
Kararsız Zamanda
20 dk
Futbol, Javier Marias'ın her zaman hayatında olmuştu. Real Madrid sevgisi, tıpkı 'zaman'la olan meselesi gibi eskilere dayanıyordu. Ve bir öyküsünde, bütün tutkularını bir araya getirmişti.
“Yedi yaşından beri bir gözü hep futbolda olmuş Marias’ın. Abisinin gaz bezinden imal ettiği zemin üzerinde tahta çubuklar ve mantarla masa futbolu oynarlarmış. 1950’lerde çocukluğunu geçirdiği Chamartin, Real Madrid’in mahallesi. Hem ondan hem de ergenliği Puskas’lı, Kopa’lı, Gento’lu, Di Stefano’lu efsanevî takıma denk geldiğinden, kaçınılmaz olarak Realli olmuş. Futbol yazıları kitabında çocukluğundan beri biriktirdiği albüm fotoğrafları var. Tabii hep Realli futbolcular. Takım aşkının, sembolik ve tek yanlı bir aşk olduğunu söylüyor: ‘Real’in beni sevmesini beklemem! Hatta varlığımdan bile haberi olmadığını zannediyorum’ diyor.”
Tanıl Bora, çağdaş dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Javier Marias’ın futbol merakını K24 için kaleme alırken böyle yazmıştı. Marias’ın romanlarında ve anlatıcılarında pek kendini belli etmese de futbol, İspanyol edebiyatçının hayatında hep geniş bir yer tutmuştu. Marias, zaman içinde futbol üzerine yazdığı denemeleri kitaplaştırmış; dergilere ayaktopu üzerine söyleşiler vermiş, bir noktada Jose Mourinho’ya sallamış, Real Madrid’inin Franco rejimi üzerinden sürekli eleştirilmesine karşı farklı tezler sunmuştu. Neyyire Gül Işık tarafından dilimize çevrilen Kötü Niyet Öyküleri’nde yer alan Kararsız Zamanda hikâyesi de bu futbol merakının edebi yansımalarından biri. Klasik Marias öğelerini taşıyan bu ‘konuşkan’ metin, spor dünyasından bildiğimiz yükseliş ve düşüş öykülerinden birini yeşil saha üzerinden anlatıyor. Biz de hikâyeye sayfalarımızda gururla yer verirken Can Yayınları’nın kitapta kullandığı dilbilgisi kurallarına ve metne büyük ölçüde sadık kaldık. Marias dünyasıyla henüz tanışmadıysanız, bu güzel bir başlangıç olabilir.
Onu şahsen iki kez gördüm ve birincisi en neşeli ve en talihsiz zamanıymış, ancak bu ikincisi geriye dönüp baktığımda, yani demek istiyorum ki şimdi öyle ama o zaman öyle değildi, dolayısıyla aslında böyle dememeliyim. Joy diskosundaydı, gecenin ilerlemiş bir saatinde, özellikle onun açısından, çünkü futbolcular pek erkenden yatağına girmelidirler, sürekli olarak bir sonraki maça yoğunlaşarak, ya antrenman yaparak ya da uyuyarak, hasım takımın ya da kendi takımının video çekimlerini izleyerek, kendi oynayışlarını, başarılı ya da başarısız çalımlarını görerek ve o çekimlerde sonsuza değin tekrarlanan kaçırılmış fırsatları görerek, uyuyarak, antrenman yaparak ve beslenerek yaşamaları gerekir, bir tür evli bebek yaşantısı, onlara analık edecek, saatlerine uymalarını denetleyecek bir kadınları olmasında yarar vardır. Çoğu buna aldırmaz, uyumaktan nefret ederler, antrenmanlardan nefret ederler ve büyük futbolcular maçı yalnız sahaya çıktıklarında akıllarına getirirler, hem görürler ki kazansalar iyi olacak, çünkü tribünlerde yüz bin kişi vardır, işte onlar bir haftadır o maçı koyup kaldırarak ve nefret edilesi rakiplerinden öçlerini almalarını dileyerek geçirmişlerdir. Büyük futbolcular için rakipler ancak doksan dakika süreyle ve sadece şu sebepten ötürü var olurlar: kendi arzuladıkları şeye erişmelerini engellemek için oradadırlar, altı üstü bu kadar. Ardından o rakipleriyle kadeh parlatmaya da gidebilirler, hani ayıp kaçacak olmasa. Hınç beslemek vasat oyuncuların harcıdır.
Ona hiç vasat denemezdi, ve bir süre için biraz olgunlaşıp işine odaklandığında büyüklerden biri olacağı düşünülmüştü, oysa asla olamadı, ya da belki çok gecikmeyle oldu. Kubala, Puskas, Kocsis ve Cbizor gibi Macar’dı ama soyadını söylemek bizler için çok daha çetindi, Szentkuthy diye yazılıyordu ve insanlar onu çok daha tanıdık ve İspanyolca (!) bir adla “Kentucky” diye çağırmaya başlamışlardı, o da kimi zamanlar mesnetsiz bir “Tavuktava” lakabına (atletik yapısına hiç uygun düşmüyordu) dönüşmüştü, sahaya çıktığında kimi gözüpek ve coşkulu spikerler şu biçim densiz laflar ediyorlardı: “Dikkat, Kentucky Barça’yı kızgın tavaya atabilir.” Ya da: “Aman dikkat ortaya karışıklardan birini yapmasın, dikkat hepsi sıvı yağdır, kızgın yağ, aman dikkat, yakar sonra, dikkat, kaygandır, hiçbir şeyle karışmaz!” Gazetecilere iyi malzeme vermişti, ama gazeteci milleti çabuk unutur.
Onunla Joy diskosunda karşılaştığımda Madrid’e geleli bir buçuk sezon olmuştu ve artık bayağı iyi bir İspanyolca konuşuyordu, dili kısıtlı olmakla birlikte düzgündü, vurgusu apaçık belliydi ama kulağa hiç de fena gelmiyordu, öyle görünüyor ki Orta Avrupalıların dil öğrenmeye yatkınlıkları var, yabancı dilleri iyi öğrenmek ya da seslenmekte en beceriksiz olanlar biz İspanyollarız, daha eski Roma çağında tarihçiler söylemişlerdi, ş sesini beceremeyen şu halk demişlerdi, Scipio, Schillaci’nin Escipión, Esquilache diye seslendirildiği gibi, Szentkuthy de Kentucky’e dönüştürülmüştü, dilsel eğilimler değişmiş bulunuyor. Szentkuthy (gerçek adıyla anacağım, nasıl olsa yazıyorum, seslendirmem gerekmiyor) yepyeni, şenlikli ve onun daha önceki Demir Perde deneyimine göre lüks sayılacak bir ülkenin verdiği göz kamaşmasını sindirecek vakti bulmuştu, yine de doğal, olması gereken bir şey saymıyordu. Belki de insanda her önemli kazanımı hep izleyen o ânı yaşıyordu, hani elde edilen şey düpedüz bir armağan ya da mucize gibi gelmiyordur da (ona artık inanmıştır) ya kalıcı olmazsa diye korkmaya başlar ya da zamanında kabullenmiş olduğu geçmişe dönme olasılığından dehşet duyar, o yüzden onu silmeye eğilimlidir: Ben eskiden olduğum kişi olmaktan çıktım, yalnız şimdi neysem oyum, hiçbir yerden gelmedim ve kendimi tanımıyorum.
Ortak tanıdıklar bizi aynı masada birleştirmişlerdi, ancak o uzun süre masaya yalnızca bir an kadehine yeniden el atıp iki dans arasında bir yudum almak için uğramıştı, dans da antrenmanın bir çeşidiydi, yorulmak bilmez bir sporcuydu, en azından doksan dakika artı uzatmaya yetecek kadar olsun ritimden yoksundu, ve masadakilerden bazıları ona gülüyorlardı, bu memlekette her durumda ve gereksiz yere bir tutam acımasızlık bulunur, başkalarını üzmekten ya da üzdüğünü sanmaktan keyif alır insanlar. Gazetelerde gördüğüm fotoğraflarına bakılırsa takıma girdiği zamanlardan daha iyi giyiniyordu, ama kıyafetlerine daha çok itian eden ve reklamlarda boy gösteren İspanyol arkadaşlarına kıyasla yeterince şık sayılmazdı. Gömleğini pantolonunun içine sokmuş bile olsa dışındaymış gibi görünen adamlardandı, zaten oyun sahasında da hakem izin verdiğinde tişörtü şortunun üstüne çıkarırdı. Sonunda gelip oturdu ve el kol hareketleriyle ve gülerek herkese kendi dinlenirken seyretsin diye kalkıp dans etmelerini buyurdu, şimdi biraz zevklenmek sırası ona gelmişti, ama kuşkusuz hiç hınzırlığı yoktu, başkalarından kendisininkiler kadar acemice olmayan figürler öğrenmek için istiyor da olabilirdi. Sözünü dinlemeyen bir ben oldum, ben hiç dansa kalkmam, seyretmekle yetinirim. Israrcı olmadı, kim olduğumu bilmediğinden, beni tanımadığından çok –o pek umurunda değil gibiydi, nasıl olsa kendisini herkesten tanıdığından emindi– yaptığım kesin ret hareketinden ötürü. Biz kentliler adımlarımızı yavaşlatmadan bir dilencinin iane isteğini geri çevirmek amacıyla yaptığımız gibi, başımı hayır anlamında iki yana sallamıştım. O kıyaslama benim aklımdan geçmedi geçmedi, onunkinden geçti: “Sanki siz bana iane vermeyi reddettiniz,” dedi baş başa kaldığımızda, ötekiler onu kırmamak için pistteydiler. “Siz”i kuralları hala aklından çıkarmamış iyi bir yabancı gibi kullanıyordu, sözcük dağarcığı fena sayılmazdı, “iane” pek de sık kullanılan bir sözcük değildir.
“Nereden biliyorsun? Bir kez sana iane vermeyi reddettikleri oldu mu?” dedim ben, ona karşılık sen diye konuşuyordum, yaş farkından ve bilinçaltımdaki bir üstünlük kompleksinden ötürü, hemen onun bilincine vardım ve ekledim: “Birbirimize sen diyebiliriz.” Yine de sanki o izin lütfeder gibi konuşmuştum.
“Kimin başına gelmemiştir ki? İaneler de türlü türlüdür. Ben Szentkuthy’yim,” dedi bana elini uzatarak, “burada kimse kimseyi tanıştırmıyor.”

1953'te Wembley'de oynanan İngiltere-Macaristan maçından...
Akıllı bir tipti: davranışları gerçeğe uyuyordu (kim olduğunu bilmeyen yoktu), ama o tavrını sözleriyle yadsıyordu. Yani iki şeyi birbirinden ayırmayı biliyordu, karşısındakini sıkacak kadar ikiyüzlü ya da tiksindirici bir safdillikte görünmeden yapılması pek kolay olmayan bir şeydir. Ben de kendi adımı verdim, mesleğimi ekledim, elini sıktım. Kendisininkinden pek uzak olan o meslek üstüne soru sormadı, hesapta olmayan ve herhalde istemediği bir gevezeliği doldurmak için olsun ilgisini çekmiyordu, masada tek başına kalmış, dans edenleri seyretmekle meşguldü. Sarı saçları bir orkestra şefi misali ikiye ayrılmış, dalgalı ve hemen hemen bakışımlı olarak geriye doğru taranmıştı, çizgi romanları andıran köşeli bir gülüşü vardı, burnu yayvan, ufacık mavi gözleri minnacık lunapark ampulleri gibi pırıl pırıldı. “Şunlardan hangisiyle birliktesin?” dedim, az önce yadsıyan başımla pistteki kadınları işaret ederek, hepsi birden ortaya fırlamışlardı. “Hangisi sevgilin? Hangisiyle birliktesin?” diye üsteledim, sorumu iyice açıklamış olmak için.
Ağzımı açar açmaz takımından, antrenörden, şampiyonadan söz etmememden hoşlanmışa benziyordu ve belki de o nedenle çekinmeden ve handiyse çocuksu bir gülümsemeyle karşılık verdi. Gururu ne kırıcı ne aşağılayıcı türdendi, kadınlar açısından bile, sanki o onları değil de onlar kendisini seçmiş gibi söyledi, kim bilir belki de öyle olmuştu:“Masadaki altısıyla” dedi, “şimdiye değin üçüyle birlikte oldum, nasıl ama?” Ve sol elinin üç parmağını havaya kaldırdı, o şamatada sesini duyurmak kolay değildi. Bana siz demeyi sürdürüyordu, o yineleme bana kendimi yaşlı gibi hissettirdi.
“Peki bugün niyetin ne bakalım,” diye karşılık verdim, “tekrarlama mı yoksa yenileme mi?” Güldü. “Başka çaresi olmazsa tekrarlama.” “Koleksiyoncusun, ha? Başka ne koleksiyonu yapıyorsun? Yani, goller bir yana.” Durup bir an düşündü. “O kadar işte, goller ve kadınlar, başka bir şey yok. her gole bir başka kadın, benim kutlama biçimimim öyle,” dedi neşeyle, o kadar ki sırf şakacıktan söylermiş, doğru değilmiş gibi.
Sezon başından beri yirmi kadar gol atmıştı, yalnız lig şampiyonasında, Kraliyet Kupası’yla Avrupa Kupası’nı da eklersek altı-yedi tane daha. Ben futbolu izlerim, aslında onunla maçtan söz etmeyi, herhangi bir hayranı, taraftarı olarak sorular sormayı isterdim. Ama ondan bıkmış olmalıydı.
“Hep böyle miydi? Macaristan’da, Honved’deyken de mi?” Kendisini o Budapeşte takımından almışlardı, doğduğu yerden.
“Yo, hayır, Macaristan’da hayır,” dedi ciddi ciddi. “Orada bir sözlüm vardı.”
“Ona ne oldu?” diye sordum.
“Bana mektuplar yolluyor,” dedi kısaca ve hiç gülümsemeden.
“Ya sen?”
“Ben mektupları açmıyorum.”
Szenkuthy o zamanlar yirmi üç yaşındaydı, çocuk sayılırdı, öylesi bir şey yapacak kadar iradeli ya da meraksız olmasına şaştım. İnsan o mektupların içeriğini bilse bile nasıl dile getirildiğini bilmeyi istememek zordur. Demek mizacının bir katı yanı da vardı.
“Neden? Ve o her şeye karşın sana yazmayı sürdürüyor mu?”
“Evet,” diye yanıtladı hiç şaşılacak yanı yokmuşçasına.
“O beni seviyor. Ben onunla uğraşamam, ama o bunu anlamıyor.”
Anlamadığı ne?
O her şey sonsuza değin sürer sanıyor, bir zamanlar ettiğim vaatleri tutmayışımı anlamıyor, ama yıllar önceydi.
Sonsuz aşk vaatleri.
“Öyle, herkes öyle vaatler verir sonra da kimse yerine getirmez. Hepimizin ağzı laf yapar, kadınlar kendileriyle konuşulsun isterler, ben onun için gittiğim ülkenin dilini çabucak öğrenirim, onlar hep kendileriyle konuşulsun istiyorlar, özellikle de sonrasında, bana kalsa ne öncesinde ne sonrasında hiçbir şey söylemem, futboldaki gibi bir gol attın mıydı bağırırsın, hiçbir şey söylemek ya da vaat etmek gerekmez, daha başka goller atacağın bilinir, altı üstü bu işte. O anlamıyor, ben kendisine aidim sazıyor, her zaman için. Çok genç.”
“Öyleyse belki zamanla öğrenecektir.”
“Hayır, sanmam siz onu tanımıyorsunuz. Ona göre hep kendisinin olacağım. Her zaman için.”
Bu son sözcüğü uğursuz bir sesle ve ürkerek söyledi, sanki o “her zaman için” kendisinin değil, onumuş gibi her gün hareketleriyle ve uzaklığıyla onu reddediyordu, yine de kendi ne kadar redderse etsin o daha güçlüymüş gibi, Madrid’de attığı tüm gollerden ve peş peşe gelip geçen tüm iğreti kadınlardan daha güçlü. Sanki kendisininki salt oyalanan ve ayak direyen türden bir iradayken dayatıcı bir irade karşısında insanın bir şeyi elde etmenin en etkili yolunun onu istemek olduğuna inanır, ve o insanlar ne istemediklerini bilen kişiler karşısında her zaman avantajlıdırlar. Böyle olan kimseler savunmasız kalırız, her zaman bilincinde olmadığımız olağanüstü bir zayıflığımız vardır, ve böylece bizi seçmiş olan daha güçlü öbür irade bizi kolayca ezebilir, ondan ancak bir süre için kaçabiliriz, son derece kararlı son derece sabırlı iradeler vardır. Szentkuthy’nin “her zaman için” deyiş biçiminden kendisine mektup yollayan o kendi ülkesindeki kadınla eninde sonunda evleneceğini anladım, o zaman pek üstünde durmadan aklımdan geçti, aslında ortamın getirdiği anlık bir düşünceydi, umurumda değildi, Szentkuthy’yi ancak televizyonda ya stadda görecektim, doğrusu oyununa bayılıyordum.

50'li yılların ortasından itibaren Avrupa futbolunda fırtınalar estiren Real Madrid...
Dans edenlerden bazıları masaya geri dönüyorlardı, o yüzden dedim ki: “Dikkat et, Kentucky, birlikte olmadığın kadınlardan biri benimle gelmişti.” Müziği bastıran ilkel ve gürültülü bir kahkaha kopardı ve yine piste fırladı. Yeniden dansa başlamadan bana seslendi: “Ve sizin kadınınız, değil mi? Sonsuza değin sizin!”
Benim kadınım değildi, yine de onunla ben Szentkuthy dansının uzatmasını tamamlamadan ve o gece yenilik yapabilecek mi yoksa tekrarlamak zorunda mı kalacak görmeden lokalden ayrıldık. O akşam Valencia’ya üç gol atmıştı. Bir an için aklıma yurttaşı Kocsis geldi, Barcelona’nın yanılmıyorsam Altın Kafa adını taktıkları kilit oyuncularındandı, yıllar önce sahalardan çekildikten hayli sonra kendini öldürmüştü. Bilmem neden aklıma o geldi de gönüllerince eğlenen ardından da antrenörlüğe geçen Kubala ya da Puskas gelmedi. Öyle ya Szentkuthy o gece eğlenmekteydi.
Onun iki sezon daha oynadığını seyrettim, inişli çıkışlıydı, yine de birkaç görüntüsü belleklere kazındı. Onlara zamanında görenlerin de belleğinde kalmış olan şu görüntü egemen: Milano’nun Inter takımı karşısında bir Avrupa Kupası maçında yarı finallere girmek için bir tek gol gerekiyordu, maçın sonuna ancak on-on iki dakika kala bir kornerin kendi kalesinden dönmesiyle top Szentkuthy’nin sahasına geçti. Karşı atağı kurmak için tek başınaydı ve onunla karşı kaleci arasında geride kalmış olan iki defans vardı; birini daha hızlı koşarak öbürünü de karşı alana girmeden bir çalımla atlattı; kaleci umutsuzca oraya kadar çıktı, Szentkuthy ve kendisine yapmaya çalıştığı penaltıyı savuşturdu; o zaman gözlerini bomboş duran kaleye kaldırdı, bütün stadyumun artık atılmış saydığı, gerçekleşmek üzere ve kesin olanla, gerçekleşmesi arasında hep duyulan yürek çarpıntısıyla beklediği golü atmak için sahanın kenarından topa vurması yetecekti.
Heyecan mırıltısı ani bir sessizliğe dönüştü, altında yüz bin gırtlakla boğulmuş, çıkamayan haykırış vardı: “Şutla! Şutlasana, Tanrı aşkına!” Top ağlara vardığı anda her şey kesinleşecekti, daha önce olmazdı, topu ağlarda görmek şarttı. Szentkuthy şutu çekmedi, onun yerine ayağına yapışık topu kontrol ederek gol çizgisine değin ilerledi, tam orada kramponunun tabanıyla durdurdu. Bir saniye orada öylece tuttu, kramponuyla çime ya da çizginin kirecine bastırarak öteye geçirmeden. Başka iki İtalyan defansı yıldırım gibi ona doğru koşmaktaydılar, kaleci de kendini toparlamıştı. Zamanında yetişmeleri olanaksızdı, Szentkuthy’nin topa çizgiyi aşırtması yetecekti, ama top yuvarlaktır ve hiçbir şey gerçekleşmediği sürece kesin değildir. Bir stadyumda daha boğucu bir sessizlik olduğunu hatırlamıyorum. Yalnızca bir saniye sürdü, ama sanırım seyircilerin hiçbirinin belleğinden silinmemiştir.
Kaçınılmaz olanla artık kaçınılmamış olan arasındaki henüz gelecek olanla artık geçmişte kalan, “henüz olmadı” ile “oldu işte” arasındaki uçurumsu farkı elle tutulur geçişi ömrümüzde pek az kez kısmet olduğu biçimde göstermişti. Kaleciyle iki defans üstüne atıldıkları anda, Szentkuthy tabanıyla topu usulca birkaç santim ilerletti ve kale çizgisini geçer geçmez yeniden durdurdu. Ağlara fırlatmadı, resmen gol sayılmasına ramak kalacak şekilde ilerletti. Bir kaleyi kapatan görünmez duvar asla o kadar açık seçik belli olmamıştır. Yaptığı şey düpedüz küçümseme ve küstahlıktı, stadyum yıkılıyordu, mendillerle kaplandı, bütün oyuna hayranlığın etkisi ve Szentkuthy’nin yüz bin seyirciye ve maçı evlerinde seyreden daha başka birkaç milyona yaşattığı gereksiz azapla onu izleyen ferahlayış birleşti. Radyo spikerleri haykırışlarını tutmak zorunda kaldılar, ancak o istediği anda haykırdılar, bir saniye öncesinde değil. Olmak üzere olanı reddetmiş, zamanı durdurmuştu denemez, aslında vurgulamıştı zamanı, kararsızlaştırmıştı, sanki şöyle diyordu: “İşin ustası benim ve ben istediğim zaman olacak, siz istediğiniz zaman değil.” Eğer kaleci vaktinde yetişip de topu onun kramponunun altından çekip alsaydı ne olurdu, bunu düşünemeyiz. Düşünemeyiz, çünkü olmadı ve insanın içine korku salıyor, talihiyle oynanan kişiye talih yardımcı olduktan sonra onu cezalandırıp sırt çevirirse hiç kimse bağışlamaz.
Başka herhangi bir oyuncu olsa elimine maçını kazanma ve elden geldiğince çabuk kazanma iradesiyle önünde engel kalmadığında kale sahasının kenarından boş kaleye şutu çekerdi. Szentkuthy’nin iradesi en azından duraksatıcıydı, dünyada kaçınılmaz diye bir şey olmadığını vurgulamak ister gibi: Gerçi gol olacak olmasına, ama bakın, olmayabilir de.

O sezon bütünüyle iyi gitmedi, o oyuna karşın ya da belki o oyun yüzünden, ardından gelen sezon ise berbat gitti. Szentkuthy hevessiz gibiydi, pek az gol atıyor ve ancak zaman zaman topa giriyordu, ocak ayında sakatlandı, ondan sonra bütün şampiyona boyunca toparlanamadı, süreyi hemen hemen boş geçirdi.
Bir seferinde beni protokol locasında bir maç seyretmeye davet ettiler, bir de ne göreyim, Szentkuthy yanımda, sol tarafımda; yanında biraz demode havalı bir genç kız vardı, baktım Macarca konuşuyorlardı, Macar olmalı dedim kendi kendime, tek sözcük anlayamıyordum. Tabii ki beni tanımadı, şöyle bir göz attı, oyuna yoğunlaşmıştı, arkadaşlarıyla birlikte çim sahadaydı sanki, pür dikkat. Arada sırada onlara İspanyolca bağırıyordu, çünkü olduğu yerden onların her kaçırılan fırsatta ne yapmaları gerektiğini açık seçik görüyordu. Onlarla birlikte aşağıda olmadığına kahırlandığı belliydi. Elinde goller kalmayınca yalnız kadınlar kalacak, diye geçti aklımdan. Futboldan çekildiğinde hâlâ fazlasıyla genç olacaktı.
Devre arasında gerçeğe geri döndü ama akşamın soğuk, güneşli olmasına karşın yerinden kımıldamadı. Ancak o zaman konuşmaya cesaret ettim. Kılığı daha iyiydi, kravatlıydı, paltosunun yakasını kaldırmıştı, daha çok giyim reklamı görmüş olmalıydı; her devrede bir sigara içti, üstlerinin ve kameraların gözü önünde.
“Seni ne zaman yine formalı göreceğiz, Kentucky?” diye sordum.
“İki hafta,” dedi, ve somutlaştırmak istercesine iki parmağını kaldırdı.
Konuşmamızı az da olsa yeterince anlayan genç kız kırık bir gülümsemeyle kuşkulu bir yüz takındı ve üç parmağını kaldırdı, ardından dört, onu gerçeğe çağırmak istercesine. Onun lafa karışmasını fırsat bilerek sordum:
“Hanımın da Macar mı?”
“Evet, Macar,” dedi, “ama hanımım değil.” Kendisinin olmayan bir dil konuşanlara özgü yerli yerince belirtme duygusuyla.
“Benim nişanlım.”
“Memnun oldum,” dedim ben, ve elimi uzatarak adımı ekledim, bu kez mesleğimi belirtmeden kendimi tanıttım.
“Memnun oldum, beyefendi,” demeyi becerdi güvensizce, bağlamının dışında öğrenilmiş bir tümceydi, hemen “Adiós” ya da “Gracias” demenin öğrenildiği gibi. Başka bir şey demedi, yeniden koltuğuna gömüldü, gözlerini karşıya, o pazar günü tıklım tıklım ve biraz uykulu stadyuma dikti. Hakkında bir şey söylemem fazla cesaret sayılır, yalnız profilden gördüm, sesini daha da az duydum. Ancak çok gençti ve oldukça alımlıydı, hem mahcup hem güvenli bir havası vardı, dayatıcı bir irade. Joy diskosundaki kızlarla hatta o gece yanımda olan kadınla kıyaslanacak olursa hiç de öyle göz alıcı sayılmazdı, onu haylidir görmemiştim, kiminle çekip gideceğini artık umursamayacağım bir başka eğlenti gecesinde Szentkuthy ile o kim bilir bir daha karşılaşmışlar mıydı? Kendisinden hiç haberim yok, zaten daha o gün, diskonun locasındaki o akşam az bilgim vardı.
Maç sıfır-sıfır berabereydi ve takım kötü bir oyun çıkarıyordu, gayretliydi ama ateşli değildi. Öyle günlerde Szentkuthy’nin eksikliği hissediliyordu, her ne kadar sakatlanıncaya kadar da pek kendini göstermemiş bile olsa.
“Ne dersin, sonuç ne olacak?” diye sordum. Bana bir anlık üstünlük havasıyla baktı, herhalde fikrini sorduğum içindi, aslında o havayı yeni evli erkeklerde sık sık görmüşümdür, ama o daha evlenmemişti. Kimi zaman serkeş erkeklerin yeni nikâhlanmış mutlu etmek için benimsedikleri bir saygınlık çabasının ifadesidir. Sonra elden bırakır, çabayı yani. “Kolay kazanabiliriz, güç kaybedebiliriz.”
Ne demek istemişti, tam anlamadım ve ikinci devre boyunca kafamda evirip çevirdim. Kazanırlarsa kolay yaparlardı; kaybederlerse, güç; ya da kazanmaları kolay, kaybetmeleri güç olurdu, galiba böyleydi, bilmesi olanaksız. O gevezelik havasında değildi, üstelemeyeyim dedim. Ardından hemen nişanlısına döndü, Macarca konuştular, hem neredeyse alçak sesle. Kocasının ya da nişanlısının dikkatini çekmek için iki parmağıyla yeninden çekiştiren ya da elini onun paltosunun cebine sokan kadınlardandı, başka türlü açıklayamıyorum, açıklamam da gerekmez.
İkinci devrede üç-sıfır kazandılar ve takım o andan itibaren hemen hep çok iyi oynadı. Dolayısıyla Szentkuthy’yi pek aramadık. Dizinin durumu başlangıçta düşünüldüğünden çok daha kötü gitti, şubatta, martta, nisanda ve mayısta düşüldüğünden çok daha kötü. Ya da belki ameliyattan sonraki nekahat döneminde doktorların sözüne uymamıştır. Antrenörle ters düştü ve sezon sonunda takımdan ayrıldı, Fransız futboluna aktarıldı, büyüklüklerini tümüyle kanıtlayamayan ve büyükler arasında anılamayacak futbolcular oraya giderler. Üç yıl daha parlak bir oyun çıkarmadan Nantes'ta oynadı, pek haberlerini alamadık, gazeteciler çabuk unuturlar, o denli çabuk unuturlar ki öldüğü haberi biraz ayrıntılı biçimde yalnız benim satın almadığım bir spor gazetesinde çıktı, yeğenlerimden biri kupürü gösterdi. Szentkuthy Madrid’den ayrılalı artık sekiz yıl geçmişti, sanırım beş yıldır futbolculuğu bırakmıştı, kendi ülkesinin tanınmayan takımlarında sürünmüyorduysa tabii, Macaristan’da olup bitenden burada hiç haberimiz yok. Öldüğünde otuz üç yaşında olan bir adam, yeni goller atamayan ve videoları fazlasıyla seyredilmiş olan genç bir adam, doğduğu Budapeşte’de ancak kadın koleksiyonu yapabilirdi, orada ona hâlâ tapıyor olmalıydılar, ülkesinden giden ve zafere ulaşan bir çocuk ondan sonra artık yalnız giderek silikleşen uzak başarılarının gururlu anısıyla yaşar. Artık yaşamıyor, çünkü göğsünden vuruldu, güvenli ve mahcup karısı belki de bir saniye için dayatıcı iradesinde duraksamıştır ve kırılgan parmaklarıyla o sert tetiğe bassın mı basmasın mı diye kuşku duymuştur, zaman vurgulanmış ve kararsızlaşmıştır, o anda Szentkuthy yaşamla ölümü ayıran çizgiyi ve normalde görülemeyen duvarı açık seçik görmüştür, önemi olan biricik “henüz olmadı” ve biricik “oldu işte”yi. Kimi zaman en ufacık şeylere bağlıdır onlar, bir cep araştırmaktan ve bir yen çekiştirmekten usanmış güçsüz parmaklara ya da bir kramponun tabanına.