
Yitik Kahramanlar Koleksiyonu
9 dk
Spor kahramanları, birçoğumuz için yaşam öyküleriyle birer ilham kaynağıdır. Peki ya o yaşamların sonunda açıklanması güç, hazmetmesi zor trajediler bizleri bekliyorsa?
The Times’ın eski spor yazarlarından Simon Barnes, Kahramanlar Kitabı adlı eserinde spor dünyasına ait bir kahramanın asli görevini ‘yaşamı anlamlandırmak’ olarak tanımlar. Herkesin bir ‘kişisel kahramanlar koleksiyonu’ vardır. “Bu kahramanlar, yaşamımıza eşlik eden öğretmenlerdir” der Barnes. Öz saygıyı, mücadeleyi, cesareti, umut ve direnişi onlardan öğreniriz. Onların deneyimlerinden süzülen ışık hüzmeleridir ki; yaşadığımız dünyayı aydınlatır.
Sahiden böyle midir? Barnes’ın yıldız sporculara atfettiği bu romantik misyon, bir tür ‘şöhretin bedeli’ midir? Peki kendi hayatını anlamlandırmakta güçlük çeken bir kişi, nasıl bir başkasının yaşamını sağaltabilir? “Şöhretin de, paranın da, hatta yaşamın da!” diyerek yükselttikleri isyan bayrağını, bize bir çift son söz, bir intihar notu olarak bırakan sporcular... Onlar, ‘rol modeli’ olarak kalabilirler mi? Bu sorunun cevabı sanırım bir sonrakinde saklı: Seyircinin sporcuya duyduğu hayranlık bütünlüklü bir ilişki midir, yoksa parçalara ayrılabilir mi?
Barnes’ın kitabı bence ayrılamayacağını anlatıyor... Çünkü 1960’lı yıllardan 2000’lere yazarın yaşamına ilham olmuş elli sporcunun yer aldığı ‘kişisel kahramanlar koleksiyonu’nda, intihar eden bir sporcuya rastlanmıyor. Halbuki intihar, yalnızca Camus’nün dediği gibi felsefenin temel sorusu değil; sporun da -Amerikan futbolu, boks ve güreş gibi branşlarda ağırlığı artmakla birlikte- temel tartışmaları arasında. Yaşamına kendi isteğiyle son vermiş sporcuların sayısı azımsanmayacak kadar fazla. İşte bu yazı, Barnes’ınkine alternatif bir ‘yitik kahramanlar koleksiyonu’ oluşturma çabasının ürünü. Koleksiyonumuzda, spor tarihinin son 50 yılında kazanırken kaybedenler ve kaybettiğinin peşinde yitip gidenler var.
1960’lar: 20. yüzyılın ikinci perdesi, boks dünyasını sarsan bir olayla açıldı. 1951 senesinin Temmuz ayında dünya orta sıklet şampiyonu Sugar Ray Robinson, bire beş favori olduğu maçta unvanını İngiliz boksör Randolph Turpin’e kaptırdı. Oysa Turpin’in Sugar’ın çenesine birkaç yumruk vurmasına bile mucize gözüyle bakılıyordu. İngilizler, 60 yıl sonra dünya şampiyonluğunu ülkelerine getiren Turpin’i milli kahraman ilan ettiler; anketler ülkenin en sevilen sporcusu olarak genç adamı gösteriyordu. Turpin zirveye o kadar hızlı oturmuştu ki bundan sonra ne yapsa hep kendisinin bir adım gerisinde kalıyordu. Halbuki başarısızlığa hiç tahammülü yoktu. Ruhsal çöküntü zirveden inişle başladı, kafasına aldığı darbelerle perçinlendi. 1966’da önce 17 aylık kızını öldürmeye çalıştı, ardından tek kurşunla kendi yaşamına son verdi.
1960’lar dünya boksunun hazan mevsimiydi sanki… Turpin’den yalnızca bir sene önce yine bir İngiliz boksörün, dünya hafif ağır sıklet şampiyonluğunu kazanmış Freddie Mills’in ölümü de kayıtlara ‘intihar’ olarak geçmişti. Amerikalıları yasa boğan ölüm ise 1968 senesinde geldi. Ağır sıklet Johnny Indrisano, sadece boks aleminin değil; rol aldığı Bazıları Sıcak Sever, Ocean’s Eleven ve Baş Belaları gibi filmlerle sinema dünyasının da yıldızlarından sayılırdı. Indrisano uzun süren bir depresyon nöbetinin ardından kendini asacaktı.
1970’ler: ‘İntihar’ı illâ yaşamın anlamsızlığına/ dayanılmazlığına karşı koyamayanların bir yenilgisi sayacaksak eğer, intihar eden sporcuların ‘son’ mağlubiyetleri ile anılmayı göze alacak kadar cesur olduklarını söyleyebiliriz. Ahmet Bilek onlardan biriydi. 1960 Roma Olimpiyatı’ndan, 52 kilo serbest güreş dalında kazandığı altın madalyayla dönmüştü. Köy Enstitüleri’nden yetişmiş ilk ve tek olimpiyat şampiyonuydu Bilek. Roma zaferinden sonra hayatını kazanmak için iki takım arkadaşıyla beraber Almanya’ya gitti. KSV Köllerbach’ın güreş takımını çalıştırıyordu. Ancak bir müddettir sinir tedavisi görüyordu. Bilek, 1970 yılının bir sonbahar günü köprüden atlayarak kendini otobana bıraktı.
Türkiye için şok bir ölümle açılan 70’li yıllar, bir başka şok ölümle kapanacaktı. Sandor Kocsis, Puskas ile birlikte Türk basınını bir dönem en fazla meşgul eden iki yabancı futbolcudan biriydi. Vundertim’in ası, 1954 Dünya Kupası’nda 5 maçta 11 gol atmıştı. Halit Kıvanç’a göre, Kupanın ‘1 numarası’ Puskas değil, ‘Altın Kafa’ Kocsis’ti. 1950’lerde futbolcu, futbola veda ettiği 60’lı yılların ikinci yarısında ise antrenör olarak Türkiye’ye geleceği yazılıp çizildi. Kısacası gündemi hiç terk etmedi. 1979 yazında tedavi gördüğü kliniğin penceresinden kendini atmasının yankıları da haftalarca devam edecekti...
1980’ler: Ününü, parasını yahut akli melekelerini kaybettiği için intihar edenler çoktu spor dünyasında. Bill Robinzine ise sanki anlık bir karamsarlığın kurbanı oldu. 29 yaşındaki basketbolcu, önceki sezon Dallas Mavericks’ten Utah Jazz’a transfer olmuştu. Pek parlak geçmeyen sezonun ardından hiçbir takımdan teklif almaması, onu biraz hazırlıksız yakalamıştı. Halbuki pek çok şey yapabilirdi. Bir ara emekliliğinde emlak işine girmekten söz etmişti. Takım arkadaşlarına “NBA olmazsa İtalya’ya giderim” diyordu. Bir şekilde kendine ve ailesine yeni bir hayat kurabilirdi. Ama eşine göre Robinzine, NBA’de oynamama fikriyle baş edememişti. Küçük bir deponun içinde arabasını çalıştıran genç adam, egzoz zehirlenmesinden hayatını kaybetti. Oğluna altı yaşından beri çaldığı trompetiyle birlikte, gerçekleştiremediği onca hayali miras bıraktı.
Hayallerine ‘şeref sözü’ misali sadık Japonlar, 1964 Tokyo Olimpiyatı maratonunu bronz madalyayla tamamlayan Kōkichi Tsuburaya’nın harakirisinden sonra ikinci darbeyi de kısa mesafe koşucusu Ikuko Yoda’nın 1989 yılında yaşamını noktalamasıyla aldı. Tokyo Olimpiyatı’na iyi hazırlanan Yoda’dan beklentiler büyüktü. Çevresindekiler, onu istediğini gerçekleştiren bir ‘mükemmelliyetçi’ olarak tanımlıyordu. Ancak genç kadın, rakiplerinin gerisinde kalarak oyunlardan eli boş döndü. Yoda “İkinci bir defa daha yarışmanın acısına dayanamayacağım” diyerek genç yaşta emekliliğini ilan etse de 45 yaşında madalyasızlığın dayanılmaz ağırlığına yenik düşecek, kendini asarak yaşama veda edecekti.
1990’lar: Beşiktaş’ın ve milli takımın unutulmaz kalecisi Sabri Dino’nun intiharı, 1990 yılının ilk günlerinde ülke gündemine bomba gibi düştü. Tekstil piyasasına ‘Sabri Dino Gömlekleri’ ile hızlı bir giriş yapan ünlü futbolcunun işleri son sekiz yıldır iyi gitmiyordu. Tefecilerin eline düşen Dino, borçlarını ödeyemeyeceğini anlayınca kendini Boğaz Köprüsü’nden aşağı bıraktı. Kimilerine göre Dino, yalnızca ‘onurunun kurbanı’ydı. Vedat Özdemiroğlu’nun dizeleri ise efsane kalecinin ardından yakılmış bir ağıttı: “Kalemizde ışıl ışıl, canım Sabri Dino / Gönlümüzde ışıl ışıl, atlama dur Sabri Dino...”
Bisiklet dünyasını sarsan intihar haberi 19 Mayıs 1994 günü ajanslara ulaştığında, Luis Ocana’yı yakından tanıyanların şaşırdığı pek söylenemezdi. İspanyol bisikletçinin hayatı başarılarla doluydu ama yaşadığı akıl almaz şanssızlıklar kariyerini o kadar örselemişti ki bu nedenle her zaman hak ettiğinden azıyla yetinecekti... Şanssızlık, profesyonel kariyerini noktaladıktan sonra da yakasını bırakmadı.
Maddi sıkıntılar, trafik kazaları, Hepatit C ve ardından gelen karaciğer kanseri derken Ocana, kendisi için en iyisinin ‘ölüm’ olduğuna karar verdi... Sporseverlere Eddy Merckx ile giriştiği destansı mücadelenin anısı kaldı, ailesine ise Merckx ismini koyduğu köpeği...
2000’ler: 2007’de yapılan bir araştırmaya göre son 10 yıl içinde 104 profesyonel güreşçi aktif spor yaşamına devam ederken çeşitli nedenlerle hayata veda etmişti. İntihar edenlerin sayısı, ilaç kullanımına bağlı kalp krizinden ve aşırı dozdan ölenler kadar fazlaydı. 1990’lar Ed Gantner, The Renegade ve Kerry Von Erich gibi ünlü güreşçilerin intiharlarıyla kapanırken, 2000’lerin en çok konuşulan kaybı Chris Benoit oldu. Defalarca dünya şampiyonluğu kazanan Kanadalı, aşırı sert ve saldırgan dövüşüyle güreş dünyasının en korkulan isimlerinden biriydi. Öyle ki bir defasında rakibinin boynunu kırmasından dolayı ‘Sakatlayıcı’ (Crippler) namını almıştı. Kuşkusuz, saldırganlığı sadece doğasından kaynaklanmıyordu. Kullandığı performans artırıcı ilaçlar yüzünden ringde olduğu gibi özel hayatında da saldırganlaşabiliyordu.
Boşanmak isteyen eşine şiddet uyguladığı konuşulan Benoit, 2007 yılının 25 Haziran günü eşini ve oğlunu boğarak öldürdü. Cesetlerin yanına birer İncil iliştirdikten sonra, üçüncü bir kopyayı kendisi için ağırlık kaldırma makinasının üstüne koydu. Makinadan söktüğü kabloyla hayatına son veren Benoit’nın intihar notu, dört sene sonra ortaya çıkacaktı. İncillerden birine “Yeryüzünden ayrılmaya hazırlanıyorum” yazmıştı.
2010’lar: Amerikan futbolu tarihi, beyin hasarlarıyla baş edemeyen oyuncuların trajik hikâyeleriyle dolu. Hafıza kaybı, uykusuzluk ve şiddetli ağrılarla malul futbolcular için intihar, çoğu zaman en makul seçenek olarak kalıyor. 2015 yapımı Concussion filminde de anlatıldığı üzere, eski ve yeni NFL oyuncuları arasında intiharın milenyum bilançosu oldukça kabarık:
Terry Long, Andre Waters, Shane Dronett gibi ünlü oyunculara 2010’lu yıllarda Ray Easterling, Junior Seau, Jovan Belcher ve Paul Oliver gibi yeni isimler eklendi. 2011 yılında yaşamını noktalayan efsanelerden Dave Duerson’ın ölümü ise genç futbolculara bir umut kapısı araladı; çünkü o, kimsenin düşünmediğini düşünmüş, intiharından önce yazdığı mektupta beyninin bilimsel araştırmalarda kullanılmasını vasiyet etmişti. Ve bunun bilinciyle, birçoğunun aksine kendini kafasından değil de kalbinden vurarak yaşamına son vermişti.
Duerson’un ölümü ve beyni üzerinde yapılan araştırmalar, ABD’de bu konunun daha önce olmadığı kadar ciddi biçimde tartışılmasına zemin hazırladı. Oyun kurallarında değişiklik yapmak dahi gündeme geldi. Sanırım yaşamın ironisi de burada; bazı sporcular, intiharlarıyla dahi örnek olabiliyor!