
Yazık Oldu Yarınlara
18 dk
Geleceği belirsiz yayın hakları, tutmayan hesap cetvelleri, fütursuzca harcanan kaynaklar... Türk futbolu nasıl oldu da bu noktaya geldi?
Şu an 30-40 yaşları arasında olan kuşak için 1990'lı yılların nostaljisi bir başkadır. Küreselleşmenin kitle iletişim araçlarıyla evlere girmesi ve duvarların ekonomide de kalkmaya başlaması '80 Darbesi' sonrası apolitik yetiştirilen jenerasyona oyalanacak fazlasıyla oyuncak verdi. Sanatın, müziğin, teknolojinin son sürümleriyle tanışıldı ve gencecik nüfus bu hıza adapte olmakta hiç zorlanmadı.
Attilâ İlhan'ın 1987'de Korkunun Krallığı olarak anlattığı Beyoğlu bile eski günlerine göz kırpıyordu. Sabıkasını tamamen silemedi belki ama artık gözlerinde kahır biriken ışık mezarlığı da değildi, alıştığı hayatına kavuşmaya başlamıştı. Eski filmlerdeki antuan yaka gömlekli, İspanyol paçalı şıklık yerini rock müziğin modasına bıraksa da dönemin ruhu yakalanmıştı. "Ah o Kemancılı, Spor Sergili yıllar…" hâlâ tekrarlanan bir sıla.
Sosyal hayatı şenlenen İstanbul'un futbolu da eğlenceden geri kalmadı. Üç büyükleri Şampiyonlar Ligi, çoğunluğunu onların oluşturduğu A Milli Takım da Avrupa Şampiyonası vizesi alıyor, oyundaki moderniteyi hızla içselleştiriyordu. Balkanlardan gelen ağırlığı ikinci sınıf futbolcular ve demode 'antrenörler' yavaş yavaş Karpatların Maradonası ile dünya şampiyonluğu ve Bundesliga kazanmış yeni nesil teknik direktörlerle değiştiriliyordu.
Trafiğe kapanan Beyoğlu'nda sosyal yaşam ve futbol altın çağları yaşarken ülkenin gerçeği ise bambaşkaydı. Turgut Özal ile başlayan 'Lale Devri' bitmiş, Süleyman Demirel'in köşke çıkmasıyla yönetimi Tansu Çiller'in başında olduğu koalisyon hükümeti devralmıştı. Kamu bankalarından borçlanan ve harcamaları zirve yapan devletin bütçe açığı gittikçe büyümüş, yüksek faiz ülkenin belini bükmeye başlamıştı. Faizi düşürmek için piyasalara arka kapıdan yapılan müdahalelerin üzerine bir de Anayasa Mahkemesi'nin kritik özelleştirme süreçlerini iptal etmesi eklenince hatırı sayılır sermaye ülkeden kaçmıştı.

Süleyman Demirel ve Tansu Çiller
Türkiye, yeni dönemin ilk ekonomik kriziyle baş başa kalmıştı. 1994 Ocak-Nisan ayları arasında doların Türk Lirası karşısında yüzde 160 değer kazanması ve 'Çiller Bacı'nın 5 Nisan tarihinde açıkladığı paketin olmazsa olmazı fahiş vergilerin sonu IMF'ye çıktı. Halk bir gecede fakirleşmenin ne olduğunu öğreniyordu.
Aynı yılın yazında ise Birinci Lig kulüpleri yeni kurulmaya başlayan özel televizyonlar sayesinde tam aksine zenginleşiyor ve lig maçlarının yayınlarında TRT devri kapanıyordu. 1994-95 sezonu için ilk kez yayın ihalesi yapılmış ve yayın hakları, 7 milyon doların üzerinde bir fiyata satılmıştı. Ertesi sezon Cine5, ATV, Show TV, Kanal D ve Star TV konsorsiyumu kulüplere üç mislini ödedi ama sadece 'büyük' kulüplere...
Anadolu isyan edince kızılca kıyamet havuz sistemine geçildi ve şifreli yayınla tanışıldı. Türk futbolunun kaderini ve tüm dinamiklerini tepeden tırnağa değiştiren de havuz sistemi ve yayın anlaşmaları oldu. Cine 5'te kalan ve yıllığı ortalama 47 milyon dolara gelen üç yıllık anlaşma, öncekinin iki katıydı. İlerleyen yıllarda artarak da devam etti.
Programlarından reklamlarına medyada dilin kemiğinin olmadığı, Macit'in bizi otomobillendirdiği, eski Türkiye'nin en eğlenceli ve bir o kadar da kaotik zamanlarıydı. Ekonomik krizler, siyasi belirsizlikler, iç karışıklıklar, öldürülen gazeteciler ve toplumsal hayatımızda unutamayacağımız utanç vesikalarının ortasında futbol, kurtarılmış bölge gibiydi. 20. yüzyılın son sezonunda Cine5'e rakip olarak kurulan Cem Uzan'ın Teleon platformu sayesinde ligin değeri yıllık 60 milyon dolara çıkmıştı.
1990'ların ikinci yarısına gelindiğinde, Türk takımlarının Avrupa'nın devlerine zaman zaman yapabildiği büyük sürprizler artık kanıksanır hâle gelmişti. Galatasaray, Türkiye'ye iki Avrupa kupası getirirken dört sene önce gol atamadan sıfır çeken Milli Takım bu kez Euro 2000'de çeyrek finalde Portekiz'e elendiği için üzülüyordu.

Başarıyı ve parayı bulan kulüplerin ilk istediği şey yabancı sayısının artırılması oldu. Milenyumun ilk sezonuna 5+1 kuralıyla girildi. 1966 yılından 1999 yılına kadar (biri yabancının tümden yasaklanması olmak üzere) sadece dört kez değişen kuralın 2000-2019 arasında yamalı bohçaya dönme hikâyesinin ilk adımı böyle atıldı.
Aziz Yıldırım başkanlığında üst üste Galatasaray şampiyonlukları gören Fenerbahçe, Mustafa Denizli için kurulan Andersson, Rapaic, Revivo'lu kadroya 23 milyon euro harcadı. Beşiktaş ise dönemin en gözde teknik direktörlerinden Nevio Scala ile anlaşarak 15 milyon euro civarında transfer yaptı.
Kupayı getiren yıldızlarının bazılarını kaybeden Galatasaray ise 25 milyon euro'dan fazla harcayarak transferin şampiyonu oldu. Inter'e giden golcüsü Hakan Şükür'ün yerini gözünü kırpmadan ödediği 17 milyon euro'luk Jardel ile doldurmuş, ne olur ne olmaz diye 'yeni Tanju' olarak gösterilen gol kralı Serkan Aykut'a da 5 milyonluk bütçe yaratmıştı. Galatasaray 2. Başkanı Mehmet Cansun'un "Esir pazarından futbolcu almıyoruz. Baliç, Real Madrid tarafından ikna edilemezse aynı paraya Ronaldo'yu alırız" demeci aslında Türk futbolunu ileride nelerin beklediğini gösteriyordu.
Kulüpler bu paraları harcarken 1999 yılında sanayinin can damarı Marmara'da yaşanan iki büyük depremle Türkiye'nin ekonomisi yaklaşık yüzde 6 küçülmüştü. Yüzde 70 enflasyonun düşmesi için IMF ile yürümeye devam ediliyordu ama kamunun borç stokunun milli gelire oranı artmaya devam ederek yüzde 50'yi aşıyor, hızla artan uluslararası petrol fiyatlarıyla ödemeler bilançosu alarm vermeye başlıyordu. Kulüpler ise dolar karşısında düşen euro ve hükümetin enflasyonu indirmek için uyguladığı düşük kur politikası nedeniyle değerlenen TL'nin keyfini sürüyor, Teleon'dan gelen dolarlar sıcak yazı serinletiyordu. Oysa klima bir süre sonra çalışmayı durduracaktı.
Zira Türk bankalarını ve Türkiye ekonomisini yeni bir kriz bekliyordu. Likidite krizi...
2000 yılının Kasım ayına gelindiğinde, varlıklarının büyük bölümü hazine kâğıtlarından oluşan küçük ve orta büyüklükteki bankalar faiz hadlerinin düşmesiyle hazine tahvillerini zararına satmaya başladı. Bankaların kârlılığı düşmesine rağmen sorun aşılamadı. Yıl sonuna doğru açık pozisyonlarını kapatmak isteyen bankalar nedeniyle kurun aksine piyasa tarafından belirlenen faizler uçuverdi. Ekimde yüzde 40 olan gecelik faiz, bankalar arası işlemlerde zaman zaman yüzde 1000'i aştı. Zar zor getirilen yabancılar yine parayı alıp kaçtı. IMF ve Merkez Bankası'nın piyasaya para vermesiyle likidite krizi bir nebze püskürtüldü ama faizler yüksek kalmaya devam etti. Bazı bankalar battı ve yüksek miktarda tahvili olan bankalar için de kriz tamamen geçmedi.
Bu dönemde likidite krizine kapılan sadece bankalar değildi, bankaları olan Uzan Grubu'nun Teleon'u da para bulamamıştı. Kulüplere ödeme yapamadığı için sezonun ortasında ihale sözleşmesi feshedildi. Kulüpler bir süre veryansın etseler de yeni ihalede Digitürk'ün, Türkiye Futbol Federasyonu'nun payı ve yasal yükümlülükler hariç 465 milyon dolar ödemeyi taahhüt ettiği anlaşmayla feryat figan dindi.

Ahmet Necdet Sezer ve Bülent Ecevit
İşin ilginç tarafı parayı ödemeyen Uzan, mevcut ihalenin fesh edilmemesi ve ihalesiz uzatılması karşılığında 500 milyon doların üzerinde bir para teklif etmişti. Kulüpler tüm yaşananlara rağmen teklife sıcak bakıyordu. Nedeni ise Teleon'un ödemediği 40 milyon dolarlık kısmı anlaşma gereği peşin alacak olmalarıydı. Kulüp yönetimlerinin düşünme şekli pek değişmişe benzemiyor ama federasyon ihalesiz uzatma teklifini mevzuata aykırı olduğu için o dönem neyse ki reddetti.
19 Şubat 2001 günü Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Başbakan Bülent Ecevit'e attığı anayasa kitapçığıyla kriz daha da derinleşti. Faizler yüzde 5 bini aşarken bankacılık sistemi kilitlendi, ödemeler sistemi dört gün çalışmadı. Borsa yüzde 20 civarı düştü ve Kemal Derviş getirilerek IMF ile bankacılık sistemini düzeltmek için yeni bir anlaşma yapıldı. Kriz sonrası Türkiye keskin bir şekilde dalgalı kur rejimine geçti. Kuru artık Merkez Bankası değil piyasa kendi dinamikleriyle belirliyordu. 19 Şubat günü 683 bin lira olan dolar/TL paritesi, yeni rejimin başladığı 22 şubat tarihinde 957 bin liraya çıktı. Ertesi gün 1 milyon lirayı geçti, iki haftada 1 milyon 200 bin liraya kadar yükseldi.
Çok geçmeden Digiturk ve TFF masaya oturdu. 1 Mart 2001 tarihinde imzalanan ek sözleşmeye istinaden yayın ihalesindeki döviz kurları 2001, 2002, 2003, 2004 yılları için sırasıyla 750.000 TL, 875.000 TL, 1.065.000 TL ve 1.081.000 TL olarak sabitlendi. Dört yıllık kur ortalaması böylece 943 bin lira oldu. Aynı dönemde TCMB ortalaması ise 1 milyon 390 bin liraydı. Yani kulüpler yayın gelirlerinin yüzde 32'sinden oldu. Bu uygulama bir ilkti ama filmi 18 sene ileri sardığımızda dahi son olmadığı görülüyor.
Ne tesadüftür ki 19 Şubat tarihli krizden iki gün önce Galatasaray mali genel kurul yapmış ve bütçesini onaylamıştı. AIG konusu tartışmalara yol açarken, Mehmet Cansun dünyanın en zengin 20 kulübü olarak tanımlanan kulüplerden daha fazla gayrimenkul zengini olduklarını anlattı. Genç üyeler ise bu gayrimenkullerin mevcut ekonomik gidişatla beş yıl sonra satılmasının gündeme gelebileceğine dair yönetimi uyarıyordu. Galatasaray ertesi sezon Jardel'i satmak zorunda kaldı ve 14 milyon euro transfer fazlası verdi. Bir önceki yıl net transfer harcamasında 21 milyon euro eksi yazan lig, 2001/02 sezonunda 21 milyon euro artı vermişti.
Türk futbolunun 1990'larda başlayan Lale Devri de bu krizle son buldu. Ülkenin gerçeklerinden ayrı bir ekosistem kurulamayacağının ilk örneklerindendi.
2001 Nisan'ında Galatasaray'ın Real Madrid karşısında 2-0'dan geri dönerek elde ettiği zaferin ertesi günü, Ankara'da Ecevit'e o meşhur yazarkasa atılmıştı. Denizcilikte dünyanın en büyüklerinden olan ünlü bir iş insanımızın cebindeki para haczedilmişti. Maç bittikten sonra Taksim'de tura çıkan taraftarlar; sabah depolarına benzin koymaya gittiğinde yüzde 21, tüpgaz almaya gittiğinde yüzde 19,5 öncü zamları ödedi. O dönem yeni ehliyet almış biri olarak hiç unutmuyorum, gazetelerde "Otomobil kullanırken tasarruf nasıl sağlanır?" diye haberler vardı.
Peki, kulüpler nasıl borca batık hâle getirilir?
İspanya ile birlikte bu sorunun cevabının en iyi bulunabileceği ülkelerden biriyiz. Değeri düşen TL, azalan yayın geliri Türk takımlarını gelir oluşturmak için görülmedik bir modelle borsaya açılmaya itti. 2002 yılında Galatasaray ve Beşiktaş, 2004 yılında Fenerbahçe ve 2005'te de Trabzonspor halka arz yaptı. Beşiktaş dışında kalanlar tüm gelirlerini Sportif A.Ş. adı altında halka arz ederken giderler kulüp yani dernek altındaki Futbol A.Ş.'de kaldı. Üç kulüp de hissedarlarına dönem kârları üzerinden nakit temettü yani kâr payı ödeyeceğini duyurdu. Şu an TFF Başkanı olan dönemin Fenerbahçe Asbaşkanı Nihat Özdemir, kulübü halka açarken en güvendikleri konunun temettü olduğunu, düzenlemeler izin verirse yılda birkaç kez temettü dağıtacaklarını söyledi.
Kulüplerin halka arzına gelen talep beklenenin iki-üç misliydi. Halka arz yoluyla Fenerbahçe 30, Trabzonspor 24 ve Galatasaray 21 milyon dolar topladı. Giderlerini de Sportif A.Ş.'de gösteren Beşiktaş ile birlikte toplamda 105 milyon dolarlık bir kaynak yarattılar ancak yatırımcıyı çekmek için kullandıkları model nedeniyle çok daha fazlasını kaybettiler.

2011 yılında bu düzenden vazgeçene kadar borsada dağıttıkları brüt temettü 350 milyon dolara yaklaştı. Şirketleri birleştirmek için ödedikleri para da cabası. İlhan İrem'in söylediği gibi: "Yazık oldu yarınlara..."
Spor ekonomisi yazarı İsmail Şayan, milyonlarca dolarlık şirketleri olan kulüp yöneticilerinin böyle bir modeli seçmelerinin nedenini hisse fiyatlarını yüksek tutmak ve yüksek faizli kredi üzerinden finansman sağlamamak olabileceğini belirtiyor. Merkez Bankası verilerine göre 2002-2004 yılları arasında gecelik borçlanma faizi yüzde 31 ila 62 arasında değişiyordu. Fakat bu günü kurtarma anlayışıyla uzun vadede kayıplar daha fazla oldu.
Türkiye ekonomisinin düzelmeye başladığı, TL'nin yeniden değerlendiği ve ülkeye sermaye akışının hızlandığı 2005 sonrası dönemde Türk kulüplerinin ders almadığı görülüyor. Kaynakları yine har vurup harman savurmaya, oyuncu yetiştirmektense yabancı sınırını esneterek ithal etmeye devam ettikleri aşikâr. Üstelik 2001'de yakalandıkları kur şokuna, riskleri hiç düşünmeden borçlandıkları için 2018'de en şiddetli şekilde bir daha yakalandılar. Peki son derece eğitimli, başarılı iş insanları bu bile bile lades döngüsüne nasıl giriyor? Cevabı yine Sayın Mehmet Cansun vermiş.
"1993 yılıydı. Galatasaray ilk defa borçsuzdu. Hatta kasada o günün parasıyla 130 milyon TL vardı. Her gören bana diyordu ki, 'Abi biz para pul istemiyoruz. Galatasaray kulübü banka değil, emlak bürosu değil. Galatasaray Kulübü spor kulübü, sportif başarıyı sağlamak için adam gibi futbolcu transfer edin. Sizin bankada duran paranız bizi ilgilendirmiyor.'"
Ve sonunda; UEFA'nın Finansal Fair Play (FFP) değerlendirmelerine başladığı 2014 yılından bir yıl sonra inanılmazı başararak Avrupa'nın en çok zarar eden on takımı arasına dört büyük takım da girdi. Men cezası da dâhil olmak üzere UEFA'dan ağır yaptırımlar gördüler.
Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor'un son 10 yıldaki transfer zararı 430 milyon euro civarında. İstanbul büyükleri, transferdeki zararlarını, taraftarlar arasında da yaygın bir inanış olan 'yabancı kısıtlaması nedeniyle Anadolu kulüplerindeki yerlilere fazla para ödemek' şeklinde lanse ediyor. Oysa İsmail Şayan'ın araştırmasına göre son on yılda üç büyüklerin 332 milyon euro'luk transfer zararının 286 milyon euro'su yabancılardan kaynaklı.

Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Nihat Özdemir
Sorunun denetimsizlik olduğu, FFP milat alındığında çok net ortaya çıkıyor. FFP sonrası, bu kulüplerin yukarıda bahsi geçen on yıllık transfer zararı 34,8 milyon euro seviyesine kadar indi. Bu dönemde sadece, bir ara 'feda' diyen Beşiktaş 30 milyon euro'luk kâr yazan kulüp oldu. "Oyuncu satmak ancak FFP zorlamasıyla keşfedildi" diyen İsmail Şayan, FFP sonrası ülke dışına oyuncu satışının, öncesinin 3,5 katına çıktığını söylüyor. Öte yandan bu transferleri yaparken katlanılan maliyet, kulüplerin bilançosunda transferin kendisinden daha büyük yıkıma yol açabiliyor. Dört büyük kulübün finansal borcu 5 milyar lira civarında. Süper Lig kulüplerinin tamamı için bilanço 8 milyara çıkıyor ve Bankalar Birliği ile bu borçları beş yıl vadede yapılandırmak için anlaşıldı.
Peki bu çözüm olacak mı?
Deloitte Türkiye Futbol Endüstrisi Uzmanı Cem Sezgin, "Avrupa'nın en büyük 15 futbol pazarı içerisinde maaş/gelir rasyosu en yüksek olan ülke Türkiye" diyor. Nitekim UEFA'nın son benchmark raporuna göre Türkiye'de kulüplerin tüm çalışanlara ödedikleri maaş toplamı 557 milyon euro'ya ulaşırken maaşların gelire oranı ise yüzde 76 oldu.
Bloomberg HT Genel Yayın Yönetmenliği görevini yürüten ve son seçimde Beşiktaş Denetim Kurulu'na aday olan Gökhan Şen ise kulüpleri 'devamlı zarar eden ve yatırımlarının dönüşü olmayan kurumlar' olarak niteliyor. Cem Sezgin ise tribünleri dolduramamak başta olmak üzere kulüplerin gelir potansiyellerini maksimize edememesine dikkat çekiyor. Fakat kulüpler için kısa vadede asıl büyük tehlike yayındaki belirsizlik. Kulüplerden yıllardır dinlediğimiz "TL kazanıp döviz ödüyoruz" argümanını bu kez beIN Sports kullanıyor, "TL kazanıp döviz ödüyoruz" diyerek yayın ihalesindeki kuru sabitlemek istiyor.
Sezgin'e göre kulüplerin gelir konusundaki en büyük dezavantajı ise "Yurtdışında Avrupa'da yaşayan Türkler, Azerbaycan ve KKTC dışında global ölçekte taraftara sahip olmaması ve Avrupa'nın önde gelen kulüpleriyle rekabet edememesi..."
Gökhan Şen ise öncelikli olarak kulüplerin "Her bir yıl kapandığında kulüpler mevcut borçlarının azalabileceği yönünde ışık saçması" gerektiğini söylerken "Böylece borcun sürdürülebilir olduğu kanaati uyanmalı ve borç zaman içinde azalmalı" diyor. Ayrıca 'sermaye artırmanın, devlete sürekli vergi ödememenin yollarını bulmanın bir sınırı' olduğuna dikkat çekiyor. Nitekim Bankalar Birliği, güven duygusunu iyiden iyiye sarsan kulüplerin borçlarını yapılandırmanın karşılığında kulüplere TFF aracılığıyla kriter koymaya hazırlanıyor. Buna göre kulüpler borçlarının büyüklüğüne göre, gelirlerinin belirli bir kısmını harcayabilecek. Limiti aşamayacak ve borçlarının yüzde 15'i kadarını transfer bütçesi olarak kullanabilecek.
Burada sözü Çetin Altan'a bırakalım. 'Şeytan'ın Gör Dediği' 2001 krizi sonrasında kaleme aldığı "Kriz Acaba Cart Curt Yöntemiyle Aşılamaz mı?" başlıklı yazısında kurtarıcı olarak getirilen Kemal Derviş'e seslenip şöyle diyordu:
"Hapazlamacılıktan uzantılı, ekonomik serseriliğin önünü alamazsa alternatif bir program olarak hamasetçiliğe abansın. Unutmasın ki kul yığınları; hukukun üstünlüğü, saydamlık, ekonomide tutarlılıktan falan çok daha alışıktır cart curta ve cart curtlara. Hepimiz cart curtla geldik bu günlere."