Yeni Hayatın Ritmi

16 dk

Futbol dünyası, Türkiye toplumuna dair nasıl resimler sunuyor? Araştırmacı ve yazar Bekir Ağırdır ile yeşil sahalardan apartmanlara uzandık.

Depo Photos

Güncelin şehvetine teslim olan Türkiye'de fotoğrafı biraz büyütüp geniş açıdan bakan az sayıda insandan biri var karşımızda. 2005 yılından bu yana KONDA Araştırma ve Danışmanlık Genel Müdürlüğü görevini yürüten Bekir Ağırdır ile ofisinde buluştuk. Sözü eski bir çalışmadan açtık, gerisi kendiliğinden geldi. Spor kitapları, seçim sandıkları, metrobüs gözlemleri de eşlik etti sohbetimize. Ve birkaç bardak çay...

Ekim 2017'de KONDA'da futbol ve taraftarlık araştırması yapmıştınız. O rapordan aklınızda neler kaldı?

Diğer ülkelerden farklı olarak Türkiye'de futbolda yerellik yok. Üç büyükler var, bir de Trabzonspor. İşte şehir efsaneleri vardır ya "Galatasaraylılar entelektüel" veya "Beşiktaşlılar şöyle" diye. Öyle değil. Hiçbir kulübün taraftar kitlesiyle toplum arasında net bir korelasyon yok. Siyasi tercihler üzerinden de kurulabilecek bir paralellik yok.

Çok 20. yüzyıl başı kalıplar değil mi bunlar zaten?

Zaten Türkiye, geç kalmış bir modernite yaşıyor. Son on yılda asansörsüz binalardan apartmanlaşmaya geçiş arttı. Bu ne demek? Kireç badanalı mutfak ve banyonun seramikli olması, bulgur aşının bulgur pilavına dönüşmesi. Dünyanın 1930'larda veya 1940'larda yaşadığı bir hikâye. Sanayi toplumu sosyolojisinden farklı dinamiklerle hareket ediyoruz o yüzden de… Çünkü sanayi toplumu sosyolojisinde biliriz ki kentleştikçe erişte yerine makarna almaya başlarsın, tatilde memleket yerine deniz kenarına gidersin. Kentli pratiklere dönünce kültürel kimliklerin direnci azalır. Ama Türkiye'de öyle değil. O kültürel direnç dehşet bir yük. Herkesin iyi, güzel, doğru diye bildikleriyle yaptıkları arasında yarılma var. Kırmızı ışıkta geçmenin yanlış olduğunu bile bile geçiyorsun çünkü ötekiler geçiyor. Riyakârlık olarak da bakılabilir, dışarıdaki belayı hanesine taşımaktan çekinen ve kalesinin etrafına hendekler açan Ortaçağ toplumlarına da benzetilebilir bu durum.

Bunca gerilime rağmen dünür tarafında Kürtler var diye boşanan pek kimse yok. Çünkü bizim Kürt, iyi Kürt. Bizim dindar, samimi dindar. Hem bilinenle yapılanlar arasında yarılma var hem de bireysel hayatla ortak hayat arasında… Ortak hayatta daha tedirgin, değişime karşı duran bir toplum görüyoruz. Halbuki bireysel hayatında sorun çözücü, umutlu. Herkes daha iyi bir hayat için çabalıyor ama ortak hayata olan inanç düşük olduğu için orada başka davranıyor, Recep İvedikleşiyor, lümpenleşiyor.

Türkiye geç modernleşme yaşadığı için kendince hibrit, melez birtakım işler yapıyor. Sorun, her kesimin akvaryumları var. Taraftarlık meselesi de bu tuhaf alanların bir başkası. Fanatik diyeceğimiz, "Sahaya madde de atarım, küfür de ederim ulan" diyen kitlenin sanıldığının tersine genelde eğitimli çıkması ilginç gelmişti bana.

Yerel kültürden bahsettiniz. İnsanlar köy peynirine veya sofrasına önem verirler ama iş futbola geldiğinde İstanbul takımlarına takıntılı olurlar. Bunun arkasında ne var?

Medyanın etkisi büyük. Sporu yöneten kadroların, siyasetçilerin de… Mesela yerel bir kulübün başkanı oluyor adam, sonra Fenerbahçe yönetimine giriyor. Çünkü bizde hâlâ burca bayrak dikilecek yer İstanbul. Kadir Has Üniversitesi'den Murat Sevinç'in bir araştırması vardır. Sonuçta Türkiye'deki göç hareketinde bazı örüntüler sözkonusu. İşte Karadeniz'den İstanbul'a, Doğu/Güneydoğu Anadolu'dan Antalya'ya, İç Anadolu'dan Ege'ye, Doğu Karadeniz'den Ankara'ya doğru. Ama bu hareketin bir de ikinci adımı var. Adam Ankara'ya geliyor, başarılı bir doktor veya avukat. En son İstanbul'a gelmeye çalışıyor. Çünkü İstanbul hâlâ ülkenin reel başkenti gibi.

Bir İngiliz gazetecinin St. Pauli kitabı vardı. Adam Heysel Faciası sonrası "Bu İngiliz futbolu adam olmaz" diye düşünüp kendine yeni bir takım seçmiş, St. Pauli taraftarı olmuş. İngiltere'den Almanya'ya her hafta sonu maç izlemeye gidiyor. Bir başka kitapta da bir Liverpool taraftarının anısını görmüştüm. Bir deplasmana gitmişler, mağlup olmuşlar. Dönüşte tren istasyonunda oturuyor ve diyor ki "Ya taraftar olmanın keyfi bu işte, bu hüznü yaşamak." Ama bizde taraftarlıkla hüzün arasında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Bizde hep bir "Parçalayayım, burnunu sürteyim, dağıtayım" arzusu var. O yüzden de yerel rekabetlerin pek bir etkisi yok insanlar için...

"Bizde taraftarlıkla hüzün arasında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Daha çok rakibi parçalama arzusu var."

"Bizde taraftarlıkla hüzün arasında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Daha çok rakibi parçalama arzusu var."

Bir kulübün taraftarı olmak da kimliğin önemli bir parçası. Modernleşme içinde bir güvenlik takıntısından söz edilir. Futbol taraftarlığını burada nereye koyuyorsunuz? Şöyle ezberler var: Ben Fenerliyim, kültürüm böyle. Ben Galatasaraylıyım, benimki böyle. O da bir gerilim hattı yaratmıyor mu farklı gruplar içerisinde?

Aidiyet duygusuna geliyoruz. Taraftarlık kültürünün birbirini boğazlayacak kadar keskin bir aidiyete dönüşmesi metropolleşmeyle, yeni gündelik hayat ritmiyle bağlantılı. Eskiden köylerde, kasabalarda yaşayan bu ülkenin yüzde 50'si şimdi 11 metropolde yaşamını sürdürüyor. Sanayi toplumu sosyolojisi diliyle kır-kent diyoruz ama aslında kır-kent-metropol diye üçlü bir katman var. Metropol, yaşayanların büyük kısmıyla selamının sabahının olmadığı bir yer. Ve unutmayın, son kırk yılda nüfusun yarıdan fazlası göç etti. Bu akışta bazı resimler ortaya çıktı. Bir, meslek sahipliği ve eğitim düşük bizde. Okullaşma oranı yüzde yüze gelmiş olabilir ama 18 yaş üstü nüfusta üniversite mezunu oranı yüzde 16. Metropolde, yani zamandan ve mekândan bağımsız ilerleyen, iletişimin hızı nedeniyle başka bir noktaya gelen bu atmosferde geçim derdi doğuyor. Kente uyum sorunları, istihdam problemleri... O zaman da çekirdek aileye dönülüyor. Çekirdek ya da duygusal aileden çıkıldığı anda, endişe öne çıkıyor. Metrobüse biniyorsun, simaen bildik olmayan bir dünyanın içindesin. Her gün o endişeyi hissediyorsun. Bu yüzden de her yer güvenlikçi, şifre dolu.

Dolayısıyla dayanışmayı bir başka soyut kimliğin içinde arıyorsun. Deniyor ya "Biz eskiden kimin Kürt, kimin Alevi olmadığın bilmezdik." Yok öyle bir şey. Ama bir nokta geliyor ki artık İstanbul'da Tokatlı olmanın bir avantajı olmadığını fark ediyorsun. İşte o anda devreye başka bazı soyut kimlikler giriyor. Kimisi için etnik aidiyet bu, kimisi için inanç, kimisi için de taraftar grubu. Bu doğru kullanılırsa toplumsal yaşam için iyi bir emniyet alanı. Ama başka amaçlar için kullanılırsa iş tehlikeli boyutlara gider. Konya'da milli marşın ıslıklandığı maçtaki ortam gibi.

O tehlikeli boyutun kökenindeki komplo teorisyenliği, şu an siyasete de hayata da egemen. Bugünlerde siyaset programları, futbol programlarına benzemedi mi?

Eski bakanlardan Nabi Avcı, geçen şöyle dedi: "Futbol programlarındaki tartışma seviyesi, siyasi tartışmaların önüne geçti." Sonuçta her gün siyasetçiler bir şey diyor, akşamında konu futbol programları gibi konuşuluyor. Güncelin şehvetine teslim olunuyor. Bazen içinde bulunduğum programlara da "Bu ne yahu" diyorum.

Türkiye'de birkaç farklı mesele var. Bir, Türkiye toplumunun hakikatle ilişkisi kopuyor. Siyasi kutuplaşmanın yanında kimlik ve hayat tarzı kutuplaşması da var. Ülkenin geleceğine dair duyulan derin kaygı, siyaset marifetiyle bu işlerin çözülemeyeceğine dair kanaatlerin ağırlaşması… İnsanlar başka tarafları dinlemek istemiyor. İş artık birbirini anlamaktan öteye gitti, şimdi artık negatif kimliklenme diyoruz. Yani bir cenahtaki insan öbür cenaha doğru gidemiyor ama bulunduğu akvaryumdan da çok rahatsız. Yağmur yağıyor, bu saçağın altında ıslanıyorsun, karşı saçağa gitmenin güvenli olduğuna inanıyorsun ama gidemiyorsun. Dolayısıyla herkes memnuniyetsiz bir şekilde duruyor. Hakikatle ilişki kopuyor, komplo teorilerine yatkınlık artıyor, "Bu sene hükümetle Ali Koç'un arası kötü, şampiyon olamayız" demeye başlıyorsun. Her şey kurgu gibi görünüyor. Halbuki futbolun kendisi bu tip kurguların tam tersi hareket eder. Hayatın gerçeklerine tekabül eden bir şey olduğu için bu kadar popüler zaten futbol. Elbette bu komploları kuran, arzulayan insanlar vardır. Ama hayat o kadar karışık ve katmanlı ki üçümüz oturup bir plan kursak veya Putin çıkıp bir şey hayal etse yarın herhangi bir maçın 90. dakikasında ne olacağını kestiremez. Hayat da böyle bir şeydir, kontrol etmesi zordur.

Siyaset gibi futbol dünyası da geriye gidiyor. Türkiye'de bugün nasıl bir yönetim problematiği, nasıl bir siyasi tıkanmışlık varsa futbol hepsinin sahnesi ve aynası gibi. Kalite kaybı, yönetim problemi, ücret adaletsizliği, yayıncılık sıkıntıları. Bu ülkeyi analiz etmek isteyen bir Batılının gelip futbolumuzu incelemesi Türkiye'ye dair ciddi gözlemler elde etmesini sağlar. Hayatla ilişkimizi ciltler dolusu kitaptan daha iyi anlatır futbol.

Orada da bir kalıp vardır: Futbol ailesi. Türkiye futbol ailesi düzenli aralıklarla bir araya gelir, vergi affından bankaların borçları silmesine kadar pek çok konuda anlaşılır, yabancı sayısı tartışılır. Orada yüzler değişir ama yönetim tarzı değişmez.

Bir kere bu insanların hepsinin istediği şey keyfilik; hesap vermemek, sorumlu olmamak. Müşteri memnuniyeti diye bir meselenin olmadığını varsayıyorsun, milyon dolarlık bütçeleri yönetiyorsun, o borçları ödemek gibi bir meselen yok, nasıl olsa hükümet veya kamu bankasıyla bu işi çözüyorsun, üstüne üstlük bütün başarısızlığına rağmen adını 82 milyonun duyduğu bir iletişim imkânın oluyor.

Öte yandan bakıyorum, çocukluğumdan beri aynı üç beş konunun etrafında dönüyor her şey. Zihniyet hiç değişmiyor. Neden? Çünkü herkes kuralların kendine göre yontulmasını istiyor. İki, şöyle bir ezber var: "Efendim Türkiye insanı lidercidir." Dolayısıyla başkanlar, şehrinin ya da taraftarlarının kendine biat etmesini istiyor. Ama işte futbolun ekosistemi yerelden ibaret değil, evrensel bir katmanı da var. Ve o katmanı daha tüccar, daha profesyonel, bizimkilerin zaaflarını kolayca çözebilen insanlar belirliyor. Türkiye'ye dönüyorsun, her yer kayıt dışı ekonomi. En büyük sorun bu zaten...

Orada da devreye yurtdışı denetimi giriyor zaten. Finansal fair play kuralları...

Onlar da olmasa her şey çiftlik olacak ki aslında zaten çiftlik. Fakat bütün bunlara rağmen bizim gariban seyircimiz maçları izlemeye devam ediyor. Geçenlerde bir arkadaşım şöyle dedi: "Bu ülkede sade vatandaş dışında herkes suçlu." Sporda da karısıyla, çocuğuyla maça gelen vatandaş dışında konunun içindeki herkes suçlu. Çünkü "Bunlar lider ve çabuk başarı ister" ezberiyle konuya giriyor ve her şeyi o pencereden ele alıyorlar. İnsan kıratı olarak beş para etmeyecek birçok kişi baştacı. Niye? Futbolda bilmemne mevkiine gelmişler. Neyse, her şeye rağmen, bu bir zaman aralığı bana göre.

"Kaz Dağları, Cerattepe ve Yırca Köyü'nde direnen; zeytinine, toprağına sahip çıkanlar değiştirecek ülkeyi."

"Kaz Dağları, Cerattepe ve Yırca Köyü'nde direnen; zeytinine, toprağına sahip çıkanlar değiştirecek ülkeyi."

Herkes umutsuz bugünlerde...

Ben her şeye rağmen iyimserim. Eğer geleneksel şemalardan, yollardan, aktörlerden çözüm bekliyorsan evet, değişim zor. Ama üstünü çizip "Yok ulen bu böyle olmaz" deyip yeni baştan denklem yazarsan çözüm var. Kanaatim şu: Bazı spor dallarında son yıllarda görülen başarı örnekleri bugün küçük görünebilir. Ama dağlardaki çoban ateşleri olarak yorumluyorum ben. Çevre hareketlerine bakın, Kaz Dağları'nda sabah akşam yatıp toprağı savunan insanlar var. Cerattepe'de direnen, Yırca Köyü'nde zeytin ağaçlarına sarılıp dozere karşı duran... Bunlar şimdi "Kim parti kuracak?" ekseninde okunan siyaset dünyasını değiştirecek insanlar. Sporda da aynı şey geçerli. Altınordu, bu kapsamda değerlendirilebilir. Mesela bir toplantıda VakıfBank'ın başındaki İtalyan hocayı, Guidetti'yi dinledim. Adam şehir şehir gezip Anadolu'daki ilkokul çocuklarından voleybolcu adayı yaratmaya çalışıyor. Bu tür çabalar bugün Don Kişotluk olarak yorumlanabilir ama yarın bir dalga gelecek. Bir gün spor dünyası da değişecek.

Şimdi ben monolitik bir kültürde büyüdüm. Doğduğum kasabada herkes Sünniydi, Türktü, herkes ayıp deyince aynı şeyi anlıyordu. Sonradan çabalarımla bir şeyler öğrendim. Ama kızım İstanbul'da, bu çokluğun içinde büyüdü. Eğitim sistemiyle, devlet nizamıyla, "Bir tane doğru vardır, onu bul" anlayışıyla onları eğitmeye çalışsak da bu gençler sınav salonlarından çıktıklarında biliyorlar ki hayatta A, B, C, D'nin hepsi mümkün, bir tek doğru yok. Yeni kuşaklar yönetici kadrolara geldiğinde hayat değişecek. Çünkü onlar güce ve devlete bakarak hizalanmıyorlar. Biat kültürüne itirazları var. O yüzden bizim kuşağın yaptığı organizasyonlarla bu işi çözemeyiz. Ben şirketlere çok gülüyorum, bir bölümü ayırmışlar, şöyle diyorlar: "Efendim bu katta hiyerarşi yok." Kardeşim bu çocuklar müdür olduğunda tek bir oda değil, tüm bir kule böyle olacak. Evrağın bir masadan öbürüne geçmesini anlatan 58 maddelik organizasyon şemaları tarihe karışacak. Adamlar sabah 11.30'da WhatsApp'tan hayatının ticaretini yapacak, sen ne anlatıyorsun ki bana? Futbolda da değişim olacak. Nereye doğru evrilir, kestiremiyorum. Ama şu anda bizdeki işlerin Premier Lig gibi örneklerle kıyaslanmayacak kadar paçoz olduğu ortada. Kaldırım kalitemiz neyse sahalardaki kalitemiz de o.

Röportaj öncesi sohbet ederken adalet ve saygı kelimelerinin altını çizmiştiniz. Futbolda da bu kelimeler tartışılmıyor mu? Bir de şiddet. Toplumsal dinamikler futbolla burada da örtüşüyor mu?

Guidetti'nin Tutkusu

Kadın voleyboluyla ilgileniyorum son dönemde. Örgütlü mücadele ilgimi çekiyor. Özellikle de o geri dönüşler.... VakıfBank'ın antrenörü Guidetti'nin sunumundan ilgimi çeken noktalar da şunlardı: Bir video gösterdi. 45 saniyelik bir seri. Maçı kaybetmek üzereler, son set. Hani umutlarının kırıldığı anda yaşanan bir pozisyon. 45 saniye direniyorlar ve sonunda alıyorlar sayıyı. Guidetti, o anki duyguları, heyecanı anlatmak için o örneği göstermişti. Çok etkilenmiştim. Adamın heyecanı, tutkusu, konuyu içselleştirme şekli, o işi yalnızca bir profesyonel meslek olarak yapmamaması. Hayatı voleybol yani, hemen anlıyorsunuz. Anlatırken gözleri parlıyor, ellerine, vücut hareketlerine bakıyorsunuz… Voleybol, bir hayat.

Hakikatle ilişkin koptukça, hukuka, ortak kadere olan inancın azaldıkça şiddete yatkınlığın artar. İnsanlar tepkisini akıtacağı yer arıyor. Futbol da şiddete yatkınlık konusunda imkân sağlıyor. Sonuçta 40 bin kişisin ve sahana gelmiş bir yabancı takımın milli marşını ıslıklıyorsun. Orada "Durun arkadaşlar" diyecek kimse de yok. Şiddet deyince illa birinin dövülmesini anlamayın. Manevi şiddet de vardır. Çünkü öyle maçlar oluyor ki ertesi gün takımının formasını giyip metroya binmeye tereddüt ediyorsun. Şimdi bu sert iklimin arkasında mutlaka manipülasyon var. Çünkü bugün Türkiye'nin toplumsal psikolojisine bakınca şu görülüyor ki insanların gelecek kaygısı yüksek. Yüzde 55 insan gelecek korkusu yaşıyor. Yüzde 80 insan çocuklarının daha iyi bir Türkiye'de yaşayacağına inanmıyor.

Ama Türkiye'nin insanları, bunca manipülasyona rağmen, bireysel hayatı ile ortak hayat arasında bir ayrım yapıyor. Mesela gidip karşı tribünde oturan iş arkadaşına ana avrat sövebiliyor ama ertesi gün şakalaşıyor. Hâlâ, her şeye karşın, toplumsal hayata dair güçlü bir bakış var. Medya sayesinde biraz da bu belki de, çok eleştirsek de… Çünkü insanlar medyada öteki diye tabir edilenleri görüyor; onların da iki gözü, iki kulağı olduğunu fark ediyor. O hoşgörü henüz sokağa yansımıyor, belki apartmanda kalıyor, belki Fenerbahçelilik içinde kalıyor ama olsun.

Araştırmalarımıza göre kadın, çevre, tüketici hakları konularında ciddi bir enerji birikmesi var toplumda. Dolayısıyla tüketici haklarının taraftarlıkla ilişkisi kurulabilir ve bir gün seyirci, stadyumlardan çekilebilir.

Bir zamanlar sivil toplum tarafında şöyle denirdi: Markalardan 100 lira çıkıyorsa bunun 90 lirası futbola dönüyor. Geri kalan 10 lirası hayırseverlik ya da sosyal sorumluluk için kullanılıyor. Ama markaların toplumla ilişkilerinde yenilenme zamanı. Daha önce şirketler, devletlerle ilişki kurardı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Türkiye'de de Özal'la birlikte, siyasetçilerle ilişki kurmaya başladılar. Şimdi toplumla ilişki kurma zamanı. Yani Yırca Köyü'nde yatırım yapmayacaksınız abi. Kaz Dağları'nda maden yapmayacaksınız. "Ben Denizli'nin gençlerine istihdam imkânı yaratmak için buraya buzdolabı fabrikası kuruyorum" gibi palavraları bırakacaksınız. Bankaysanız içme suyunu kirleten hiçbir yatırıma kredi vermeyeceksiniz.

Şirketler de bu konuları tartışıyor. Bu arayış beklenmedik bir anda "Futbolda yokuz"a götürebilir markaları. Nasıl kadına şiddetin olduğu dizilere reklam vermiyorum hareketi başladıysa… Belki de gerçek değişim hem yeni kuşakların yönetim kurullarına girişiyle hem de bu tepkiyle başlayacak. Dibe vuruş veya kriz olmadan Türkiye ne kendi siyasi meselelerini ne de futboldaki meselelerini çözebilecek. Bir yıkım yaşamadan yaratıcı yıkıma çeviremeyecek.

Futbolun içindeki yeni kuşaklara nasıl bakıyorsunuz? Farklılar mı?

Şöyle ya da böyle, dışarıya daha dönük insanlar. Benim zamanımda eğitimli futbolcu diye bir tek Tolunay Kafkas işaret edilirdi. Şimdi öyle değil. Lakin bir yandan da bu çocuklar öyle çılgın paralarla muhatap oluyorlar ki… O ekosistem futbolcuları pahalı çantalarla, mankenlerle, lüks arabalarla tanıştırıyor. Ve eğer eğitimleri, aileden aldıkları, naturaları bu problemi yönetmeye imkân vermiyorsa sıkıntı başlıyor. Dolayısıyla sadece yöneticilerin değil, futbolcuların da hayat mentorluğuna ihtiyacı var.

Ama metropolün içerisinde hayat ustalığı ve çıraklığı azaldı. Ben Tarhan Erdem'e 'Hayat ustam' derim hep. Ben ondan yemek yemeyi öğrenmedim ama neler öğrendim? Hâl, tavır, siyasetçilerle konuşma biçimi… Bu çocukların önünde böyle örnekler yok. Tuhaf bir para saçma hali var. Ama başta da dediğim gibi, bir değişim de var. Kendi tercihleri netleşen, bu dünyaya dair fikirleri olan çocukların sayısı artıyor. Bizde çocuklar, insanların daha iyi hayata ulaşma arzusunun taşıyıcısı olarak görülür. Yani çocuk iyi okullarda okursa, başarılı bir insana dönüşürse aileyi daha iyi bir hayata taşır. Futbolun temelinde de o var. Çocuk ilk transferini yaptığında ailesine bir ev, kız kardeşine buzdolabı alır. İkinci transferini yaptığında kendine bir ev alır veya yatırım yapar. Gece hayatına para kaptırmadıysa... İdeal dünyada ancak üçüncü transferinde lükse yatırım yatar. Ama Türkiye'de kaç tane futbolcu aşamalı olarak kariyerini yükseltiyor ki? Çoğu yarı yolda oyundan kopuyor.

Dürüst olayım, bu ekosistemde artık Türkiye Ligi izlemiyorum, Premier Lig'i açıyorum. Tottenham-Manchester City maçını izledim geçen, oradaki oyunla bizdeki en iyi maçın ritmi aynı mı? Kültürel anlamda da farkı hissediyorsun. Tottenham'dan bir oyuncu sakatlandı, yardımına ilk Manchester City'nin kalecisi koştu. Bizde aynı şartlar altında oyuncusuna engel olmayı düşünecek veya "Ne yapıyor bu?" diyecek yöneticiler vardır. Neticede, yabancı oyuncular soyunma odasına giderken onlara tekme atan antrenör yardımcıları gördü bu gözler. Şimdi o örneği izleyen bir futbolcu usta-çırak ilişkisinde ne öğrenecek ki?

"Tottenham'dan bir oyuncu sakatlandı, yardımına ilk Manchester City'nin kalecisi koştu."

"Tottenham'dan bir oyuncu sakatlandı, yardımına ilk Manchester City'nin kalecisi koştu."

Avrupa'yla ilişkiyi sormak istiyorduk biz de. Bir yandan İngiliz futbolunu ne kadar sevdiğimizden söz ediyoruz ama asla öyle bir düzen kuracak sabrı göstermiyoruz. Diğer yandan da "Biz birbirimize benzeriz, kaosumuzla güzeliz" diyoruz. Bir çelişki yok mu?

Bu sade seyircilerin fikri değil ama genelde. Genelde yönetim erbaplarının düşüncesi bu yönde. Veya medyanın… Benim şöyle bir kanaatim var: Türkiye'de kanaat önderleri, siyaset adamları, televizyon maydanozları "Toplum balık hafızalı" diyorsa bilin ki aslında kendisi altı ay önce ettiği lafın tersini söyleyecek, ona altyapı hazırlıyor. Futbolda da kaos övgülerini sıralayanlar işlerin öyle kalmasını istedikleri için bunu yapıyorlar. "Bu toplum lidercidir veya mağdur sever" diyenler gibi. Bu toplum mağdurdan yana değil, bu toplum değişimden yana. Ama atıyorum CHP çıkıp "Devleti değiştireceğim" demiyor ki… Sonuçta bireylerde bir yandan da "Devlete karşı çıkarsam ağzıma sıçılır" korkusu var. O yüzden anneler babalar çocuklarına "Sendikaya yazıl" demiyor. Bir tek imkân var güce müdahale edilebilen, o da seçim. Onun için de oyunu tesadüfen atmıyor.

Seçim demişken… Son dönemde dünyadaki seçim güvenliği tartışmalarına ne diyorsunuz?

Yerelden bir örnek vereyim. Diyelim Kanal İstanbul. Şimdi bu projeye benim gibi muhalif olan birçok insan ne diyor? Recep Tayyip Erdoğan keyfi için bu projeyi yapıyor. Peki 600 milletvekilinden 450'si evet derse ne olacak? Doğaya, geleceğimize bu kadar müdahale edecek bir proje birilerinin kararıyla yapılabilir mi? Veya sen ben bu karar sürecine nasıl dahil olacağız? İnsanlık sanayi toplumundan bilgi toplumuna dönerken temsili demokrasi bu problemleri yönetmeye yetmiyor. Onun için de bizim yöneticilerin oligarşik yapıya dönme eğilimi var. Bir 'Başkanım' lafı var, ceket ilikleme hali… Bir kere Celal Doğan'la Gaziantepspor-Beşiktaş maçı izledim, şeref tribününe davet ettiler, eşim de yanımdaydı. Maç çıkışı eşim "Bir daha maça gelmem" dedi. Çünkü sahada bir oyun oynanıyor, şeref tribününde başka bir kıyamet kopuyor.

Demokrasi meselesi insanlığın krizi şu an. Olaya taraf olan herkesin dahil olabildiği karar süreçleri açmadan çözülemez bu. Başkanlar, üyelerine sormadan kulübün geleceğini etkileyecek bir borcun altını imzalıyor. İkincisi, hep bir kısa vadeli bakış var. Zaten Türkiye insanında gelecek algısı kısalıyor. Üçte bir insan gelecek denilince dördüncü yılı hayal edemiyor. Dolayısıyla Beşiktaş'a başkanlığa talip olsak ve "Sekiz yıllık bir programımız var" desek zaten üyelerin üçte biri karşı çıkacaktır. O yüzden de kimse altyapıya yatırım yapmıyor. Veya ters örnek. Altınordu'da başkan altyapıya yatırım yapıyor diye "Ne çıkarı var ki?" diye soranlar oluyor. Ben de bilmiyorum motivasyonunu ama hayranlıkla takip ediyorum. Ama "Siz bilmezsiniz, onun ne hesapları var" diyenlere rastladım. Böyle bir paranoyayla yaşıyor toplumun yarısı. Üç Büyükler bile koca bütçeleriyle ne veriyorlar ki gençlere? Ancak tek tük, gönüllü bir yönetici çıkacak da yatırım yapacak da… İzlandalılar bile o adanın içerisinde, 400 bin nüfusla, futbollarını değiştirdiler. Kapalı spor salonları içinde futbol eğitmenliğini geliştirerek başardılar bunu. Türkiye insanı, İzlandalılardan geri değil ki? Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, sistem…

Vefa Etkisi

Benim babam ilkokul mezunudur, kahveye gitme alışkanlığı yoktur. Terziydi, gözleri bozuldu, belediyede yerel memur oldu. Garibim gittiği her ilçede futbol kulübü kurardı, gençleri kahveden çıkarmak adına. Ya da güreş kulübü. Hâlâ öyledir, 84 yaşında, Denizli'de amatör maçlara gider. Hobisi bu. İlginç olan şu: Benim tanıdığım, Vefa'yı tutan tek insan. Denizli'de "Ben Vefa taraftarıyım" diyordu soranlara. Vefa ona başka bir şey ifade ediyor. Başka bir aidiyet. 1990'ların sonunda Horhor'da alışveriş yapıyordum bir gün, bir dükkânda Vefa'nın ürünlerini gördüm, adam Vefa'nın eski bir sporcusuymuş. Oturduk sohbet ettik. Çok keyif almıştım.

Bizde seçmen tercihleri de futbol taraftarlığı gibi. Taraftar seçmen tanımınız var. Bu her zaman böyle miydi yoksa son dönemde arttığını mı düşünüyor musunuz?

Ezelden beri böyle. Bir ideolojik seçmen var, oy verdiği partiyle fikri beraberlik arıyor, parti programını satır satır bilmese de… Sosyal demokratım diyorsun, seçeneklerin ortada. Aşağı yukarı seçmenin üçte biri böyle. Dörtte biri lider takipçisi; partiyle değil, kişilerle ilişki kuruyor. Üçüncü grupta da taraftar seçmen var. Mesela HDP'nin ekoloji politikasından ötürü değil de Kürt partisi olduğu için oyunu veriyor. Dördüncü grup, benim gibi her boku bildiğini sanan medya maydanozları. "Bu partilerin hiçbiri olmaz" diyen ama seçim sabahı gidip birine oy veren… Bir de bunun tersi var. Hiçbir şeyle ilgilenmeyen son dakikacı seçmenler… Benzer bir ilişki muhtemelen takımlarda da vardır. Ama parti seçmenliğinde rasyonalite barındırmayan kitle beşte birlik kısımsa bu muhtemelen futbolda yüzde elli. Hatta daha da fazlası…

Bunu takımlara veya dönemlere bölebiliriz. Mesela Galatasaray, Avrupa'da başarılı olduğunda Galatasaray taraftarı olanlar gibi… Benimkisi öyle mesela. Çocukluktan itibaren kendimi Fenerbahçeli olarak tanımlardım ama tesadüf oldu, Almanya'ya iş için gitmiştim, Köln'de oynatılan bu meşhur Monaco maçına götürdü arkadaşlarım beni. Oradaki Türklerin "Aman kırmayalım dökmeyelim, çok bağırmayalım" hassasiyetine şahit olunca, duygusallık içindeki zafer halini görünce "Tamam ya," dedim, "Galatasaraylıyım artık."

Taraftarlıktan söz ederken ilginç bir örnek geldi aklıma. Tanıl Bora ile İsmail Kılıçarslan. İsmail, Yeni Şafak'ta yazan, muhafazakâr dünyanın adamı ve o da Gençlerbirliği taraftarı. Yazarken, çizerken bazen görüyorum heyecanlanıyor maçlarda. Şimdi, Tanıl'la İsmail teorik olarak ne kadar uzaklar aslında. Ama futbolda bir aradalar. Dolayısıyla bir arada yaşamanın yeniden inşa edilebildiği bir yer olabilir spor.

Neticede, Türkiye'nin meselesi yeniden ortak yaşamı inşa etmek, ortak ufka bakar hale gelmek meselesi. Atatürk ve arkadaşlarının başardığı şey o günün koşullarında, insanların önüne bir muasır medeniyetler hedefi koyabilmesi. Bugün herkesin kendi ufku var. Şimdi bize ülkeyi yönetme fırsatı verseler halkın bir bölümü, en doğru kararımıza bile başka gözle bakacak. Dolayısıyla bu ülke böyle gidemez. Sokakta ortak bir hayat inşa etmemiz gerek. Bunun için uygun zeminlerden biri de spor sahaları. Ortak bir heyecan, tutku, başarı imkânı var orada. Bir cumartesi akşamında yaratabilirsin bu etkiyi. Ne yazık ki yöneticiler keyfiyetçiliği, kuraldışılığı, merkeziyetçiliği savunan siyaset erbapları ile aynı pencereden yaklaşıyor hayata. Ama sporun iyi yanı, bütün bu senaryolara, kurgulara karşı kendine has bir ritmi olması.

Socrates Dergi