Yeşilçam'ın Her Yüzü

11 dk

Cüneyt Arkın, Yeşilçam'ın en büyük sembollerinden biriydi. Fakat bu sembolün arkasına birçok gri alan da gizlenmişti.

Elinde tahta valizi, sırtında yorganıyla tıp okumak için indiği Haydarpaşa Garı'na, birkaç yıl sonra yeniden, bu defa ilk sinema filmi Gurbet Kuşları'nın (1964) Selim'i olarak geldiği andan itibaren, hayat ile sanatın iç içe geçtiği, çalkantılı bir yaşam sürdü Cüneyt Arkın. Sonraki yarım asırda, bilerek veya bilmeyerek birçok konunun, tartışmanın öznesi oldu; toplumun fay hatlarını kaşıyan meselelerin ortasında kaldı. Yeteneği, yakışıklılığı ve karizması sayesinde çok kısa sürede Yeşilçam'ın en büyük jönüne dönüşen Cüneyt Arkın aynı zamanda bir bukalemundu; modern tabirle olmadığı masa yoktu. Bugün onsuz tek bir tür düşünmek bile imkânsız ama o her şeyden önce Malkoçoğlu'ydu, Battal Gazi'ydi, Kara Murat'tı. Uzun yıllar hiç bıkmadan kılıç savurdu, ok attı, kargı uçurdu, nice 'küffarın' canını aldı ve Türk-İslam sentezinin perdedeki sembolüne, yüzyıllardır süren fetih politikasının Yeşilçam'daki yegâne temsilcisine dönüştü. Fakat bu sembolün arkasına, dev isminin ve kendisine büyük teveccüh besleyen toplumun unutturmayı başardığı, birçok gri alan da gizlenmişti.

Sansasyonlar

Eğer 1970'li yıllara ışınlanabilseydik, Cüneyt Arkın ismi, magazin dünyasının en sevdiği başlıklardan biri olarak karşımıza çıkacaktı. O yıllarda adı, akla gelebilecek her türlü skandalla yan yana anılmaktaydı. Bütün hayatını altüst eden ve bir türlü düzelmeyen alkol sorunu vardı. Dönemin önemli isimlerinin hatıratlarında da sıkça vurgulandığı üzere "içince başka birine dönüşüyordu" Cüneyt Arkın. Kendi deyişiyle de yüzlerce kaleyi fethetmiş, binlerce orduyu bozmuş, binlerce askeri yenmiş ama alkole yenilmişti. Kayınpederinin evini silahla basması, intihara teşebbüsü, karıştığı kavgalar hep aynı kuyudan besleniyordu.

On üçüncü Antalya Film Festivali'nden en iyi film ödülüyle dönen ve uzun yıllar televizyon kanallarını süsleyen Deli Yusuf'un (1975) setinde, insanların gözü önünde, ayağından bile vurdurulmuştu. Kimilerine göre olayın arkasında mafya vardı, kimilerine göre kısa süre sonra bizzat başrolünü üstleneceği, Remzi Jöntürk'ün Adam Üçlemesi'nin yapımcısı Kalkavan Film'den yollanmış bir selamdı. Bu süreçte, medyadaki hasımları da boş durmuyordu; evinde, eşinin ve çocuklarının önünde erkeklerle seks partileri düzenlediğine dair yapılan gerçek dışı haberler, hayatının dümenini tutmakta zorlanan ünlü sanatçının işini iyice güçleştiriyordu. Sonunda alkol tedavisi için hastaneye dahi yattı.

Buraya kadar tipik bir Yeşilçam/Hollywood öyküsü karşımıza çıkıyor: Şöhreti ve parayı bulan genç aktör, yoldan çıkar... Bir bakıma da öyleydi; sonuçta, yokluk içinde büyüyen Fahrettin Cüreklibatır, bir anda Cüneyt Arkın'a, adını milyonlarca insanın bildiği bir süper yıldıza dönüşmüştü. Cüneyt Arkın'ı kör kuyulara sürükleyen şeyler de aslında Fahrettin'in travmatik yaşamından miras kalmıştı.

Açlık

Cüneyt Arkın'ın saçlarına aklar düştükten sonra yazdığı anı kitapları, Yeşilçam anekdotlarından ziyade, çocukluk anılarına odaklanıyordu. İstiklal Savaşı gazisi babası Yakup, kıtlık günlerinde ailesinin tek umudu olan koyunları, çoban köpekleri Oğul ve Yiğit, setlerde etle tırnak olacağı atına adını koyacak kadar çok sevdiği eşekleri Hasret, sağken yeterince vakit geçiremediği için pişmanlık duyduğu ablası Saadet, çiçek kokulu ilk aşkları, bir kuru ekmeğe muhtaç bırakan açlık, ardında derin bir utanç bırakan yoksulluk...

Yaşlı Cüneyt Arkın'ın aklında, yüreğinde hep o küçük Fahrettin'in ve ailesinin hayata tutunma savaşı yer alıyordu. Bozkırın zorluklarıyla yüklü bir çocukluk geçirmişti. Biraz büyüyüp kendi ayakları üstünde durmaya başladığında dahi, fakirlik iki yakasını bırakmamıştı. 21 yaşında tıp okumak için geldiği İstanbul'da, ilk iki yıl, beraber çalıştığı inşaat işçileriyle, Sirkeci'deki bir bekâr odasını mesken tutmuştu. Tüm zorluklara rağmen bir yandan okuyor, diğer yandan çalışıyordu ama bir gün toksa, diğer gün açtı. Stajyerliğini bitirdikten sonra evlere hastabakıcılığa gitmeye başladı. Gittiği ailelerden birinin, kendisine artık yemekleri ikram etmesini gururuna yediremediği için günlerce aç dolaşmış; ilk ödemeyi aldığında da koştura koştura en yakındaki fırına gidip bütün parasıyla ekmek almış ve hiç çiğnemeden, kusuncaya kadar midesini sıcak ekmekle doldurmuştu.

Halit Refiğ'in, Şafak Bekçileri'nin (1963) çekimleri için, kendisinin de yedek subay olarak görev yaptığı Eskişehir'e gelmesi, hayatının ilk dönüm noktası oldu. Refiğ, bu yakışıklı genci orada görüp beğenmiş ama filminde oynatamamıştı. Bir sonraki yıl İstanbul sokaklarında karşılaştıklarında, yakında çekeceği Gurbet Kuşları için bir rol teklif etti. Bu teklifi aldığında, genç Fahrettin'in iki gündür kursağından tek bir lokma geçmemişti. Refiğ'e, sadece bu rolden kaç para kazanacağını sordu.

İki gündür kursağından tek bir lokma geçmemişti. Refiğ'e, sadece kaç para kazanacağını sordu.

İki gündür kursağından tek bir lokma geçmemişti. Refiğ'e, sadece kaç para kazanacağını sordu.

Bu zorluklar, hayatının kalanında bir türlü kurtulamayacağı açlık korkusunu içine yerleştirmişti. Şöhrete ulaştığı, milyonlar kazandığı yıllarda dahi, tekrar çocukluk günlerindeki gibi aç kalacağından korkuyordu. En lüks otelde de kalsa, komodinin üstüne bir somun ekmek koyuyor, ancak o ekmeğe bakarak uykuya dalabiliyordu. Açlık korkusunun panzehiri, bir somun ekmekti. Yine, bakımsızlıktan ve yoksulluktan ne kadar yakışıklı olduğunu bile fark edemediği ilk gençlik yıllarında, birlikte olacağı bir kadının, yıkanmaktan artık renk atmış iç çamaşırlarından tiksinmesi, hayatının kalanında bir giydiği iç çamaşırını bir daha giymemesine yol açmıştı. Fahrettin'in hayatı bu tarz travmalarla doluydu, Cüneyt Arkın'ı yoldan çıkartan şey de burada yatıyordu.

Politik Sinema

Cüneyt Arkın'ın çalkantılı özyaşamıyla mücadelesi sürerken, bu defa, kariyerinin ilk döneminde itinayla kaçtığı ülke gerçekleri kapısını çaldı. 1970'ler, Türkiye'nin kurşun yıllarıydı ve politik sinema sürekli güçleniyordu. Lakin Cüneyt Arkın'ın geniş repertuarını süsleyen kılıç sandalet filmlerinden, ucuz avantürlerden, komedilerden sıra politik filmlere gelmiyordu. Ta ki Güneş Ne Zaman Doğacak'a (1977) kadar.

Güneş Ne Zaman Doğacak, Sovyetler Birliği'nin zulmünden kaçan bir Kafkas Türkü'nün Türkiye'ye sığınma öyküsünü anlatan, antikomünist ve Turancı bir propaganda filmiydi. Filmin yönetmeni Mehmet Çelik, henüz 21 yaşında, üniversite 4. sınıf öğrencisiydi. Bu ilk filminin finansmanını ise Almanya'daki ülkücü-milliyetçi gruplar sağlamış, birtakım gizemli eller filmi sansürden sorunsuzca geçirmiş ve gösterildiği sinema salonları, sağ-sol çatışmasının sinemasal üssüne dönüşmüştü.

Filmin gösterildiği Maraş'taki Çiçek Sineması'na atılan ses bombası ise Türkiye tarihinin en utanç verici olaylarından birini başlatacaktı. Kontrgerilla eliyle tertiplendiği artık şüphe götürmeyen ve suçu komünist gruplara atılan bu bombalı saldırı sonrasında, sinemadan çıkan güruh, Maraş'ın farklı bölgelerinden gelen milliyetçi gruplarla birleşerek şehirdeki Alevilere yönelik katliama girişti. Sinema kariyeri tek filmle sonlanan yönetmen Mehmet Çelik olaylar üzerine Almanya'ya kaçtı ve fitili ateşleyen filmin bütün günahı ülke sinemasının en büyük yıldızına kaldı. Cüneyt Arkın, daha önce de Türklüğün ve Müslümanlığın sembolü olan tiplemeleriyle Rum, Ermeni, Yahudi azınlıkların 'kalbini kırmış', eleştirilerini üzerine çekmişti ama ilk defa, geniş kitlelerin tepkisiyle karşılaştı. Böyle bir filmde neden rol aldığı sorusuna cevaben, ileride kendisinin yalanlayacağı, ülkücü cenahtan gelen ölüm tehditleri gösterildi.

Cüneyt Arkın ve Betül Cüreklibatır

Cüneyt Arkın ve Betül Cüreklibatır

Bir anda kendini çatışmaların ortasında bulan Cüneyt Arkın, bir sonraki yıl, biraz da üstüne yapışan bu etiketi söküp atmak için, Yavuz Özkan'ın sarı sendikalara odaklanan, Tarık Akanlı projesi Maden'e (1978) dahil oldu. İsminin ağırlığı, başta finansman olmak üzere engellerle karşılaşan projenin hayata geçmesini sağlayacaktı. Büyük salon sahiplerinden ve dağıtımcılardan bizzat aldığı bonolarla para sorununu çözdü. Tarık Akan ile beraber Bülent Ecevit'in evine giderek bir türlü çıkmayan çekim iznini -eşi Rahşan Hanım'dan- aldı. (Ertesi yıl, Vatandaş Rıza filminin sansür sorununu da dostu Tuğgeneral Eşref Bitlis aracılığıyla çözecekti.) Fırtınalı set sürecinde, finansman yükü de omuzlarında olduğu için, filmin tamamlanması adına büyük çaba gösterdi.

Daha sonra, Atatürk'ün 100. doğum yılı nedeniyle çekilen, Remzi Jöntürk'ün Öğretmen Kemal (1981) filminde, Kemalist ve devrimci öğretmen rolüyle şeriatçılara karşı mücadele etti. Cüneyt Arkın, az zamanda, manşetlerden inmeyen, skandallarıyla ünlü bir 'poster çocuğundan'; sağcıların, solcuların ve Kemalistlerin hem övgülerini hem yergilerini toplayan tartışmalı bir figüre dönüştü. Tüm bu tartışmalar, batan Yeşilçam güneşiyle beraber çabucak ufukta kayboldu. Gerek o dönem sosyal medyanın yokluğu gerek toplumun kendisinin ayıplarını örtmede gece gibi olmasının etkisiyle, tüm bu yaşananlar yavaşça unutuldu.

Yeşilçam'ın Özeti

Cüneyt Arkın, köylü Yakup'un biricik oğlu, Fahrettin'di. Anadolu'nun ta kendisiydi. Malkoçoğlu'ydu, Battal Gazi'ydi. Akrobatlığın, çevikliğin, gücün sembolüydü. Tek bir bakışıyla nice kadının kalbini çalan güzellik abidesiydi. Parayı bulunca yoldan çıkan, tipik bir züppeydi. Türkçüydü, yerli ve milliliğin öncülüydü. Doktor Fahrettin'di. Dünyayı Kurtaran Adam'dı. Sağcıydı, solcuydu, Kemalist'ti. Erilliğin kalesiydi. İçindeki travmalarla boğuşan bir çocuktu. Yılmaz Güney'in hakkı olan bir ödülü reddedecek kadar adildi. Geçmişiyle barışıktı, kendi düştüğü hatalara başkalarının çocukları düşmesin diye çabalayan bir babaydı. Yıkılmayan Adam'dı, Vatandaş Rıza'ydı. Kısaca, Yeşilçam'ın bütün yüzleriydi.

Körlerin filleri tarif etmesi gibi, herkes eline gelen ilk sıfat üzerinden onu tanımlamaya çalıştı ama o, bunların hepsi ve hiçbiriydi. Zaman içerisinde, bütün olumsuz sıfatları soldu ve geriye, bütün Yeşilçam anlatıları gibi, ayıplarından arındırılmış bir figür kaldı. Anadolu'yu, Anadolu insanını hep çok sevdi. Güzel yaşadı, onun filmleriyle aşka gelen Anadolu insanı da kendisini güzel yaşlandırdı. Ömrünün son döneminde birçok yıldıza nasip olmayan, tartışmasız bir konuma erişti. Vefat ettiğinde ardında gözü yaşlı milyonlar bıraktı.

Socrates Dergi