
Yin ve Yang
6 dk
Boateng kardeşlerin hikâyeleri, aynı filmin farklı sonla biten versiyonları gibi.
Yin ve Yang... Çin felsefesine göre bu ikili, iç içe geçmiş karşıt kutupları simgeler. Bahsettiğimiz kutuplar birbirlerine karşıt ama birbirlerini tamamlayıcıdır. Yani biri, diğeri olmadan varolamaz. Öte yandan bir ikilik söz konusudur; Yin azalıyorsa Yang artıyordur. Bu dengenin futboldaki yansıması ise ancak Boateng kardeşler olabilir.
Baba Prince Boateng, 1981 yılında Almanya’ya göç etmiş bir Ganalı. Berlin’in yaşam şartları pek de kolay olmayan bölgesi Wedding’de bir Alman ile evlenip üç yıl arayla iki erkek çocuk sahibi oluyor: George ve Kevin. Kısa süre sonra Prince, başka bir kadın için aileyi terk ediyor. Beş yıl sonra ayrılacağı yeni eşinden, Jerome adında bir çocuğu daha oluyor. Yıllar geçiyor, herkes kendi yolundan yürüyor. Boateng kardeşlerin en büyüğü, bugün bile mahallesinde hâlâ efsanesi süren bir sokak futbolcusu; ortanca kardeş, iyi ya da kötü manşetlerden hiç düşmeyen bir top cambazı; en küçükleri ise Dünya Kupası ve Şampiyonlar Ligi kupalarını kaldırmış elit seviyede bir futbolcu. Kırık dökük ve hatta hüzünlü bir geçmişe rağmen, şaşırtıcı derecedeki güçlü bağlarını futbola borçlular ama sahaya çıkıp kendilerini göstermekten anladıkları şey tamamen farklı; hem de en az siyah ve beyaz kadar.
Boateng kardeşlerin hikâyesini anlatmaya başlamadan önce futbolun özünü oluşturan kazanan-kaybeden gerçeğinden bahsetmek gerek. Bu ilişkide, işlerin arap saçına dönmemesi adına kabul edilmiş bir ‘denge’ mevcut; her Yin’in içinde bir Yang, her Yang’ın içinde bir Yin, yani dengeyi sağlayan bir rol var. Anlatacağımız hikâyede bu zorlu rolü, adına pek de aşina olmadığımız büyük kardeş George Boateng üstleniyor.
George; Kevin-Prince’in öz, Jerome’un ise üvey abisi. Çocukluktan beri kurdukları bağ ise öz ve üvey ayrımından çok uzak. Jerome’la babası Prince, Berlin’in refah içindeki bölgesi Wilmersdorf’ta yaşarken, George ve Kevin pas kokan Wedding’de çoktan kafes futboluna başlamıştı. İşler George’un önderliğinde yürüyordu. O günlerde -şu an hepimize imkânsızmış gibi gözükse desokak futbolundan yetişen kardeşlerin en yeteneklisinin kim olduğunu sorduğunuzda, cevap kayıtsız şartsız George oluyordu. Kafes futbolunun acımasız ve basit bir matematiği vardır; korner, aut, taç yoktur -ki faulün bile sertlik eşiği herkes için aynı değildir. Kuralların kuralsızlıkla tanımlandığı bu asfalt zemin oyunu, o gün için tam da George’u anlatıyordu. Ancak bugün hayvan hakları yönünde ve ırkçılık karşıtı çalışmalar yapan George’un lise yıllarına dayanan öfke kontrolündeki başarısızlığı, futbol hayatının sonunu getirdi. Mükemmel ayaklar, içki, sigara ve şiddet sarmalında yitip gitti. Wedding adeta bir bataklık gibiydi; genç adam çırpındıkça içine gömülüyordu.
George’un adam yaralamaktan kendini hapiste bulması, işlerin kontrolden çıktığı noktaydı. Yükselmek için dibe batması gerekiyordu. İki küçük kardeşin idolü, kısa sürede kendini toparladı ama futbolun rekabetçi ruhu acımasızdı; profesyonel bir kariyer için iş işten geçmişti. Öte yandan George’un kendini keşfettiği günler hapiste başladı. George o günleri “Hapiste sadece iki seçeneğin var; ya olduğundan daha kötü olursun ya da bu işleri tamamen bırakırsın. Hücremde kahrolası bir ayna vardı ve her gün kendime baktım. Her gün biraz daha sarardığımı gördüm, hapishanenin sapsarı çirkin duvarlarına dönüşüyordum. Her gün biraz daha sarı... Kendimle yüzleştiğimde ilk gördüğüm şey çirkinlikti. Kendimi o güne dek ne kadar ihmal ettiğimi fark ettim” sözleriyle anlatıyor ve ekliyor “Evet, ben hapisteydim ama (o günler) kardeşlerim için kariyer yapma vaktiydi.”
George’un asfalt zeminden çime geçiş hikâyesi başlamadan biterken, Kevin ve Jerome için Hertha Berlin macerası başlamıştı. İkisi başka bir yoldan gitmeye karar vermişti ama aynı yolda farklı şekilde ilerliyorlardı. Gerçek ‘altyapı’ tecrübesi aslında George’un gölgesinde çoktan başlamıştı. “Birçok kez belaya karıştım. Kavgalar, şartlı tahliye ve tüm öfke problemim. Özellikle Kevin için iyi bir örnek olamadım” diyordu George ve bu sözleri, profesyonel hayata aynı noktada başlayan Kevin ve Jerome’un neden ve neyin etkisiyle bugün başka dünyalarda olduklarını özetler gibiydi.
George’a göre Kevin tutku, Jerome ise mükemmeliyetçilik demek. Kariyerlerine bakınca da bunu görmek mümkün. Kevin son beş yılda dört farklı takım değiştirdi(ve beşinci takımı için yoğun bir dedikodu trafiği yaşandı), Jerome ise 2011’de geldiği Bayern Münih’te bir istikrar abidesi olarak devam ediyor. Kevin’in tek hedefi, kariyerinin ilk yıllarından bu yana ‘en iyi’ olabilmek; Jerome ise kendini biraz daha olsun geliştirebilmek için her gün elinden geleni yapıyor.
İki kardeşin oyun performansları ve görünürlükleri çoğu zaman ters orantılı. Almanya’nın 21 yaş altı takımını takip eden herkesin ortak görüşü, 2010 Dünya Kupası’nın yıldızlarından birinin Kevin olacağıydı. Henüz 19 yaşında A Milli Takım’a davet edilmişti. Ancak hak ettiği halde dünyanın en prestijli 21 yaş altı turnuvası Toulon’da mücadele edecek kadroya alınmaması, belki de onu milli takımlara küstüren ilk sebep oldu. Horst Hrubesch, göreve gelir gelmez Dieter Eilts’ın hatasını telafi etmek istercesine Kevin’ı 2009 yılının Özilli, Neuer’li ve hatta kardeşi Jerome’lu ekibine dahil etmek istedi ama -kaderin cilvesi- Kevin sakatlandı. Aslında Hrubesch, ‘altyapının cevheri’ olarak tanımladığı Kevin’ı nasıl parlatacağını iyi biliyordu. Fakat bu yıldız, gökyüzündeki diğerlerinden, hatta Avrupa Şampiyonu olan ekipten farklılaşmaya kararlıydı. Kimileri buna istikrarsızlık, şımarıklık ya da vizyonsuzluk diyebilir ama milli takım tercihini Gana’dan yana kullanan Kevin, gözleri üzerine çevirmekte kararlıydı. Jerome içinse Almanya Milli Takımı için ter dökmek tartışılmaz bir gerçek, sessizce alınmış ve aksi düşünülemez bir gelişmeydi. Kevin’ın kararını “Onu mutlu eden neyse onu yapmalı” diyerek politik bir ağızla yanıtlasa da asıl soru bu noktada doğuyordu: “Küçük ve sana ihtiyaç duyan bir takımın yıldızı olarak parlamak mı, yoksa en iyilere sırtını dayayıp yola güçlünün yanında devam etmek mi?”
2010 Afrika Dünya Kupası’nda Almanya ve Gana aynı gruba düşünce, iki kardeş ilk kez uluslararası düzeyde karşı karşıya geldi. Alman savunmasında artık varlığını yavaş yavaş hissettiren Jerome’a inat, Kevin doğup büyüdüğü topraklarda bir nefret objesi haline gelmişti. 2010 Federasyon Kupası Finali'nde takımı Portsmouth’un Chelsea ile karşılaştığı maçta Alman Milli Takımı’nın dinamosu Michael Ballack’a yaptığı korkunç faul ise bunun en önemli sebebiydi. Dünya Kupası’ndaki mücadele gelip çattığında, Kevin nefret dolu ıslıklar ve homurdanmalardan nasibini alırken en ağır tepkiyi Jerome’dan gördü. O dönem Manchester City’de top koşturan savunmacı, Ballack olayını sindirememiş, basının ve özellikle Alman teknik kadrosunun etkisiyle kardeşiyle arasına mesafe koymuş ve maç öncesi kuru bir tokalaşmayla selamlaşıp Kevin’a tek kelime dahi söylememeyi tercih etmişti. Yine de şova -iyi ya da kötü- adını yazdırmayı başaran onlar oldu; zira Kevin ve Jerome, Dünya Kupaları tarihinde karşı karşıya gelen ilk kardeşlerdi.
2010 yılında Almanya’nın bir numaralı düşmanı haline gelen Kevin’a yönelik öfke, Ballack’tan dilediği özürle bir nebze olsun azaldı. 2013 yılına dek Almanya’dan uzakta, İtalya’da geçirdiği yıllar kardeşiyle verdiği mutluluk pozlarıyla taçlandı. 2014 yılında doğan bebeği ve Jerome’a kıyasla daha düzenli giden özel hayatı da cabası... Fakat Boateng kardeşler için atlatılması gereken bir sınav daha vardı: 2014 Brezilya Dünya Kupası ve yine aynı grupta yer alan Almanya ve Gana’nın tekerrür eden mücadelesi.
Artık Kevin’a duyulan nefretten eser yoktu. Jerome da göçmen aksanından uzak, kusursuz bir Hochdeutsch ile karşılaşma hakkında her zamanki gibi kısa ve utangaç cümleler kuruyordu ve maç konsantrasyonunu bozmamak adına Kevin ile bir süredir kontağa geçmediklerini söylüyordu. Mücadelenin devamında, süregelen denge bir kez daha Jerome lehine bozuldu. Biri dünyanın en büyüğü Almanya’nın savunmacısı olarak tanınacak, diğeri ise disiplin problemleri nedeniyle Gana Milli Takımı’ndan kovulacaktı. Artık Jerome için sabrının meyvelerini toplama, Kevin için ise diyet ödeme vaktiydi.
Jerome Boateng sizin için Şampiyonlar Ligi çeyrek finalindeki Barcelona–Bayern Münih karşılaşmasında Messi’nin çalımlarına kurban giden bir savunmacıdan ibaret ise çok büyük bir yanlışın içindesiniz. Zira takım arkadaşı Philipp Lahm’ın “Alman entegrasyonunun sembolü olmalı” dediği Jerome, 2014 Dünya Kupası Finali'nde Messi’li Arjantin’e karşı oynadığı futbolla uzun yıllar hafızalarda yer edinmeyi garantiledi. Kevin-Prince ise son takımı Schalke 04’te de istenmeyen adam oldu. Adı farklı liglerden, oyun tarzı farklı birçok kulüple anıldı. Kevin’ı ısrarla arzulayan taraftar profili ise tartışılması gereken bir başka nokta. Çünkü Kevin’ın transferine dair herhangi bir argüman, oyun taktiği ya da yeteneğine dayalı olarak yapılmıyor. Sokak futbolunu anımsatan agresifliğinden, güce dayalı çıkışlarından ve sahada saklamadığı tutkusundan etkilenenler, onu kendi takımlarında görmek istiyor.
George Boateng’e gelince... Bugün zamanının çoğunu down sendromlu oğluyla geçiren amatör bir rap şarkıcısı, aktivist ve emekli futbolcu... Kendisini “10 yıldır yanlış bir noktaya park bile etmemiş bir adam” olarak nitelendiriyor. Kardeşleri arasında ise tıpkı hayatında yakaladığı istikrar gibi, yine kendi denge politikasını yaratmış. Jerome’a hayran ve onu ‘sığınacak bir liman’ kadar yakın görüyor. Kevin ile ilişkisi ise tıpkı bir babanın oğluyla ilişkisi gibi tatlı sert ama son derece köklü.
Jerome ve Kevin-Prince birbirlerine karşıdan bakan ama varlıklarını yine birbirine borçlu iki güçlü futbolcu. Yin ve Yang gibi, hangisinin siyah hangisinin beyaz olduğuna ilk bakışta hemen karar veremiyorsunuz. George ise bu siyah-beyaz ilişkisindeki dengeleyici ama görünmez, güçlü ama yorgun rolü ile hayatına devam ediyor. Belki de Boateng kardeşlerin hiçbiri, bu rolün öneminin farkında değil, George’un kendisi bile...