Ukde

21 dk

Yılmaz Yücetürk, fikirleriyle oyunu olumlu yönde değiştirmek istedi. Ama olmadı. Kimilerinin aklında kıymeti bilinmeyen bir eğitimci, kimilerinde ise Fenerbahçe tarihinin en büyük hayal kırıklıklarından biri olarak kaldı...

Branko Stankovic, Türkiye'ye Fenerbahçe antrenörü olarak ayak bastı, bir şampiyonluk yaşadı ve iki sezon sonra Beşiktaş'ın yolunu tuttu. Avrupa yakasındaki ikinci yılında da ligin zirvesinde yine onun takımı vardı. 1986 Yazı'nda bir kez daha karşıya geçti ama Fenerbahçe bu kez umduğunu bulamadı. Bol puan kayıplı, az galibiyetli bir sezon geçiriyorlardı. Talay Erker, Fenerbahçe'nin durumunu "Tavanda Keşhane, Tabanda Şahane" başlığı ile köşesine taşımıştı. A takımın sorunlarını sıralıyor, 14 maçta 74 gol atıp sadece 3 gol yiyen Fenerbahçe Genç Takımı'na methiyeler düzüyor; takımın, Köln Spor Akademisi'nde eğitim almış antrenörü Yılmaz Yücetürk'ü öne çıkarıyordu. Noktayı şöyle koyuyordu: "Ve Yücetürk bir Alman futbolcu nasıl yetişiyorsa düzeni kuruyordu. 10 ayda baca tütmeye başladı. Yukarıda simsiyah tütüyordu. Altta ise beyaz ve lekesiz…"

"Yılmaz Yücetürk tek sorumlu." 1 Mayıs 1987'de Gürcan Bilgiç'in Cumhuriyet'teki haberinin başlığı böyleydi. Bilgiç, yönetimin astronomik fiyatlar karşısında yabancı antrenörlerden vazgeçtiğini ve Şükrü Ersoy'dan yedi yıl sonra Fenerbahçe'nin yerli antrenöre teslim edileceğini belirtiyordu. Sarıyer mağlubiyeti sonrasında Stankovic ile yolları ayıran Fenerbahçe, ligin bitimine iki maç kala gelecek sezon için değişime gidiyordu. Yücetürk, 26 Mayıs'ta basketbol takımının flaş transferi Erman Kunter ile resmi imzayı attı…

Stankovic'in iyi günlerinden... Fenerbahçeli futbolcular 1982-83 sezonundaki şampiyonluğu antrenörlerini omuzlara alarak kutluyorlar.

Stankovic'in iyi günlerinden... Fenerbahçeli futbolcular 1982-83 sezonundaki şampiyonluğu antrenörlerini omuzlara alarak kutluyorlar.

Akademi

Fenerbahçe, PTT, Ankaragücü formalarını giyen ve genç milli takıma kadar yükselen Yücetürk, futbolculuk yıllarında 'Suarez' Yılmaz olarak nam salmıştı. Futbolu bıraktıktan sonra aile işlerinin başına geçti. 1974'te Dünya Kupası'nı takip etmek için Federal Almanya'ya gittiğinde, Alman futbolu ve ülkenin futbol kültüründen çok etkilendi. Önce Almancasını geliştirdi sonra da 35 yaşında Köln Spor Akademisi'ne adım attı. Futbola bakışı, modern futbol tanımı ve ülke futbolundaki eksikler, burada aldığı eğitimle kafasında şekillenmeye başlamıştı. Köln'ün antrenmanlarını takip etti, raporlar tuttu, gözlemler yaptı. Akademi eğitimine devam etmek istiyordu ki bir çağrı aldı. Haydarpaşa Lisesi'nden arkadaşı, 1979-1982 yılları arasında Beşiktaş'ta altyapı sorumlusu olarak görev yapan Mustafa Kemal Ulusu, Türkiye Futbol Federasyonu'nun başına geçmişti. Ona göre ülke futbolunun kökten bir değişime ihtiyacı vardı ve Yücetürk, bu yolda birlikte yürünebilecek en doğru isimdi.

● Genç takım antrenörleri ve idareci, menajer kursları açacağız.

● Seminerler düzenleyip masörleri Federal Almanya'ya göndereceğiz.

● Transfer sistemini yeniden düzenleyeceğiz.

● Futbolcuların sosyal güvenliklerini sağlayacağız.

Yeni federasyonun projesi dahilinde kurulan APED'in (Araştırma, Planlama, Eğitim ve Denetim Ünitesi) başkanı Yılmaz Yücetürk, 15 Mart 1985'teki basın açıklamasında amaçlarını bu dört madde ile özetlemişti. Mustafa Kemal Ulusu, Yücetürk ile gece gündüz fikirler ürettiklerini anlatıyor ve birkaç madde daha ekliyor: Üç puanlı sistem, 140 takımlı 3. Lig projesi, beynelmilel hakem kursları, milli takımda genel kaptanlık yerine menajerlik modelini yerleştirmek, TFF'yi içinde Almanya'nın da bulunduğu İstanbul merkezli 10 bölgeye ayırmak…

Bu fikirlerden biri de kadın futbolu üzerineydi. Bir ligin kurulmasını ve antrenörlük kurslarında kadınlar için de kontenjan açılması gerektiğini savunuyorlardı. O adımın ilk antrenör adayı Lale Orta olacaktı. 18 Temmuz'da ise bir başka proje ile gazetelerin spor sayfalarındaydı Yücetürk. "Beşiktaş gibi Türkiye'nin büyük bir kulübü, toz toprak içinde çalışıyor" diyordu, "Bu iş bugüne kadar böyle gelmiş ama bundan sonra böyle gitmez. 1 Mart 1986'dan itibaren resmi işlemlere başlayacağız ve 5 ay sonra çim sahasını yapmamış olan takımları ligden ihraç edeceğiz." Ama birimin ömrü o kadar uzun olmadı. 4 Ocak 1986'da Milliyet okurları "APED Dağıldı" başlığını gördü. Spotta şu yazıyordu: "Futbolumuza yeni bir çehre kazandırmak için kurulmuştu…"

3-5-2

Yücetürk'ün adımlarını takip edenlerden biri de Çengelköy'den tanışık oldukları, Fenerbahçe camiasının önde gelen isimlerinden Hasan Özaydın'dı. APED'in kapanışından birkaç ay sonra Yücetürk'ün Fenerbahçe Genç Takımı'nın başına geçmesinde de aslan payı ona aitti. Yücetürk, hayatının en keskin virajındaki son düzlüğe adımını o yıl attı…

"Haziran ayının ilk haftasında Anadolu Hisarı Tesisleri'nde bizi toplamıştı." O takımın futbolcularından Murat Mert, ilk karşılaşmayı böyle hatırlıyordu. "Üst üste toplantılar yaptı. '3-5-2 ile oynayacaksınız, sizi bu sisteme hazırlayacağım' demişti. Üç-üç buçuk ay her gün sabah sekiz, akşam beş kamp yapmıştık." Defterlere tek tek yazdığı notlarla her oyuncusunun 3-5-2'deki rolünü anlatan Yılmaz Hoca, motivasyon için de o yaz Meksika'da finale yürüyen ve 3-5-2 ile sahaya dizilen Federal Almanya Milli Takımı futbolcularını seçmişti. "Bana, 'Senin stilin Lothar Matthaeus'a benziyor' demişti, 'Tek eksiğin sol ayağın…' Her gün idmandan sonra Anadolu Hisarı'nda boş bir yere gidiyorduk, bana bir top veriyorlardı ve bir saat sol ayağımla vuruyordum, vuruyordum… Sol bekimiz Gürhan vardı, ona da 'Sen Briegel'e benziyorsun' derdi." Sistem ve ters ayak çalışmalarını, kayarak top alma idmanları izliyordu. Sadece saha içinde de kalmamış öğretiler:

"Hepimize yemek adabı öğretirdi. Hayatın o tarafı ile ilgili öğütler verirdi. 'Hayatta sadece futbol yok' derdi. Çok beyefendi, klas bir adamdı. Babam Beşiktaşlıdır. Yılmaz Hoca'ya Beşiktaş'tan teklif geldiğini biliyorum. 'Benim için onurdur ama onca Beşiktaşlı varken, benim Fenerbahçe orijinli biri olarak oraya gelmem doğru olmaz' diyecek kadar da ince bir insandı." Saha içi ve saha dışı öğretilerin orta noktada buluştuğu anlar da vardı. Murat Mert, bir Galatasaray maçında rakibine sert bir müdahale yapmış ve maç sonunda Yılmaz Hoca'dan "Bir daha bunu yaparsan seni oynatmam!" uyarısı almıştı. "Futbol oynarken kendini kaybetmeyeceksin. Kendini topa vereceksin, topun dışında hiçbir hareket sana bir şey kazandırmaz!"

Takımın kaptanı Murat Karlıdağ ise "O güne kadar altyapılarda öyle idman görmemiştik. 3-5-2 ile gol rekoru kırmıştık" diyor. Alt yaş milli takımlarında Serpil Hamdi Tüzün gibi simge bir isimle çalışmış ama Yılmaz Yücetürk'ün daha farklı, daha modern olduğunu gözlemlemiş. Özel idmanlarda onun aklında kalansa frikik organizasyonları. Oyuncuları ile ilişkisi de hafızasında tazeliğini koruyor. Kamplarda yapılan yürüyüşlerde herkesle tek tek sohbet eden Yücetürk'ün "Maç izleyin, birçok eksiğinizi maç izleyip giderirsiniz!" öğüdü de. "Bir de 'Ben yok biz varız' ve 'İş zamanı iş, eğlence zamanı eğlence' sözleri vardı" diye devam ediyor.

Eğlence, laf olsun diye ağızdan çıkan bir kelime değilmiş üstelik. Tiyatro oyunları ya da sinema seansları, takımca gidilen aktivitelermiş. "Maçlardan sonra bir bira içmemize izin verirdi. Seneler sonra Almanya'da futbolcuların rahatlamak için bira içtiğini öğrendik. Futbolcunun pedikür yaptırması gerektiğini de ondan öğrenmiştik." Murat Mert ve Murat Karlıdağ, çocukluklarından beri Fenerbahçe formasını giymişlerdi. O takıma, Yılmaz Hoca'nın getirdiği genç bir yetenek de vardı…

Ereğli Erdemirspor'da futbola başlayan ve basamakları tırmanıp genç milli takım seviyesine yükselen Ertuğrul Sağlam, 16 Yaş Altı Milli Takımı'nın Edirne'de Romanya'yı 2-1 yendiği maçta iyi futbolunu bir golle süslemişti. Daha sonra üniversite sınavına girdi ve Yıldız Teknik Üniversitesi Metalurji Bölümü'nü kazandı. Gelecek planları, futbol kariyeri, İstanbul… Genç bir sporcu adayı için azımsanmayacak engeller kafasını kurcalarken, Yılmaz Yücetürk'ten telefon geldi. O gün Edirne'de maçı izleyenlerin arasında o da vardı…

"Nasıl öğrendi, nasıl araştırdı bilmiyorum. 'Ertuğrul, evladım biliyorum İstanbul'a geleceksin. Ben Fenerbahçe'de altyapının başındayım. Bize gelir misin?' dedi. Tabii bu teklifi kabul etmemem mümkün değildi."

Ertuğrul Sağlam, hikâyesini anlatmaya başlıyor. Anadolu Hisarı'ndaki çalışmalar onun için de dün gibi: "Gelirdik, bize kalacak yerler ayarlamıştı. Kahvaltımızı yapardık, teorik dersler başlardı. Sonra idman, öğle yemeği, istirahat ve akşam idmanı… Hatırlıyorum İngilizce dersleri de alıyorduk." Özel çalışmalardan laf açılıyor. Reaksiyon idmanlarını anlatıyor. Gözleri kapalı, sırtı kaleye dönük forvet oyuncuları, sağına ve soluna atılan toplarla buluştukları anda gözlerini açıyor ve dönerek anlık gol vuruşları yapıyorlarmış. "Tekrarla alakalı ciddi bir ısrarı vardı. Antrenmandan sonra kendisi kalırdı, yarım saat, 45 dakika, bir saat kenar orta, gol vuruşu, kafa, ayak içi çalışırdık."

Sağlam, Erdemirspor'daki antrenörü Muzaffer Günçe'den aldığı eğitimin de hakkını veriyor ama kariyerinin ilerleyen yıllarında onu zirveye taşıyacak şut kalitesi, hava hâkimiyeti gibi özelliklerin Yücetürk ile mükemmele ulaştığını belirtiyor. Sohbetin bu noktasında günümüze dönüyoruz: "Yıllardır antrenörlük yapıyorum 13 ile 17 yaş arası dönemin önemi ortaya çıkıyor. Pozisyon almayı, ayak içi, ayak üstü vuruşu, top kontrolünü 22 yaşındaki oyunculara öğretmeye çalıştık. Bu aldığımız altyapı eğitimi, birçok şeyi erkenden öğrenmemize neden oldu ve futbol hayatımızdaki kalitenin temeli niteliğindeydi."

Sık sık "Bunu 198o'lerde yapıyordu" diye tekrarlıyor Sağlam, Yücetürk'ün ciddi anlamda bir altyapı fitilini ateşlediğini söylüyor ve Yücetürk'ün projesinin bugün bile aynı şekilde uygulanması gerektiğini savunuyor. Ama burukluğu da var: "Yapmış olduğu bu hamle neredeyse başlamadan sona erdi. Keşke A takım antrenörü olmayıp altyapıda kalarak bu organizasyonun devamı getirebilseydi."

Ama Yücetürk, belki de hayatındaki en büyük amacı gerçekleştirmek için kararını vermişti…

Kaos

27 Mayıs 1987 tarihli Milliyet spor sayfalarında Fenerbahçe A Takımı'nın yeni antrenörü Yılmaz Yücetürk'ün çimler üzerinde oturup yaptığı basın toplantısının görselleri vardı. "İşime kimse karışamaz!" cümlesi dikkat çekiyordu. Deparların tabanca gibi olmasını istiyor; disiplin anlayışının ceza değil, ikna ve sorumluluk vermek olduğunu anlatıyordu. Sezonu haziranda açan ilk takım olacaklarını da… Çimlerin üzerindeki basın mensuplarından biri de Milliyet muhabiri Yalçın Türk'tü. "O gün bize tüm fikirlerini anlatmıştı" diyor Yalçın Bey, "Bence Türkiye'de 3-5-2'yi ilk uygulayan odur. Beklerin devamlı çıktığı tempolu bir oyun istiyordu. İnsanların biraz dalgaya aldığı bir lafı vardı: 'Döne döne oynayacağız, kimse bizi durduramayacak!'" Aynı dönemde Nejat Kasapoğlu ile yaptığı bir söyleşi de dillere pelesenk olacak bir başlıkla sayfalara taşınacaktı: "Fenerbahçe Komando Timi Gibi Takım Olacak!"

Hıncal Uluç ise 14 Haziran 1987'de Nokta'daki yazısında APED gibi harika bir projenin beyni olmasına rağmen yanındakileri iyi seçemeyen Yücetürk'ü yine aynı hatayı yaptığı için eleştiriyordu. Yazı şöyle bitiyordu: "Gazeteler 'Fenerbahçe'nin yeni patronu Yılmaz Yücetürk' diye yazıyor... Patronu olsa iş tamamdı. Öyle bir Fenerbahçe kulübü kurardı ki hepimiz Fenerli olmadığımız için üzülürdük... Ama o değil... Profesyonel takımın teknik direktörü... Yani üç maçta yenecek adam... Sporda başarının en büyük şartı zamanlamadır… Tayming... Yılmaz bunu iyi bilir. Zamanlamayı çok kötü yaptı Yılmaz. Fenerbahçe'de ömrü, üç ayı geçmeyecektir!"

Fenerbahçe, Yılmaz Hoca ile ligin son iki maçında birer mağlubiyet ve galibiyet yaşayıp ligi beşinci bitirmişti. O yaz takıma katılan Rıdvan Dilmen ile gündemden düşmeyen takım olmaya devam ettiler. Yücetürk de o gündemin parçasıydı elbette. Uluç, 2 Ağustos'ta üç engel sayıyordu: Fenerbahçe camiası, Babıâli ve yerli alaylılar. Bu sefer noktayı farklı koymuştu: "Yolun açık olsun Yılmaz Hoca, ne olur başar!" O birkaç ayda Fenerbahçe ve yeni antrenörünün övüldüğü manşetler alışılır olmaya başlamıştı. Ayın 15'inde ligin ilk maçında Karşıyaka karşısındaki galibiyetle rüzgâr arkadan esmeye devam etti. Fakat ağustos bitmeden huzur kaçmaya başladı. Adana Demirspor mağlubiyetini, Bolu'daki beraberlik takip etti. Bolu dönüşü takım otobüsüne yapılan saldırı ise rüzgârın yönünü çevirmek için yeter de artardı bile. Hele de Fenerbahçe'de… Oyuncular tartaklandı, günlerce bu mesele üzerine haberler yapıldı. Ateşin sönmeye de niyeti yoktu. 20 Eylül'de Fenerbahçe Stadı'nda Eskişehirspor'u konuk eden Fenerbahçe, 27 yıl sonra evindeki en farklı yenilgi ile sahadan ayrılmıştı: 4-0.

Fenerbahçe 1987-88

Fenerbahçe 1987-88

"Hiç unutmuyorum, o maçtan sonra 'Yalçın, Fenerbahçe hayallerim buraya kadarmış. Çok şey yapabilirdim ama olmadı' demişti." Yalçın Türk'ün anısı her şeyi anlatıyor aslında. Yücetürk, bir gün sonra istifasını verirken "Kader istemedi" diyordu.

Aras Yetiş ile hazırladığımız, Socrates'in 58'inci sayısında yayımlanan ve 103 gollü şampiyonluğun anlatıldığı sözlü tarih çalışmasında Nezihi Tosuncuk, Yücetürk ile ilgili şunları söylemişti:

"Çok iyi bir insandı ama bizim o dönemde Yılmaz Yücetürk'ü anlamamız zordu. Duygusal millet olduğumuz için sahaya da öyle yönlendirildik. O güne kadar strateji falan yoktu. Oyun nasıl daralır, hücuma nasıl çıkılır? Bunları bize çocukken öğretmediler. Teknik bilgi yoktu. Biz Yılmaz Yücetürk'ü yadırgadık. Alman disiplinini yadırgadık. Duygusal bir kopukluk vardı aramızda."

Şenol Çorlu ise "Türk futbolcusuyla kurduğu diyaloglarda biraz problem yaşadı" diyordu, "Özellikle üst düzey takımlarda top oynayan 20'li yaşlardaki gençlerin egoları yüksek olur. O zaman bile öyleydi. Sizin bir antrenör olarak bunu anlayıp diyaloğu yönlendirmeniz gerekir. Yılmaz Hocam burada ilk zamanlar o diyaloğu kuramadı. Yeni bir atılım yeni bir hoca derken de dışarıda kaldı."

Yalçın Türk de sezon öncesi kampta "Zamparalıksa zamparalık, ben sizden daha yakışıklıyım" minvalindeki çıkışına şaşırdığını hatırlıyor. Öte yandan iş antrenörlük bilgisi ve akademik kariyerine geldiğinde istisnasız herkes şapka çıkarıyordu. Şenol Çorlu kulaklarından alınan kanla yapılan tahlilleri ilk kez onunla gördüğünü belirtiyordu. Gürcan Bilgiç ise kahvemizi yudumlarken sistemler, koşu mesafesi, bilimsel veriler, kas yapıları üzerine birçok şeyi ilk Yılmaz Hoca'dan öğrendiklerini anlatıyordu; "Ama bunları futbolcuya anlattı ve futbolcular boş baktı."

Hıncal Uluç, 4 Ekim 1987'de verdiği üç aylık mühletin, bir hafta gecikmeyle onu haklı çıkardığını yazıyor ve özellikle yöneticileri topa tutuyordu. Görüşlerine başvurduğum o dönemin Fenerbahçe kalecisi Can Barhan da yıllar sonra Uluç gibi camianın içindeki çatışmaya dikkat çekiyordu: "Gelmesini Semih Bayülken tasvip etmemişti. Ona yürekten bağlı oyuncular da Yılmaz Yücetürk'ün gönderilmesinde bence etken oldular. Eskişehir maçını izleyenler bazı şeyleri anlar zaten. İç politika çekişmesinin sıkıntılarıydı."

O yaz zaman zaman A takım kadrosuna giren Murat Mert ise sezon öncesi dostluk maçı için Çorum'a giderken oteldeki akşam yemeğinden bir sahneyi unutmamıştı: "Makarna yiyoruz, abilerimizden biri geldi, 'Oğlum, bir dakika ya, öyle makarna mı yenir!' dedi. Çocuğum, kızardım tabii. Devam etti: 'Yılmaz Hocanız size makarna yemeyi öğretmedi mi!' O an 'Yandı hocam, işi bitti!' dedim içimden." Ülke futbolunda çok da bir şeyin değişmediği görüşünde: "Dünyanın en büyük antrenörünü getirin; Türkiye'de futbolcu isterse o hocayı rezil de eder, vezir de! Ama Yılmaz Hocamı çok çabuk harcadılar."

Yücetürk, sonra Kuşadasıspor'un yolunu tuttu. Onu ziyaret eden Metin Oktay ve Abdülkadir Yücelman'la yaptığı söyleşilerde kırgınlığı anlaşılıyordu. Metin Oktay, aklının hâlâ Fenerbahçe'de olduğunu not düşmüştü. Yücelman ise gayet agresif bir üslupla "Sana yapılanları anlat hoca!" diyordu. Karşılığı, bolca "Yorum yok" cevabıydı. Yücetürk, 1991'de Zeytinburnu ile 1. Lig'e dönse de yine oyuncuları ile yaşadığı sorunlar neticesinde kısa süre sonra görevine son verilecekti. "Bu kitapta önsöz yoktur. Son söz de okuyucuya aittir." Yılmaz Yücetürk, 1993'te yayımladığı Antrenman Kavramı, Prensipleri, Planı adlı kitap bu cümle ile açılıyordu. Akademik çalışmalarını sayfalara dökmüş, kâh FC Köln'deki gözlemlerini kâh Cooper Testi gibi dönemin olmazsa olmaz idman uygulamalarının işlevsizliğini anlatmıştı. Fritz Walter'in 100 korner attığı idmanlar ile tekrarın önemini vurguluyor, Rıdvan Dilmen'in sadece yeteneği ile değil temel aerob nitelikleri* ve atletizmiyle de dünya standartlarında bir fenomen olduğunu belirtiyordu. Ama onun ayağına bakmadan takım olabilmenin önemini de İslam Çupi'nin "Kalabalıklar bazen öldürür anlaşılan" alıntısıyla kâğıda dökmüştü. Dinamik Denge ve Adaptasyon bölümünde ise şu tanım vardı: "Sporda 'uyum' (adaptasyon) yapılan antrenmana bağlı olarak organizma ve organ sistemlerinde yapısal ve fonksiyonel reaksiyonlar olarak tanımlanır."

Kitabın sonuna geldiğimde aklımda hâlâ bu cümle var. Şahsi son sözümü yazıyorum: Türk futbolu Yücetürk'e ya da o, Türk futboluna adapte olamamıştı.

Yalnız Adam

"Eritre'nin umudu Yücetürk." 23 Ağustos 2000'de Milliyet'in ilk sayfasında bu haber vardı. UEFA'nın projesi kapsamında Eritre ve Moritanya'ya futbol desteği veren TFF, Eritre görevine onu atamıştı. Yaklaşık bir buçuk ay sonra Ercan Güven gazetesi için Eritre yollarına düştü ve Yücetürk ile geniş bir söyleşiye imza attı. Elbette yeni görevi konuşulmuştu ama konu çoğunlukla yine Fenerbahçe'ydi. Doktorasını bitirmeden Fenerbahçe'nin teklifini kabul etmesini hayatının hatası olarak yorumluyor, "45 yaşından sonra sigara tiryakisi oldum" sözleriyle üzerindeki baskının ağırlığını tasvir ediyordu. Ercan Güven'le 22 yıl sonra o günü konuşmak için mail'leşiyoruz.

"Yılmaz Hoca bizi havaalanında karşıladığında gözleri parlıyordu. Türkiye'de unutulmadığını hatırlatmıştık muhtemelen ona." Röportaja yansıdığı gibi Fenerbahçe konuşulmuş daha çok. Oradaki yalnızlığı ise Güven'in dikkatini çekmiş: "Milli takım hocasıydı ama eski model arabasını kendisi kullanıyordu, yanında maiyet falan yoktu. Bir kere antrenmana gittiğimizde biriyle el sıkıştık, federasyon başkanıymış. O da yalnızdı." Güven, orada tanıştığı Yücetürk'ün çok kibar ve mütevazı bir adam olduğunu, onları imkânlar dahilinde iyi ağırlamaya çalıştığını söylüyor ama ortamdan dolayı sıkkın göründüğünü tekrarlıyor: "Bir devlet memurunun 30 dolar maaş aldığı ülkenin zenginleri arasında olsa da aklı fikri Türkiye'deydi. Kendini sürgünde gibi hissettiğinden eminim. Zaten Eritre'de futbol biraz fanteziydi."

"Futbol Medyası." Eritre'deki mesaisi bittikten sonra Türkiye'ye dönen Yücetürk, 23 Temmuz 2003 yılında Cumhuriyet'teki ilk yazısına bu başlığı atmıştı. Ülkedeki futbol kültürü, basındaki üslup ve "Halk bunu istiyor!" bahanesi hedefindeydi. Sık tekrarladığı konuların başında ise öğrenmek yerine izlediği maçların yorumunu bekleyen okuyuculara sitem vardı.

Haftada iki kez yayımlanan yazılarında Eritre'deki anılarını da anlattı, mekanikleşen futbolda yeteneğe, Brezilya stiline özlem duyduğunun da altını çizdi. "Evet, bir takım generallerden oluşmaz ama çoğunluğu asker olanlardan da oluşmaz. Nerede futbolun generalleri? Üstün yetenekli, zeki, yaratıcı kurmaylar…" diye soruyordu bir yazısında. Sadece futbol da anlatmamıştı. Beden Eğitimi Yüksekokulu Sınavı'nda uğradığı haksızlık sonrasında Nevşehirli Fatma Özpamuk'a sahip çıkıyor, dönemin popüler sporcusu Süreyya Ayhan'a ve Türkiye'de kadının yerine değindikten sonra tüm kadınlara sesleniyordu: "Bu toprakların erkekleri olarak sizlere çok çektirdik, hâlâ da çektiriyoruz… Hayatlarınızı çaldık… Utanıyorum…"

Köşesine bir süre ara veren Yücetürk'ün son yazısı 21 Mayıs 2005'te yayımlandı. Arkadaşı Togay Bayatlı, bir ortamda onu tanıtırken "Dürüsttür ama delidir" demişti. Profesör Horst Geyer'in Über die Dummheit (Salaklık Üzerine) kitabından alıntı yapıyordu Yücetürk: "Çocuklar ve kaçıklar hakikati söylerler." Sonra da dostuna teşekkür ediyordu: "'Biraz delidir' Gururlandım… Sağ ol Togay." Yücetürk okurları, bu anıya aşinaydı aslında. Nitekim, bir süre önce bir kez daha köşesine taşınmıştı. Zaten bu seferki de gazetesinin onu uğurladığı bir veda niteliği taşıyordu. Yılmaz Yücetürk, bir gün önce hayata veda etmişti. Verilen aranın sebebini bilmeyenler, cevabı bulmuştu…

Fenerbahçe, Yücetürk'ten sonra o sezon felaketleri engelleyemedi. 5-1'lik Sakarya yenilgisi, kadro dışı kalan futbolcular, sorunun Yücetürk olmadığını kanıtlıyordu aslında. Sonraki sezon 103 gollü destansı bir şampiyonluk yaşayıp, dertli günleri unutsalar da 90'lar onlar için hiç iyi geçmedi. Dahası Galatasaray ve Beşiktaş, Alman ekolünden gelen isimlerle döneme damga vuracaktı. Üstelik Beşiktaş'ta büyük sansasyon yaratan Daum-Koch ikilisi, Yücetürk gibi Köln çıkışlıydı. Fenerbahçe, 90'larda fark yaratan Alman ekolü fırsatını belki de 10 yıl önce tepmişti. Üstelik 1996'daki şampiyonluğa kadar en umut verici futbolu da Holger Osieck döneminde sahaya koyacaklardı. Tesadüftür ki o da Köln Spor Akademisi çıkışlıydı. Yılmaz Yücetürk o dönem Hasan Özaydın başkanlığındaki takımın genel menajeri olarak Fenerbahçe çatısı altındaydı. Ama görev yine kısa sürdü.

Mustafa Kemal Ulusu yine de dostu Yücetürk'ün iyi bir antrenörden çok iyi bir eğitimci olduğu konusunda ısrarcı. Antrenörlük tercihine hep karşı çıktığını söylüyor ve ekliyor: "Türk futbolunun bozuk düzeni içinde teknik direktör olarak çalışabilmesi imkânsızdı!" Öğrencilerinden Ertuğrul Sağlam da organizasyon tarafından bakıyor. Ülke futbolunun bir fırsat kaçırdığı görüşünde:

"Modern futbolun ve modern futbol organizasyonunun Türkiye'yle tanışmasıdır Yılmaz Hoca. Türk futbolu Yılmaz Yücetürk'ten çok az faydalandı. O, Türk futbolu için kayıp bir isimdir." Murat Mert ise aile dostu oldukları Yücetürk'ün, babası Adem Mert'e söyledikleriyle noktayı koyuyor: "Fenerbahçe'de yapmak istediklerimin hiçbirini yapamadım, müsaade etmediler. Eğer yapabilseydim, çok özel bir takım olacaktık. Hep içimde ukdedir."

*****Laktik asit degerinin belirlediği bir parametre. Belirlenen sınırın altında veya üstünde olmasına göre kasların aerop (oksijen) ya da anaerop (oksijensiz) egzersiz dayanıklılığını gösterir.

Socrates Dergi