
Yolun Sonu
9 dk
Türk futbolu ekonomik anlamda iflasa hayli yakın bir profil çiziyor. Peki, bu çöküş nerede ve nasıl başladı? Süreci tetikleyen yanlışlar nelerdi? Tünelin sonunda ışık var mı? Biz sorduk, İbrahim Altınsay yanıtladı...
Türk futbolunun dibe vurduğunu söylemek zor. Yıllardır bunu tekrarlıyoruz ama biz dibe vurduğumuzda orayı kazmakta da fazlasıyla mahiriz. “Daha ne kadar kötü olabilir?” sorusunu yönelttiğimiz her noktada, orayla yetinmeyip dibi biraz daha eşeleyip duruyoruz ama nereye gideceğimiz meçhul.
Bakkal dükkanından kulüplere her işletmede geçerli olan temel ekonomik kaideler vardır; gelirlerin ve giderlerin üzerinden okunur her şey. Son yayın hakları, Türkiye’de gelir tarafını artırdı fakat ligin gerçek değerinin üzerinde bir miktardı bu. Zaten öyle olmasa bu lig yurt dışından da talep görürdü. Bu açıdan bakınca, telekomünikasyon şirketleri ve ödemeli yayın platformları arasındaki rekabet, Türkiye’deki kulüplere gerçekliğin dışında suni bir zenginleşme yaşattı diyebiliriz.
Gelir tarafına katkı sağlayan bir diğer faktör de başta Aziz Yıldırım olmak üzere çoğu yöneticinin, kulüplerin ‘eşsizliğini’ kullanmasıydı. Zira kulüplerin temel sermayesi ‘duygu’dur. Hiçbir Beşiktaşlı, pamuğu daha kaliteli diye Fenerbahçe forması almaz. Onu tatmin eden, formanın Beşiktaş forması olmasıdır. Kulüpleri eşsiz yapan da budur. İkinci bir Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş yok çünkü. Bu takımlar arasındaki rekabetin de bir alternatifi yok. Biraz tehditle, biraz zorlamayla bu durumu paraya çevirdiler. 1990’ların ortasından itibaren sponsorların da bir ilgisi oldu. Genelde yeni kurulan ve geniş kitlelere ulaşmayı hedefleyen telekomünikasyon şirketleriydi bunlar ve onlardan da hatırı sayılır paralar geldi. Buna karşın, gişe gelirleri aynı oranda yükselmedi. Localar yapıldı, kombine fiyatları artırıldı ama diğer verileri destekleyecek düzeyde yükselişler değildi bunlar. Bizde taraftarlık başarıya endeksli olduğu için statların doluluğu, kombine satışları, yani gişe gelirleri her zaman inişli çıkışlı bir grafik çizdi… Şimdi sponsorlar da çekildi. Lig sponsorları, reklama gereksinimi olmayan devlet kuruluşları.

Yayın hakları konusunda yönetimlerin, “Nasıl olsa lig bizim malımız ve istediğimiz fiyatı alırız. Olmazsa ihalede siyası baskı veya başka unsurlarla umduğumuz seviyelere çıkarız” düşüncesi kötü sonuçlar doğurdu. Öncelikle yayıncı kuruluş, bu suni şartları karşılayamaz hâle geldi. Bunun sonucunda da kaçınılmaz olarak dağıttığı parayı Türk lirasına endekslemeye başladı. Hiç çaba sarf etmeden elde edilen hazır paranın rahatlığı ve Kulüpler Birliği gibi kurumların işinin ehli insanlardan ziyade siyasi güçle yayıncı kuruluşa baskı uygulayacak insanlardan oluşması bizi bu noktaya getirdi. Şimdi herkes beIN Sports’un eline bakar vaziyette. Oysa yeni medyadan anlasalar yayın haklarını çeşitlendirip kalıcı sağlam sözleşmeler yapabilirlerdi… Son olarak bahis konusu var. Korsan bahisle etkili mücadele olmadığı ve tavır koymadıkları için isim haklarından milyarlar kaybediyorlar kulüpler.
Bu darboğaz zaten adım adım geliyordu; hasta yataktaydı yani. Şu an yapılan, hastaya sürekli ilaç verip onu daha da hâlsiz bırakmak. Bence hasta çoktan öldü ama leşi kokmuyor! Ya da artık burunlarımız kokuya karşı duyarsızlaştı.
“Kulüpleri UEFA denetliyor, bu bir çare olamaz mı?” diyebilirsiniz ama olamaz. Çünkü dünya futbolunun en büyük sorunlarından biri de FIFA ve UEFA gibi kurumların birer konfederasyon olmaları. Bunlar düzenleyici kurumlar olmalarına rağmen inanılmaz maddi gelire sahipler artık. İki kurumun da son başkanları seçim yoluyla gitmedi, hatırlarsınız. Çünkü büyüyen para havuzu kurumlarda yozlaşmayı da beraberinde getiriyor. Yetkili bireylerin hepsi yolsuzluk yapmaya niyetli olmasa da bu işleyiş, yolsuzluğa açık. Sen elindeki parayla federasyonlara yardım ediyorsun. Kim onlar? Seni seçecek olan kurumlar… UEFA, Finansal Fair Play’de bazı kriterler getirdi ama kâğıt üzerinde kriterlere nispeten uyduğun takdirde sana pek de dokunmuyor. O kısmı federasyonlara bırakıyor ve onlar onay verdiği zaman peşine düşmüyor.
UEFA bunun yanında, son dönemde kontrolü de iyice gevşetmiş durumda. Ligleri -kendilerince- kategorize ediyorlar; büyük ligler ve problemli ligler diye. Odak noktaları büyük ligler çünkü kendilerine parayı getiren onlar. Aralarında ligimizin de yer aldığı ‘problemli liglere’ karşı da “Siz arka bahçede oynayın, şampiyonunuz gelse bizim için yeterli” anlayışı var. Örneğin Galatasaray, taahhütlerini tam yerine getirmediği hâlde para cezası ödeyip Şampiyonlar Ligi’ne katılabiliyor. UEFA, Türkiye’den kazanacağı gelirleri kaybetmeyi göze alamadığı için kulüplerin sözlerine güvenip onları ligine alıyor.

Türkiye’de kulüplerin gelirleri dövizdeki son durumla birlikte büyük bir erozyona uğramış vaziyette. Oyuncuların maaşları dövizle ödendiği için bugün artık ya kiralık ya da büyük kulüplerin serbest bıraktığı oyunculara yönelebileceğimiz bir piyasayla baş başayız. Pepe vs. gibi oyuncular geliyor fakat onları bonservissiz almanın bir faydası yok çünkü iki-üç sene içinde futbolu bırakacaklar. Real Madrid, Pepe’nin kontratından çıkıyor çünkü ona ödeyeceği maaş ondan elde edeceği gelir ve katkıyı aşıyor.
Plan dâhilinde işleyen bir sisteme ve yapılanmaya sahip takımlar kiralık oyuncu almazlar, kiralık oyuncu verirler. Chelsea’nin kiralık oyuncu aldığını göremezsiniz fakat kiralık verdiği 20-30 tane futbolcu vardır. Manchester City keza, dünya genelinde altı ayrı takımı var. New York City’den Leeds United’a kiralık oyuncu verdiler, sırf Marcelo Bielsa’yla çalışıp pişsin diye. Kiralık oyuncu konusundaki bir diğer sorun da ödediğiniz maaşların size bir karşılık getirmemesi. Bu sistem bana artık tıkanmış gibi görünüyor. Peki, çözüm nasıl olur? Belçika gibi olabilir. Belçika, kara para aklamak için kullanılan bütün yapıları dağıttı. 100 yıllık kulüpleri küme düşürdü, darmadağın etti. Altyapıya yatırım yaptı, sonra da futbolcu üretip satan bir kimliğe büründü. Bu süreçte Avrupa’da tepeye oynayan Belçika kulüpleri de zirveden uzak kaldı tabii. Bizim seyircimiz bunu kaldırabilir mi bilmiyorum.
Katı bir şekilde uygulanacak yeni bir makro düzenleme gerekli. Bunu da yapacak olan federasyondur. Kulüpler Birliği’yle oturup, denenmiş modelleri inceleyecekler. Cruyff’a “Futbol en çok nerede organize?” diye sormuştum. “ABD” demişti. Oraya bakacaksın, Almanya’ya bakacaksın, kapsamlı bir rapor ve strateji çıkaracaksın. Ancak ülkemizde futbol yönetimindeki insan grubunun, futbolcu popülasyonunun ve medya gruplarının özellikleri, şu an itibarıyla böyle bir makro değişimi gerçekleştirmeye uygun değil. Oysa tedavinin yolu, ilacı azaltmaktan geçiyor. İlaç yerine temiz havadan, sağlıklı beslenmeden geçiyor.
Bir kulüpte yapılandırma yetkisi bende olsa önce bir CEO getiririm. Ondan sonra sportif direktör ve teknik direktör. Fakat bu üçlü, belirli bir stratejide anlaşmış, o doğrultuda etle tırnak gibi çalışmaya devam edebilecek insanlar olmalı. Ortak hedef belirlenmeli ve bu hedef belirlenirken de kulübün, ülkenin ve dünya futbolunun yapısı/imkânları, garanti gelirleri mutlaka temel alınmalı. Bu bağlamda da önemli olan, kadro ve takımdır. Çünkü futbol ne olursa olsun sahada başlar ve sahada biter. Belirlediğin hedef ve stratejiyi takıma yansıtman lazım. Belirli bir tecrübeye sahip, milli takım düzeyinde ne kadar oyuncu alabiliyoruz? Şu an olmasa da ileride o seviyelere çıkabilecek kaç oyuncu bulundurmak istiyoruz? Bunlar hedeflere göre değişir. Kadro piramidini kurarsınız. En alttaki toplanmış gençlerden en üstteki dünya çapında futbolculara doğru bir geçiş hareketi yaratırsınız… Stratejiniz uzun vadeli olmalı ve siz ancak bu vadelerin sonunda başarılı ya da başarısız sayılmalısınız.
Biz Beşiktaş’ta 2000-2003 arası bunları yaptık ama son dönemde kısa dönemli görev aldığımda yapamadık. Çünkü bizde başkan, her şey demek. Onu aşamıyorsun. İşler ne zaman başkaları tarafından rayına oturtulsa başkan kendisini gereksiz hissediyordu. Mevcut düzende, yozlaşmış kongre ortamlarındaki kabuğu kırabilmek için yenilikçi bir başkan olmalısınız. Ali Koç bunu yaptı ve elinde kulübe koyacağı sermaye derinliği var. Doğru insan gibi gözüküyor. Dünya futbolunu iyi bilen birer sportif ve teknik direktörle anlaştı, takıma genç oyuncular ekledi. Burada benim için tek soru işareti, Ali Koç’un kendisi. Heyecanlı bir taraftar olduğuna şüphe yok fakat yönetime dair nasıl bir bakış açısı var, bilemiyorum. Futbol yönetim aklını bilemiyorum. Yine de kurduğu yapı, Türk futbolu için yeni bir model umudu olabilir.
Kamusal Adaletsizlik...
Türkiye’de vatandaşların son kuruşuna kadar vergi verip en ufak sıkıntıda dahi önemli bedeller ödediği bir ortamda, futbol kulüplerine sunulan vergi afları, önemli bir kamusal adaletsizlik yaratıyor. Ayrıca devlet, vergi gibi meseleleri futbol kulüplerine karşı bir koz olarak kullanıp onları kendisine muhtaç hâle getiriyor. Geçmişten beri böyledir; Ankara’daki siyasiler, takım yöneticilerinin kendi ayaklarına gelip vergi affı, stadyum kullanma izni, altyapıya yatırım bütçesi gibi taleplerde bulunmalarından hoşlanır. Buradaki amaç da on milyonlarca taraftarı olan kulüplere iyilik yapmış gibi gözükerek toplum nezdinde siyasi iradeyi güçlendirmektir.
Beşiktaş’ın kültüründe ve genlerinde gücünün sınırlarını bilip ona göre hareket etmek vardır. Her zaman kendini var eden bir takım olmuştur. Bunda tarihinin ve semt takımı olmasının etkisi de yadsınamaz. Beşiktaş’ın yerel değerlerini koruyup dünyaya açılma şansı var. Yakın örnek; feda süreci, ardından gelen iki güzel şampiyonluk ve Şampiyonlar Ligi grubundaki liderlik. Ancak yönetim, Bayern Münih maçlarında takılıp kaldı. Doyum noktasına ulaşmışlardı çünkü. Hâlbuki bunların hepsi birer sıfır noktası kabul edilmeliydi. Proje artık dağılıp dökülüyor.
Galatasaray sürekli değişen yönetim kadrolarına rağmen bir strateji belirlemek zorunda. Ellerindeki Florya, Riva, Ali Sami Yen gibi varlıkları sattıktan sonra bu noktada olmaları üzücü. Mektep cemiyeti ile yönetim çekişmeleri onların liyakat ve uzmanlığa verdiği değeri düşürüyor. Açık konuşmak gerekirse Fatih Terim varken, zaten diğer uzmanlıklardan ancak onun izin verdiği kadar faydalanılabiliyor. Şampiyonlar Ligi, bu yıl onlar için belirleyici olacak.
Altyapı konusunda başta Almanya olmak üzere bir çok deneyim ışık tutabilir bize. Mesela İzlanda. Önce her okula bir saha yapacaksın, sonra da futboldan anlayan altyapı hocaları yetiştirecek ya da en azından beden eğitimi öğretmenlerini eğiteceksin. Bu işin temelleri bu kadar basit. Fenerbahçe, ilk 11’inde Barış’ı oynatacak. Galatasaray Yunus’u, Beşiktaş da Fatih’i... Bu iş istesek de istemesek de nihayetinde o noktaya gelecek zaten, bari bunu bilinçli ve proaktif biçimde yapalım.
Türkiye’nin tek çaresi üretmek. Erhan Önal’dan beri Avrupa’da yetişmiş oyuncularla idare ediyoruz. Ülkenin tüm ekonomik yapısı benzer vaziyette. Ya dışarıdan satın alıyoruz ya da aracılık yapıyoruz. Biz başarıyı satın almaya çalışan bir ülkeyiz. Avrupa Şampiyonası’na katılmak için turnuvaya ev sahipliği yapmaya çalışıyoruz. Onun için de zeminleri rezalet, işletilemeyen onlarca stat yaptık. Oysa futbol; tribünde, betonda oynanmıyor ki... Konya’daki stadın hâli adeta ülkemizin hâline ışık tutuyor. Dışarıdan bakınca renkli ve ışıltılı bir manzara fakat içerisi çürümüş ve bitmiş vaziyette.