller arasında çok fark var.

Aynı zamanda bir akademisyensiniz. Tırmanışların akademik çalışmalarınıza etkileri oluyor mu? Mesela 2004'te Everest'e gittiniz ve orada yaklaşık iki ay çadırda kaldınız. Bu iki ay, Everest'e tırmanma sürecinin bir parçası mıydı yoksa akademik bir çalışma mıydı?

2004 yılında doktora öğrencisiydim ve veri toplamak için oraya gitmiştim. Çünkü pazarlama alanında risk konusu üzerine çalışıyordum. Bir alan çalışması yapmak için Nepal tarafındaki ana kampta iki ay kaldım. Ama o zamanlar Everest'e tırmanmak gibi bir şey yoktu aklımda. Tabii ki Everest'in dünyanın en yüksek dağı olmasıyla gelen inanılmaz bir ihtişamı var. Her yerde izliyoruz, okuyoruz fakat "Bir gün ben de buraya gideceğim ve tırmanacağım" gibi bir düşünce hiç yoktu. Tüm tırmanış sezonunu orada geçirip bütün tırmanış ekipleriyle tanışıp o tecrübenin bir parçası olduktan sonra "Ben buraya tekrar geleceğim" hissi oluştu. Dağın öyle bir enerjisi var ki etkilenmemek mümkün değil. Çok özel bir yer. Başka bir yerle karşılaştırılacak gibi değil. Normal hayatta zaten bu tip referans noktalarımız da yok ki karşılaştırma yapalım. O enerjiyi hissettiğimi fark ettiğim anda tekrar geleceğimi biliyordum. 2004 sonrasında 2014'te ve 2015'te iki ayrı sezonda Everest'e yine gittim. Hep bu konuyu kullanarak yayınlar yaptım. Ve Everest, kariyerimin büyük bir parçası oldu. Ama bunu ben bu hale getirdim. Çünkü biliyordum ki bir işte çalışıp geçinmek zorundayım. Bunu istediğim diğer şeylerle birleştirmenin yollarını aradım.

Everest'e tırmanmaya karar verdiğiniz ânı anlatabilir misiniz? Tam o anda aklınızdan neler geçiyordu?

2004 tırmanış sezonu bittiğinde verilerimi toplamıştım ve ana kamptan geri yürüyüşe geçtim. Mayıs ayının sonlarıydı. Aşağıya doğru yürüyordum. Yanımda bir de taşıyıcı vardı, eşyalarımı taşıyordu. Benim sırtımda da kocaman çanta. Mayıs sonu, Himalaya Dağları'nda musonların başlangıcı. Bulutun içinde yürüyor gibiydik, çok nemliydi. Yavaş yavaş, bir vadiden inmeye çalışıyorduk. O yürüyüş sırasında, nemden oluşan kabarcıklar yüzüme çarpıyordu. Yüzüm, üstün başım ıslak ama bir yandan da gözlerimin dolduğunu, gözyaşlarımın yüzümdeki ıslaklıkla karıştığını hatırlıyorum. Kalbim artık patlayacak, yerinde duramıyor. İşte o zaman hissettiğim, oraya geri döneceğimdi. Tamamen duygusal. Oradan aşağı inerken bile ne kadar özlediğimi, tekrar orada olma isteği duyduğumu fark ediyordum.

Everest'e Nepal tarafından tırmandınız. Bunun farkı nedir?

Everest'in en önemli iki rotası var: Nepal rotası ve Tibet rotası. Nepal güney, Tibet ise kuzey rota. Everest tarihi boyunca tırmanışların çoğunluğu da bu rotalardan yapılmış. Nepal, ilk tırmanışın yapıldığı, ilk zirveye ulaşılan rota. Ben daha önce Nepal tarafında vakit geçirdiğim için oraya gitmek istiyordum. Bu rota Khumbu Buzulu'yla başlıyor. Sürekli ayağınızın altında oynayan bir yer düşünün. Evler, apartmanlar büyüklüğünde buz kütlelerinin olduğu, sürekli hareket eden bir kısım var. Bu kısım, ana kamp ile birinci kamp arasında. Çığların düştüğü, insanların çatlaklar arasına düştüğü bir yer burası. Kuzey tarafı da çok tehlikeli ve zor. Ama Nepal rotası, bu oynak buzul yüzünden objektif riskin daha fazla olduğu rota. Bir sürü insan sırf bu yüzden Tibet rotasını tercih edebiliyor. Türkiye'den de şimdiye dek yapılan tırmanışların büyük kısmı Tibet tarafından yapılmış.

2014 yılında Everest'te çığ sonucu 16 dağcı hayatını kaybetmişti. Siz de o sırada Everest'teydiniz. Neler yaşadınız?

Bir gün, sabah erken saatlerde kalkıp iletişim çadırına girdim. İletişimden sorumlu kişi de oradaydı, o da erken kalkmıştı ve sadece iki kişiydik, çay içiyorduk. Birden, çok büyük bir gürültü duyduk. Ana kamptayken sürekli gürültü duyuyorsunuz. Çünkü etraftaki tepelerden sıkça çığ düşüyor. Ana kampa ulaşmıyor tabii çığlar ama sese alışıyorsunuz. Fakat bu seferki ses, çok kuvvetliydi. Hemen çadırın kapısını açtık ve buzula doğru baktık. O buz kütlesinin düştüğü yeri ve onun çıkardığı tozu dumanı gördük. Ana kamp ile birinci kamp arasında, buzulun yukarılarında meydana gelen bir çığ. O sabah erken saatlerde bizim ana kamptan bir sürü ekibin Sherpa'sı (Himalayalar'da yaşayan, tırmanışçılara rehberlik eden yerel halk) da oradaydı. Oradan geçerken çığ bu insanların üzerine düştü. Normalde 16 kişi Khumbu Buzulu gibi riskli bir yerde aynı noktada aynı anda durmaz. Sabit hat üzerinden belli aralıklarla hareket edilir ve bir risk durumunda az kişi zarar görür. Fakat bu buzulun üzerindeki çatlaklardan geçiş sağlamak için konulan merdivenlerden bir tanesinin ucu boşa çıkmış. İlk Sherpa oraya varmış, geçecekken ucu boşa çıktığı için çantasını kenara koyup onu tamir etmeye başlamış. O sırada arkasındaki Sherpa gelmiş. Sonra bir arkadaki... Orayı sabitlemeye çalışırlarken birikme olmuş, buz kütlesi üzerlerine düşmüş. O çatlakta sıkıntı olmasa çığ bir ya da iki kişiyi yaralayacaktı belki ama olay ne yazık ki hepsi orada beklerken oluyor.

Bizden birkaç kişi hemen buzula doğru gitmeye başladı ne olduğunu anladıktan sonra. Dağda kurtarma, çok koordine yapılması gereken bir iş. Helikopterler tepede dönmeye ve durumu anlamaya çalıştılar. İnmeye çalıştılar ama bu mümkün değildi tabii ki. Çok uzun bir halat sarkıttılar ve cesetler yardıma giden insanların çabalarıyla tek tek aşağıya indirildi. Ve biz bunların hepsini gördük. Nasıl bir duyguydu derseniz, boşluk. İnsanın aklı almıyor kolay kolay. Orada bir anda işin içinde olmak ve bütün gün bunu deneyimlemek gerçekdışıydı. Her sezon burada hayatını kaybeden insanlar oluyor aslında ama buradaki fark, tüm bunların daha tırmanış sezonunun ilk gününde gerçekleşmesiydi. Ara kampları kurmak için inip çıkıyordu o insanlar daha. Bu olayın ardından sezon kapandı. Her şeyi toplayıp geri indik. Tırmanmak isterken bir gün önce yanı başınızdaki insanları kaybetmek çok kötü hissettiriyor, bir yandan da her zaman sizinle kalıyor.

Klasik bir soru ama Everest'in zirvesine çıktığınızda aklınızdan ilk geçen neydi? Üzerinizde zirveye ulaşmanın hafifliği mi vardı yoksa inecek olmanın getirdiği sorumluluk mu?

Tek düşündüğüm inmekti. Ayaklarınızı yere basıyorsunuz ve dünya üzerinde uzaya en yakın yerde duruyorsunuz. Bunun enerjisi çok büyük. Tüm bunların verdiği hissi tarif etmek kolay değil. Zaten her şey birkaç saniye sürüyor. Kendinizle gurur duyuyorsunuz ama sonra fotoğrafları çekip etrafa bakıp inmek istiyorsunuz. Kendi kendinize "Daha bitmedi" diyorsunuz. Günlerdir doğru düzgün yemek yiyememişsiniz, uyuyamamışsınız. İster istemez insan o anda okuduğu kitapları, izlediği belgeselleri düşünüyor. Oradaki tanımlar, görseller gözünüzün önüne geliyor. Ve bir an önce inmeniz gerektiğini düşünüyorsunuz hep.

Zirvedeyken o kadar yorgun, o kadar bezgindim ki… Ama bir yandan da hafif hissediyordum. Herhalde doğru yapılan meditasyon böyle bir şey diye düşündüm. Hafiflik, farkındalık, huzur. Aklınıza şu gelebiliyor: "Ya şuraya bir oturayım, bir durayım burada." Birkaç saniye sonraysa şunu hatırlıyorsunuz: "Gülnur, senin gibi burada oturmak isteyen insanlar donarak öldüler." O yüzden o duyguyu bastırıp geri iniyorsunuz. Tabii pek fazla enerjimiz de yoktu ekip olarak, hayatta kalma güdüsüyle hareket ettik hep. Hatta ana kampa bir saat kala arkamızdan çığ düştü. Hemen çömeldik. Üzerimize tozu yağdı. Dağ bize "Daha bitmedi" mesajını verdi, kendisini hatırlatmaya devam etti. Çığ, arkadaki ekip arkadaşlarımızın önlerine, iki grubun ortasına düşmüştü. Ancak ana kampa inince "Evet, işte şimdi bitti" diye düşündüm. Ana kamptan altı gün önce çıkıp zirveye doğru yola koyulmuştuk. Tam altı gün sürdü çıkıp geri inmemiz. Dört gün çıkış, iki gün iniş. Zirvede kaldığımız süre ise yirmi-otuz dakika gibi bir şeydi.

Yüksek irtifa tırmanışları yapmak epey zorlu. Peki bir kadın olarak bunu yapmak normalden farklı zorluklar barındırıyor mu?

Sürekli erkek egosuyla uğraşmak ekstra bir iş. Bu bizim günlük hayatımızda da böyle ama dağda daha da başka bir seviyeye geliyor. Örnek vereyim, ben hep ekibimi düşünen bir insanım. Herkes ekibin kendisini ileriye taşımasını ister. Bizim ekibimizde bir arkadaşımız vardı, çok sevdiğimiz biri. Ama sürekli yemek ayrımı yapıyordu. Ben ona ısrar ettikçe de bir noktadan sonra rahatsız oldu. Sonra dördüncü kamptan ilerisine devam edemedi çünkü çok zayıf düşmüştü. Ben onun üzerine düşüp yardım etmeye çalıştıkça karşımda hep bir ego gördüm. Yani sonuçta hepimizin egosu var. Egosu olmayan insan böyle işler yapmaya kalkışmaz. Ama öyle bir noktada kadın-erkek dinamiği ve egoların çarpışması bambaşka sonuçlar doğurabiliyor. Diğer taraftan dağda çok az kadın var. Doğal olarak ilgi çekiyorsunuz ve bazen bu da rahatsız edebiliyor. Gözle görülmeyen ama hissedilen şeyler de oluyor.

Ekibimi düşünen bir insanım dediniz ama kimse olmadan, tek başınıza yaptığınız tırmanışlar oldu mu?

Ocak 2009'da Güney Amerika Kıtası'nın en yüksek zirvesi olan Aconcagua Dağı'na solo tırmanış yaptım. Hazırlık sürecinde oraya tırmanmış bir sürü insanla konuştum, elime geçen raporları okudum, rehberlik yapan insanlarla iletişim kurdum. Tüm bilgileri toparladıktan sonra fark ettim ki ben bunu yapabilirim. Uçak biletimi aldım, San Francisco'dan Arjantin'e gittim ve dağcıların kaldığı bir otelde konakladım. Devamında tırmanış iznimi aldım, otobüse atlayıp milli parkın girişine gittim. Ve oradan yavaş yavaş tırmanmaya başladım. Tamamen yalnızdım, yanımda kimse yoktu. Bu çok özel bir tecrübe tabii. Geriye doğru bakıp düşündükçe "İyi ki yapmışım" diyorum. Bu dağa tırmanmak öyle süper teknik ve zor olduğundan değil ama 6965 metrelik bir dağ neticede.

Yedi Zirveler projesini biraz anlatabilir misiniz? Hangi noktadasınız şu an?

Yedi Zirveler, dünyanın her coğrafi kıtasının en yüksek dağına çıkma projesi. Asya'nın ve dünyanın en yüksek zirvesi Everest. Afrika'da en yüksek dağ Kilimanjaro, Güney Amerika'da Aconcagua, Kuzey Amerika'da Denali, Avrupa'da Elbruz, Antarktika'da Vinson ve Okyanusya'da Carstensz. Altısına tırmandım, bir tek Antartika'daki Vinson Dağı kaldı.

Yedi önemli zirveye tırmanmak için ne gibi çalışmalar yapmak gerekiyor? Hem fiziksel hem de psikolojik olarak...

Ben sürekli antrenman yapıyorum. Antrenman yapmak hayatımın bir parçası. Temel seviyeyi korumak çok önemli. Antarktika'da tırmanış sezonu ocak ve şubat. O dağda da buz üzerinde çok mesafe kat ediyorsunuz. Ayrıca kızaklarınız var ve onları çekmeniz gerekiyor. Oraya gideceğim kesinleşirse yapacağım antrenman toprak yollar ve büyük kamyon lastikleri bulup onları arkama bağlayarak çekmek olacak. Ama şu an tırmanış kısmı belirsiz tabii. Zaten pandemi süreci tam bitmiş değil. Benim önceliğim Everest'ti, onu yapmış olmak çok mutlu ediyor. Antarktika'ya da bir gün mutlaka tırmanacağım.

Yine de hazırlanmayı bırakmıyorum. Bu sadece dağcılıkla ilgili değil, ben her zaman hazırlıklı olmak isterim. O yüzden antrenmanlar benim için öncelik. Asla aksatmam. Günümü antrenmanlarıma göre ayarlamaya çalışırım. Onun dışında, psikolojik kısmına da her zaman hazırlıklıyım. Haberleri düzenli takip ediyorum.

Meru belgeselinde olduğu gibi başarısız olunan ve sorunlar yaşanan bir tırmanışın ardından bir kez daha deneme ve tırmanma arzusu, korkunun önüne geçebiliyor. Sizce insanoğlunun bu yükseklere tırmanma tutkusunun arkasında neler var?

Dürüst olmak gerekirse dağcılık dediğimiz sporu zirveye çıkmak için yapıyoruz. Çıkamayınca insanın içi, aklı orada kalıyor. Meru için de insanlar yıllarca planlama yapmışlar. Tabii ki tekrar gitme arzuları olacak. Şu da var: Kendilerince bir sürü hata yapıyorlar. Hepsinin farkındalar ve ikinci gittiklerinde biliyorlar ki o hataları yapmayacaklar. Daha iyi planlamaya çalışıyorlar. Kendilerini ve duvarı daha iyi tanıyorlar. Böyle bir birikimleri var. Neden bu öğrendiklerini yeniden kullanmasınlar ki? Yükseklere tırmanma tutkusu, bu ortamlar, büyük duvarlar, tepeler, dağlar… Buraların öyle büyük enerjisi var ki sizi kendisine çekiyor. Hele ki yıllarca düşünülmüş, hayali kurulmuş bir tırmanışken...

Socrates Dergi