socratesXreflect_alt

Yolculuk

12 dk

Türk tenisine ilkleri yaşatan İpek Soylu, kort üzerindeki yolculuğunu sakatlıkları sebebiyle erken bitirmek zorunda kaldı. Sırada başka yolculuklar var…

İpek Soylu, Eylül 2014'te genç çiftlerde Amerika Açık şampiyonu olarak Grand Slam kazandığında 17 yaşındaydı. Aynı zamanda Roland Garros'ta tekler ana tabloda oynayan kadın tenisçilerimizdendi. Ancak sakatlıklar peşini bırakmadı. İpek Soylu ile Socrates ofisinde buluştuk; kariyerindeki zorlukları, seçimlerini, spor ile sosyal hayat arasında kurduğu dengeyi ve yeni yolculuğunu konuştuk.

Küçük yaşlardan beri her hafta seyahat etmek sosyal hayatınızı nasıl etkiliyordu?

Tenis hayatıma Adana'da, çok küçük yaşta başladım. Kariyerimin devamı için İstanbul'a geldiğimde 13 yaşımdaydım. Bu çok kritik bir yaş, bütün temeller yeni yeni atılıyor. Adana'daki ortamdan bir anda bütün hayatımın değiştiği bir şehre geldim. Bu süreci her ne kadar aileyle beraber yürütmeye çalışsak da -ki ailem bence epey bilinçliydi- mutlaka bir noktada yalnız kalıyordum. En basitinden referansla beraber antrenman için Miami'ye tek başıma gittim. Orada antrenörüm ve ailesiyle yaşadım.

Aslında 16 yaşımdan 24 yaşıma kadar hayatım, kendi aile ortamımdan daha çok, farklı ailelerin ve insanların yanında geçti. Birçok insanın hayatına dahil oldum. Farklı insanlar görmek, farklı problemlere tanıklık etmek benim hayatımı epey etkiledi. Hepsinin zorlukları var. Çok yalnız hissettiğim zamanlar oldu. Mesela İsveç'te üç-dört aylık bir serüvenim vardı. Her şeyin çok bireysel olduğu ve Türk kültürüne son derece uzak olan bir ülkede yaşamak çok zordu. Evet, belki antrenman anlamında verimliydi ama insan olarak orada iyi hissetmediğim için İsveç'ten ayrılmak zorunda kalmıştım. Türkiye'de de kendimi çok iyi ve rahat hissediyordum ama burada da antrenör yetersizliği vardı. O yüzden hep arayıştaydım.

En doğru ortamı da Belçika'da, Lüksemburg sınırında bir kasabada buldum. Gerçek anlamda iyi etkileşim yaşadığım antrenör, onun sağladığı aile ortamı, hepsi... Kariyerime baktığımda belki de en güzel iki seneydi.

Sonuçta bu bir iş. Ne kadar inanıp sevsem de yaşım geçiyor. Cuma ve cumartesi herkes dışarıda ama benim sabah antrenmanım var… Bir yere kadar özveriyle gidiyorsun ama 19, 20 yaşlarına geldiğinde durum daha farklı oluyor. Diğer yandan hep başarıya ulaşamıyorsun ve tüm bunları genç bir kız olarak biraz daha fazla sorgulamaya başlıyorsun. Mesela çok küçük yaşlardan itibaren kendi doğum günlerini bile kaçırıyorsun. Hep bir seçim halindesin ve denge kurmaya çalışıyorsun. Arkadaş ilişkisi yaşamıyorsun. Sürekli uzak mesafedesin. Ben tenis sonrası tüm bunları yavaş yavaş yerine koyabiliyorum.

Emekli olurken yaptığınız açıklamalardan birinde şunu söylediniz: "Tenis fiziksel ve mental olarak bana en iyi duyguları yaşatırken bazı zamanlarda da en zor duyguları hissettirdi."

Benim için en zor kısım yalnızlıktı. Her hafta turnuva için farklı bir şehirde, farklı bir otel odasında oluyorsunuz. Her şey bir yana, kortun içinde yalnızsın zaten. Diğer yandan tenis şöyle bir spor; eğer oynadığın turnuvada şampiyon olamıyorsan hep kaybediyorsun. Her turnuvada yere düşüyorsun ve öbür hafta yeniden kalkmaya çalışıyorsun. Tüm bunlar bana katkı sağlamadı mı? Elbette sağladı. En başta dayanıklılığımı artırdı. Dediğim gibi her hafta düşüp sonra ayağa kalkma psikolojisi vardı. Yalnız olunca mecburen kendi kendini toparlaman lazım. Sonuçta çok büyük bir takımla seyahat etmiyoruz. Bir antrenör oluyor, şanslıysan ailen ya da fizyoterapist... Bazen tek başına gidiyorsun. Vize için de tek gitmen gerekiyor, uçak biletini almak için de… Aslında tenisçiler birçok konuda uzman insanlar oluyorlar bence. Şu an bana en uygun uçak biletini, en iyi oteli, vizeciyi nasıl bulurum ya da nerede ne yiyebilirim diye sorsan, sana her şeyi anlatabilirim.

"Eğer oynadığın turnuvada şampiyon olamıyorsan hep kaybediyorsun. Her turnuvada yere düşüyorsun ve öbür hafta yeniden kalkmaya çalışıyorsun."

"Eğer oynadığın turnuvada şampiyon olamıyorsan hep kaybediyorsun. Her turnuvada yere düşüyorsun ve öbür hafta yeniden kalkmaya çalışıyorsun."

Yaşadığınız sakatlıkları düşününce, emeklilik kararı da aslında hızlı alınmış bir karar değildi galiba…

Kesinlikle değil… Ben bu kararı bir yılda aldım ve çok önemli bir karardı. Tenisi bırakmayı ikinci ameliyatımdan sonra düşünmeye başladım. Artık o fiziksel acının getirdiği mutsuzluk artmaya başlamıştı. Artıları ve eksileri alt alta yazdıktan sonra, "Evet ben çok sevip çok emek veriyorum ve mutluyum, benim olmak istediğim yer tenis kortu" diye düşündüm. Orada olmak isterken arka arkaya ameliyatlar geçirdim. Sonrasında da fizik tedavi seansları derken bir devamlılık kalmadı. Üst üste iki ameliyat bile çok ağırken üçüncü ameliyatı olunca kortlardan iyice uzakta kaldım. "Acaba geri dönebilecek miyim, aynı seviyede oynayabilecek miyim?" gibi kaygılarım vardı. Tam o kaygıları yenip dönerken başka bir sakatlığın yaşanması zaten insanın yüzüne yumruk gibi iniyor. Üçüncü ameliyata "Ben zaten iki tanesini aştım. Bunda da artık yolu biliyorum" diyerek girdim, kendime verdiğim son şanstı. Karar sürecim sekiz ay sürdü. Belçika'da köydeki bahçede otururken kendime "Tamam artık, burada olmanın da anlamı yok" dedim. Ben hayatta hep ilerlemek isteyen bir insanım. İki buçuk senedir ne kadar mücadele etsem de ilerleme kaydedemiyordum.

O yüzden başka bir yöne eğileyim ve orada kendime yeni hedefler koyayım diye düşündüm. Aslında hayata dair heyecanımı ve mutluluğumu devam ettirmek için bu kararı verdim.

Rumen bir hocayla, çok küçük yaşta tenis oynamaya başladınız hatta 8 yaşındayken ilk kez bir turnuvaya gittiniz. O yaşta turnuva oynamak size ileriki yıllar için başarılı olma zorunluluğu hissettirdi mi?

Kariyerime, oynadığım ilk üç turnuvayı kazanarak başladım. Yani hiç kaybetmeden bir kariyer başlangıcı yaptım. Bu yüzden kaybetmeyi çok saçma bir durum olarak karşıladım. Kaybetmemek için, oynadığım maçta gerideyken yarıda bıraktım. Bizi Romanya'ya götürdüler ve orada köyün ortasında, hayatı buna bağlıymış gibi mücadele eden sekiz yaşındaki kızlarla maç yaptık. Ben de Adana'da el bebek gül bebek büyüyüp gelmişim…

Çocuk olarak sporun içindeki en büyük faktörlerden biri takdir duygusu. O yüzden, bu çok büyük bir iç rekabet. Ailenin ve hocanın sunduğu takdir de kararında olmalı. Çünkü bu bir oyun ve sen sekiz yaşında bunu bir oyun olarak oynuyorsun. On dört yaşından sonra işler biraz daha "Tamam, biz bu yola gidiyoruz!" şeklini alabilir. Erken yaşta, -çocuk dışında- herkes bunun profesyonel bir iş olduğunu bilmeli ama çocuğun bunu olabildiğince oyun olarak kavraması, kazanmanın da kaybetmenin de çok normal olduğunu düşünmesi gerekiyor.

Dünyanın en çok kazanan kadın sporcusu, en çok konuşulan güçlü kadın sporcu profili, pek çok toplumsal konuya ses olan Naomi Osaka… Diğer yandan da sürekli bir misyon yükleniyor. Bu dengeyi kurmak çok zor olsa gerek.

Kendimi Naomi Osaka'nın yerine koyduğumda anksiyete yaşıyorum. Çünkü bir Grand Slam kupasını ilk kazandığımda bile Türkiye'de sanki uçuyormuşuz gibi davranıldı. Tamam, çok güzel bir başarı ama baktığında Naomi Osaka'nın başarısının yanında çok küçük kalıyor. Turnuva kazanıldı, döndük... İki üç hafta bunun yönetilememe sürecini yaşadım. Ve o zaman 16- 17 yaşlarındaydım. Tek başıma ne kadar baş edebilirim ki bununla? Naomi Osaka, bunun kat kat fazlasını yaşıyor.

Burada bir spor sisteminin olması çok önemli. Naomi Osaka'nın menajerlerinin de durumu çok iyi yönettiğini düşünmüyorum. Emma Raducanu da aynı durumda bence şu an. Bu tarz süreçleri en iyi yönetenler bence Maria Sharapova ve Serena Williams'tı. Osaka'nın ve Raducanu'nun kariyerleri de ders niteliğinde.

Spor, genç sporcular için insanlarla bir iletişim kurma aracı. Fakat diğer yandan az önceki örnek üzerinden düşününce bir sporcunun kendini bu denli yalnız hissetmesi tezat oluşturmuyor mu?

The Last Dance'i herkes izlemiştir. Michael Jordan bile odasına girdiğinde tek başına. Bence bu büyük bir travma. O kadar ilgi, alaka, kupayı kaldırma ânı, basın toplantısı ama önemli olan tüm bunlarla ne kadar tatmin olduğun. Bu bazen çok ters orantıya düşüyor bence. "İşimi iyi yapıyorum" diyorsun ama bakıyorsun odada tek başınasın. Sağlam ilişkiler kuramamak insanı çok yıpratabiliyor çünkü sosyal ilişkiler ruhsal olarak sağlıklı kalmayı sağlar. Yükseldikçe o samimiyeti kaybediyorsun. Yanında bir ya da iki düzgün insan varsa çok şanslısın gibi bir duruma geliyor. O yüzden çevre hep ana faktör oluyor buralarda.

Aslında bütün sporcular benzer süreçlerden geçiyor. Sadece büyük profillerin hayatı çok göz önünde normal olarak. Dolayısıyla herkes onlarda kendinden bir şeyler bulmak istiyor. Mental sağlık konusundaki farkındalık son yıllarda arttı. Dört-beş sene önce bunu zaten kimse umursamıyordu. Netflix'te bile sporcu psikolojisiyle ilgili bir sürü belgesel var. Hepsi yeni yeni konuşuluyor.

Tenisi bıraktıktan sonra hem antrenörlük yapıyorsunuz hem de başka projeleriniz var… Geçiş süreci sonrası hayat nasıl gidiyor?

Geçiş sürecini beş koldan işlere sarılarak geçirmeye çalıştım çünkü bu çok zor bir süreç. 20 senedir emek verdiğin işi dramatik bir şekilde bitiriyorsun. Mental olarak kendimi yolda tutabilmenin tek yolu çalışmaktı. Çalışmak, benim için her zaman bir savunma mekanizmasıydı kariyerimde. Bir yandan üniversiteye devam ederken bir yandan antrenörlük için eğitim aldım. Insider adlı YouTube projemizi yapıyorum; tenis camiasının en iyi antrenörleriyle bir araya gelip Türkiye'deki eksikleri göz önüne çıkarıyorum. Cevaba ihtiyacı olan insanlara bir kaynak sağlamaya çalışıyorum. Bunlar dışında gençliğimi yaşamaya çalışıyorum çünkü kariyer olarak çok yoğun bir süreçten geçtim. Şimdi cumartesi akşamı için plan yapmak çok hoşuma gidiyor.

Özellikle genç kızların antrenörlüğünü yapmaya yönelik bilgi birikimim olduğunu düşünüyorum. Velilerin işin içine dahil olmasını da çok gerekli buluyorum. Belki de çocuklardan çok velilerle sohbet ediyorum. Doğrusu, Türkiye'de tenis konusunda onlara sunabildiklerimin pek fazla benzerinin olduğunu düşünmüyorum. Çok güzel insanlarla yolum kesişti. Büyüyen bir aile olarak devam ediyoruz. Bu durum, çocukluk dönemimde açılan yaraları da iyileştiriyor gibi. Oyuncularım 9-10 yaşlarındalar ve aslında bir abla profilindeyim o yaş grubu için.

Roger Federer emekli olduktan sonra çocukluktan beri yaptığı tüm şeyleri yapmayı, çanta hazırlamayı, seyahat etmeyi bıraktığında zihnen çok farklı hissettiğinden bahsetti... Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İlk ameliyattan sonra boşluğa düştüm ama ben zaten sakatlıklar sebebiyle tenisi bırakana kadar normal hayat düzenine geçmek durumunda kaldım. İki buçuk sene süren ameliyat ve tedavi sürecinde gerçek hayatı gördüm. Pazara gitmeyi, plan yapmayı ve normal bir rutinimin olması hissini tadabildiğim için bırakma kararı verdiğimde de benim hayatım oturmuştu ama ilk ameliyattan sonra büyük bir boşluk oldu işte. Tam kavrayamadım zaten. Travmatik bir durumdu. "Ne oldu şimdi, ben antrenmana gitmiyor muyum?" diye düşündüm. Psikolojik destek almıştım o dönemlerde. Hep yürüdüğüm Naomi Osaka Emma Raducanu yol bir anda yok olmuştu...

Socrates Dergi