
Yolda
5 dk
“Profesyonel bir basketbolcu olarak, kariyerimin başından bu yana gerek gerçek gerek mecazi anlamıyla çok mesafe aldım...”
Siz bu yazıyı okurken bizim takım olimpiyat elemesi oynamak için çoktan Filipinler’e uçmuş, maçlar da başlamış, hatta bitmiş olabilir. Ben ise bu yazıyı yazarken İtalya’nın Trento kentinde, aynı elemeler için hazırlık döneminde bulunuyorum. Aslına bakarsanız, 365 günün yarısından çok daha fazlasını otellerde geçirdiğimiz ve sezon içinde ayda 3-4 defa uçağa binip farklı şehirlere/ülkelere gittiğimiz için, hayatımızın keyif dolu olduğunu ve leyleği havada gördüğümüzü düşünebilirsiniz. Kendimi acındıracak veya yaptığım işe hayıflanacak değilim. Ancak bu zorlu sürecin güzelliklerini, kötü taraflarını, en keyifli ve en sıkıcı unsurlarını sizlerle paylaşmak, sporcunun iç dünyasını biraz daha anlatabilmek istiyorum.
Sporun en önemli yanlarından biri, özveri unsuru bence. Yaptığımız yolculuklar da bunun en güçlü örneğidir kesinlikle. Ve ben, bir milli takım oyuncusu olarak, sizlere ‘ortalama’ bir sezonun genel gidişatını özetlemek arzusundayım.
Bir önceki sezonun en erken mayıs sonu, en geç de haziran ortası bittiğini düşünürsek, temmuz ortasına kadar bir dinlenme süreci oluyor. Bu süre tatil veya -sakatlık varsatedavi ve operasyon ile geçtikten sonra, milli takım süreci başlıyor. Hazırlanılan organizasyonun tarihine göre, eylül başına kadar çeşitli yerlerde uzun kondisyon kampları yapıyor ve kısa turnuvalar oynuyorsunuz. Ve nihayetinde turnuva gelip çatıyor, ardından da en fazla birkaç gün dinleme fırsatı yakalayıp kulüp takımının hazırlık kampına doğru yol alıyorsunuz. Bu sürede topladığınız uçuş kartı sayısı da 10-15’e yaklaşıyor.
Kulüp sezonu, hele ki Avrupa maçları da varsa hızlı başlıyor. Haftada iki maç oynuyorsunuz; bazen bunların ikisi de deplasmanda olabiliyor. Hafta içi Rusya’da Novgorod ile oynarken, hafta sonu dönüp kendinizi uçak ve otobüs yolculuğunu birleştirdiğiniz bir deplasmanda bulabiliyorsunuz. Zaten sporcu olarak en önemli göreviniz, bu yoğun yolculuk temposundan hem fiziksel hem de mental olarak etkilenmemek ve sahaya her çıktığınızda hazır olmak.
En zoru da ailenizden, sevdiklerinizden uzakta vakit geçirmek. Bu yüzden, takım ortamı bir süre sonra aile ortamına dönüşebiliyor. Düşünsenize; 10-11 aylık sezonun yarısından fazlasını evden uzakta geçirip takım arkadaşlarınızla birlikte olduğunuzu... Kendinize ikinci bir aile yaratmama ihtimaliniz olabilir mi böyle bir durumda? Mümkün mü? Tabii tüm bu anlattıklarımın güzel ve keyifli tarafları da var. Takım içinde kurulan ve kuvvetlenen bağlar, paylaştığınız sohbet, muhabbetler, izlenilen diziler, kamp hayatını çekilir kılan unsurlar haline dönüşüyor.
Gidilen şehirlerde, kısa vakitte gezilebilecek yer var ise yeni bir şeyler görme şansımız olabiliyor. Bunun yanında, özellikle Türkiye’deki deplasmanlarda basketbolseverler ile konuşabilmek ve fotoğraf çektirmek hayli keyifli. Bir de tabii yeni salonları görmek, o salonlardaki atmosferi yaşamak var, bu da sporun en güzel yanlarından biri. Tüm bu anlattıklarımı, bir ‘gerçekler, mutluluklar ve serzenişler’ toplamı olarak düşünebilirsiniz aslında; hayatın her anında, her alanında karşılaşabileceğiniz, iyisiyle-kötüsüyle değerlendirebileceğiniz ve günün sonunda devam etmekten keyif aldığınız bir işler/ olaylar bütünü gibi...
Profesyonel bir basketbolcu olarak, kariyerimin başından bu yana gerek gerçek gerek mecazi anlamıyla çok mesafe aldım. Bugün olduğum oyuncuya dönüşmek için harcadığım mesainin içine on binlerce kilometre sığdırdım. Yol boyunca sık sık ailemden ayrı, eşimden-dostumdan uzak düştüm ve bugün olduğum noktaya geldim. Daha önümde uzun bir yol, koca bir hayat var. Ve geldiğim nokta asla beni özel kılmıyor; zira hepimiz farklı hayatlarda benzer yollardan geçiyoruz. O yüzden ki ne gururlanıyor ne de sızlanıyorum. Tek bir derdim var; o da yürüdüğüm bu yoldan ve attığım her adımdan keyif alabilmek. Dilerim ki sizler için de aynısı geçerlidir...