
Yeşil Sahalarda Bir Seyyah: Lutz Pfannenstiel
6 dk
Lutz Pfannenstiel, altı kıtada forma giyen ilk profesyonel sporcu ama gittiği yerlerde biriktirdiği hikâyeler, bu unvandan daha güzel.
Dünyayı keşfetme ve yeni yerler görme arzusuna özel bir sözcük var: Wanderlust. Bir nevi; soyut bir kavram gibi görünen özgürlüğü ete kemiğe büründürme hali. Modern çağın seyyahlığını anlatan bu kelime bir futbol adamı için ne anlama gelebilir? Ya da profesyonel bir futbolcu hem kariyerini hem de wanderlust'unu nasıl aynı anda daha da yükseğe taşıyabilir?
Lutz Pfannenstiel, bu soruların cevaplarını 20 yıllık futbol kariyerinde, altı farklı kıtada, 30 farklı kulüpte oynayarak cevapladı. Altı kıtada profesyonel sporcu olarak sahaya çıkan ilk ve tek kişi olarak tarihe geçti. Bugünlerde Hoffenheim'da yöneticilik yapan Pfannenstiel'in hikâyesi bu rekorla da sınırlı değil; Singapur'da hapis yattı ve Bradford'da öldü. Hikâyenin bir köşesinde ise Hatayspor var; çünkü hayranlık uyandıracak kadar güçlü bir wanderlust bunu gerektirir...
Lutz, röportajın hazırlık aşamasında, sana dair hikâyelerin ve anekdotların sonu gelmedi. Devamlı yeni bir ayrıntı çıktı karşıma. Hayatın televizyon dizisi, kitap serisi gibi... En sevdiğin bölüm hangisi?
İsmimin tanınmasının temelinde zaten bu hikâyeler var. Örneğin; Brezilya'ya transfer olup altı kıtayı tamamlamak güzel bir kariyer etabıydı. Brezilya tecrübesi, hayatıma dair anlatmayı sevdiğim bir bölüm. Singapur'da olanlar da hayatımın bir parçası. Çoğu acı hatıralar olsa da bazen orada olanları da hatırlamak gerekiyor.
Malezya, Finlandiya, İngiltere, Arnavutluk, Yeni Zelanda, Kanada ve niceleri… Dünyanın her yerinde oynadın ama sanki Brezilya'yı ayrı tutuyorsun. Doğru mu?
Kesinlikle! Çocukken mahallede herkes Bayern'de, Frankfurt'ta oynamayı hayal ediyordu. Ben yedi yaşındayken Flamengo'da oynamaktan başka bir şey düşünmüyordum. Maracana'da oynamayı düşlüyordum. Fakat Avrupalılar Brezilya'yı o kadar uzak görüyor ki; kariyerim ilerledikçe ister istemez ben de orada oynama ihtimalimi çok yüksek görmemeye başladım. Ama şans birden karşıma çıktı. Elbette çok mutlu oldum. Küçük Lutz'un hayali gerçekleşti. Oraya giden ilk Alman bendim, hâlâ Brezilya'da futbol oynayan nadir Avrupalılardan biriyim. İtiraf edeyim; bu gurur verici bir duygu.
Brezilya demişken vahşi doğada atlattığın iki badireden mutlaka bahsetmemiz gerek. Birincisi Ibirama'nın uluyan maymunu…
Kulübüm CA Hermann Aichinger'in stadı, vahşi bir ormanın içindeydi. Buna rağmen, hem antrenmanlarda hem de maçlarda tribünler doluyordu ve ormanın içinde yaşayan Ibirama maymunu da bu atmosferden çok etkileniyordu, ağaçlardan tribünlere zıplayıp taraftarla birlikte bağırmaya başlıyordu. Herkesten daha gürültücüydü! Bazen sahaya atladığı oluyordu. Hatırlıyorum; bir maçta direğin üstünde gezinip sürekli bağırıyor ve dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Şimdi anlatınca kulağa çok sempatik bir hayvanmış gelebilir ama inan, oldukça agresif bir devden başka bir şey değil. Ibirama maymunundan korktuğumuz için soyunma odasına kaçtığımız günler oluyordu!
İkinci anın ise kaçman gereken bir pembe yunus balığıydı yanılmıyorsam. Amazon Nehri'nde seni ısırdığına dair bir rivayet var. Olay nasıl gerçekleşti?
O kadar zaman geçti, hâlâ şaşkınım... 2014 Dünya Kupası öncesinde ZDF ve BBC kanalları için çekim yapıyorduk, ZDF ile Dünya Kupası'na ev sahipliği yapacak tüm şehirleri tanıttık. Son duraklarımızdan biri Manaus olmuştu. Manaus çok cezbedici bir şehir değil ama Amazon Nehri'nde yaptığımız çekimler inanılmazdı. Anakonda gördük, timsah gördük, pirana gördük... Tüm tehlikeleri atlatmış, işin güzel kısmına gelmiştik artık; güneş batımıyla birlikte ortaya çıkan yunusları çekecektik. Hem serinlemek hem de çekimlere katkı vermek için düşünmeden nehre atladım. Birden pembe bir yunus çıktı karşıma; kolumu ısırdı demek istemiyorum çünkü resmen koparmaya çalıştı. Ağzındaki dev dişlerle bunu yapacak gücü de vardı. Beklemediğim bir anda olan oldu. Çok şanslıydım, ucuz kurtuldum.
Sonra ne oldu?
Hayatımda bu kadar kan kaybı yaşadığımı hatırlamıyorum. Fakat asıl sorun sonrasında başladı çünkü gittiğimiz hastane felaket bir yerdi! Hayatımda gördüğüm en sevimsiz hemşireyle karşılaştım. İğne yapmadan ve yarayı temizlemeden dikişe başladı. Kadının suratı beş karıştı. Fakat şunu da ekleyeyim; pembe olmayan yunusları hâlâ çok seviyorum.
Bir de penguen hırsızı olarak tarihe geçmişliğin var değil mi?
Yeni Zelanda'da oynarken bizi bir penguen kolonisinin yanına götürdüler. Onları gördükten sonra bir penguene sahip olmak istedim. Oradakilere sordum, bunun mümkün olmadığını söylediler. Ben de sırtladım bir tanesini, eve götürdüm. Fakat çok iyi bir fikir olmadığını hemen anladım; penguenim, balık fabrikası gibi kokuyordu ve beni birkaç kez ısırmaya kalktı. O dönemin kulüp başkanı penguen beslediğimi duymuş, bana "Onu geri götür" diye ricada bulundu. Ben de götürdüm. Okuyuculara önerim; sakın penguen beslemeyin.
Ve futbol... Daha önce en iyi kaleci eğitiminin Brezilya'da olduğunu söylemiştin. Bunu bir Almanın söylemesi dikkat çekici değil mi?
Gençliğimde Brezilyalı kalecilerin imajı çok kötüydü. Sonra Taffarel geldi ve her şeyi değiştirdi. Hatırlayın; Dida, Julio Cesar, Gomes ve diğerleri... Hepsi Avrupa'nın büyük kulüplerinde oynadılar ve hâlâ da oynuyorlar. Brezilya'daki kaleci antrenörleri, bugün Manuel Neuer'in yaptığı yeni çağ degajlarını bize daha o zamanlarda öğretiyorlardı. Ben bu degajı öğrenmeden kaleye geçemedim, iki ay boyunca her gün çalıştık. Kaleci antrenörü "Öğrenmeden sana forma yok" demişti. Brezilyalı kalecilerin kalitesi, en az Avrupalı meslektaşları kadar üst düzeyde. Sadece mevcut dönemde Neuer gibi bir yıldızları yok.
Türkiye'de ezelden beri bir Alman kaleci hayranlığı var. Almanlar neden bu kadar iyi kaleci çıkartıyor?
Çünkü burada kalecilik cezbedici bir görev… Sepp Maier, Toni Schumacher gibi isimler genç çocukları kalecilik konusunda heveslendirdi. Bu gelenek, yeni üst düzey kalecilerle bugüne kadar başarıyla devam etti. Almanya'da bir futbol sahasına git, "Kim kaleci olmak ister?" diye sor, 10 çocuk kaleci olmak ister. Afrika'da sor, kimse istemez. Türkiye'de en fazla bir çocuk ister. Almanya'da iyileri de kalede oynatıyorlar. Başka ülkelerde kaleye, ya en şişman ya da en yeteneksiz olan geçiyor.
Türkiye ihtimali doğdu mu hiç?
Birçok kez. Gençlerbirliği ile uzun yıllar önce görüşmüştük. Bir de Hatayspor diye bir kulüp var, tanır mısın? "Birinci lige çıkalım, seni alacağız" demişlerdi. Yıllardır takip ediyorum, hala çıkamadılar. Daha 18 yaşındaydım, teklifleri oldukça ilgimi çekmişti ama yabancı sınırından dolayı kaleye bir Alman koymak istemediler. Bir de Beşiktaş ihtimali vardı. O dönem Fevzi diye bir kalecileri vardı. Ona güveniyorlardı esasında ama bir yabancıyla yarışmasını istediler. İstanbul'a geldim, görüştük, anlaşmaya bile vardık ama Beşiktaş son anda Thomas Myhre'yi tercih etti. Sonra bir de İsveçli biri geldi, Asper'di sanırım. O da iyi kaleciydi ama bana yer kalmadı. Beşiktaş, o dönemlerde Ike Shorumnu'yu da getirmişti yanlış hatırlamıyorsam. Çok iyi kaleciydi ama kafası biraz enteresan çalışıyordu.
Seni yakalamışken Singapur'u da konuşmak gerek. Şike yaptığın iddia edildi ve 101 gün hapis yattın. İddialar asılsızdı, hatta savcının 'dikkat çekici şekilde iyi oynadığını' söylemesi olayın vahametini açıklıyor…
Singapur'da hapis yatarken ben aslında ölmüştüm, orası son noktaydı. Son kez nefes alıp veriyor gibiydim. En kötüsü, yapmadığın bir şeyle suçlanıyorsun. Singapur hapishanesi dünyanın en kötü ve en acımasız yeri. Bazen hatırlıyorum o günleri, zordu. Ama unutmamak, zaman zaman hatırlatmak gerek.
Sonra İngiltere'ye gittin. Bradford Park Avenue'da oynarken, Harrogate Town maçında sakatlandın ve sen sanıyorum, o gün gerçekten öldün...
Benim için kesin olarak öldü demişler. Üç kere hayata geri döndürdüler. Rakip santrfor diziyle öyle bir yeri yakaladı ki; aslında o noktayı bulması bir mucizeydi. Hemen bilincimi kaybettim ama komaya girmek çok iyi oldu. Olanlara ve oradaki korkulara tanıklık etseydim daha kötü olurdu. Belki de hep o korkuyla sahaya çıkacaktım.
Ve 10 gün sonra tekrar sahaya çıktın!
Ağrılarım vardı, kabul ediyorum. Aileme karşı biraz sorumsuz olduğumu da kabul ediyorum ama ya futbol oynarsın, ya satranç. Yani demek istediğim; insan tercihleriyle yaşar. "40 yaşında kanserden mi ölmek istersin, 29 yaşında futbol sahasında mı?" diye sorsalar, sahayı tercih ederdim çünkü sevdiğin işi yaparken ölüyorsun, acı çekerek değil. Ben inanıyorum ki bu dünyadaki vaden dolduysa, bu durumu değiştirme şansın zaten yoktur.
Dünyanın her yerinde oynadın, birçok ünlü gezginden daha çok ülke gezdin. Hiç kendine "Burası çok güzel, burada yaşlanmak istiyorum" dediğin bir yer oldu mu?
Evet, Vancouver'da hissettim bunları. Benim için dünyanın en güzel şehirlerinden biri, tıpkı Oslo gibi. Rüyalarımın ülkesi Brezilya'dan teklif gelmeseydi Vancouver'da yaşamayı düşünüyordum. Eşim mutluydu, kızım orada okula gidiyordu. Brezilya işi her şeyi karıştırdı, hayalim gerçek oldu ve altı kıtada oynayan ilk ve tek futbolcu olarak efsane statüsüne eriştim. Fakat şunu itiraf edeyim; bu transferin etkilerinin bu kadar geniş çaplı olacağını beklemiyordum. Brezilya'daki ilk haftamda dünyanın her yerinden gazeteciler akın akın geldi. Japonya'dan, Kore'den, Paraguay'dan çekim için ekipler vardı. Sonrasında etkileri bugüne kadar devam etti.
Lutz, senden daha iyi bir uzman bulamayız; tatil için nereye gitmeliyiz?
Tatil mi? 'Dünyanın En Çekici Tatil Ülkeleri' diye kitap yazmam an meselesi! Copacabana, Bahamalar ya da Maldivler gibi çok klasik yerler var ama üç haftalık Yeni Zelanda turu yap, hayatın boyunca unutamazsın. İzlanda veya Paraguay da harika yerler. Birçok insan, tatil deyince deniz, kum ve güneş anlıyor. Benim için tatil daha fazlası. Dünya harika bir yer, keşfetmeye başla yeter.