
Çalı Fasulyesi
18 dk
John Huston, Hollywood basamaklarından çıkarak kendini dünyaya tanıttı. İlk gözağrısı ise ABD'nin bir diğer kahramanlık fabrikası, bokstu. Hemingway'den Dempsey'ye 'Çalı Fasulyesi'nin kaleminden boks anıları…
Boks ve beyzbol, uzun yıllar ABD'nin 'ikonik sporcu' ihtiyacını karşıladı. John L. Sullivan'la başlayan halk kahramanı boksörler furyası, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar devam edecekti. Boksörlerin başarısı sadece ringlerle sınırlı kalmıyor, popüler kültüre ve gece yaşamına kadar uzanan bir krallık vadediyordu. 1956'da vizyona giren Şöhretin Sonu da boksun, dönemin ABD'sindeki yerine dair ipuçları veriyordu. Film belki klasikler arasına girmedi ama başroldeki Humphrey Bogart'ın vefatından önce çektiği son film olarak sinema tarihine geçti.
Malta Şahini, Afrika Kraliçesi, Ölüm Gemisi, Altın Hazineleri… Bogart'ın kariyerinin zirvelerinden olan filmlerde yönetmen koltuğunda oturan yakın arkadaşı John Huston, ringlerden bir hikâyeyi beyazperdeye taşıdığında tarihler 1972'yi gösteriyordu. Fat City (Boksörün Dünyası) Hollywood için biraz ağır akan ve mutlu sondan uzak bir kaybeden boksör hikâyesiydi. Güzel eleştiriler alsa da hasılatı pek de iyi olmadı ama ABD ve dünya boks tarihinin en ikonik kahramanı Muhammed Ali'yi etkilemişti. Huston'dan özel davetiye alan Ali, kendisi için yapılan gösterim sırasında geveze genç siyahi boksörü görüp şunları söyleyecekti: "Filmi durdurun! Oradaki benim! Şunu dinleyin… Bu benim! Duyuyor musunuz?"
John Huston, 1980'de yayımlanan ve 1993'te Nisan Yayınları'dan çıkan İrma Dolanoğlu'nun Türkçeye çevirdiği otobiyografisi Açık Bir Kitap'ta (An Open Book) Fat City'nin Muhammed Ali özel gösterimini bu alıntıyla anlatıyordu. Sartre'dan Hemingway'e, İkinci Dünya Savaşı'ndan 'Hollywood Onlusu'na uzanan kitapta boks anıları bununla da sınırlı değildi. Nitekim Huston sinema ve resimden önce boksu kafaya takmıştı…
Mahallede benden yaşça biraz büyük iki çocukla arkadaşlık kurmuştum: Charles Wright ve Harold Hansen. Harold boks yapardı, ben de bu spora ciddi olarak bu vesileyle başladım. Şehirde bir oyun salonunda atletizm hocalığı yapan ve bir zamanlar profesyonel boksör olan Bay Lott adında biri, adam başına bir buçuk dolara boks dersleri veriyordu. Harold ile yazıldık. Bay Lott iyi bir boksördü ve bize sağlam temel bilgiler öğretti. İlk önce, hayali bir daire içinde yumruk attırarak, daha çok güç kazanmak için bileği kilitlemeyi ve yumruk atarken kolu çevirmeyi öğretti. Lott, James J. Corbett'in stilini savunuyordu ve çoğu kulüp boksörünün kavgacı taktiklerinin aksine ayak oyunlarına, zamanlamaya ve dakik boks tekniklerine önem veriyordu. Kum torbası çalışmalarına geçtiğimizde önce hafif torbayla başladık ancak birkaç ay sonra tüm ağırlığımızla yumruk atmamıza izin verdi.
Yaklaşık altı ay beraber çalıştıktan sonra Lott, Harold'ı Los Angeles Atletizm Kulübü'ne gidip LAAC boks takımının başındaki George Blake'in önünde birkaç raund dövüşmeye teşvik etti. Ben daha on beş yaşındaydım ve henüz buna hazır değildim. Harold mezun olduktan ve Charlie okul değiştirdikten sonra Lincoln Heights Lisesi'ne geçtim. Bu, her gün bir saat tramvay yolculuğu yapmamı gerektirse de mutluydum. Okul, boks takımlarıyla ünlüydü. O zamanlar Lincoln Heights'a giden geleceğin iki dünya şampiyon vardı: Fidel LaBarba ve Jackie Fields.
Bay Lott'un bize kazandırdığı mükemmel temel sayesinde Harold gibi ben de diğer amatör dövüşçülerin çoğundan üstündüm ve çok geçmeden sıkletimde Lincoln Heights şampiyonluğunu aldım. Bu spora karşı doğuştan istidadım vardı. Bir seksene yakın boyum, altmış dört kilo ağırlığımla tam bir çalı fasulyesiydim ama uzun kollarımın avantajını uygun şekilde kullanıyordum. Mükemmel zamanlamam, iyi bir sol direğim vardı ve şaşırtıcı derecede sert vurabiliyordum. Para için kulüplerde boks yapmaya başladım, dövüş başına beş dolar alıyordum. Aslında buna ihtiyacım yoktu. İyi bir cep harçlığım vardı -ama dövüştüğüm için bana para ödenmesi fikri hoşuma gidiyordu. Yaptığımı annemden saklamak durumundaydım tabii. Kesinlikle tasvip etmezdi. Bütün kulüplerde dövüştüm: Azusa, Glendale, Moroniva, Glendora, Bakersfield ve hatta Fresno kadar kuzeyde. Ustalaştıkça Doyles'ta, Lyceum'da, Central Avenue'daki 'Madison Square Garden'da ve Old Legion'da dövüşler almaya başladım.
Bugün çoğu boksör ellerini yüzüne yakın tutuyor, oysa o günlerde geçerli olan stil, bir elini açıkta tutmaktı -daha açık bir duruş. Ben bu kurala uymuyordum gerçi. Sağ elimi yüksekte, solumu ise daha alçakta tutardım; bu stil, boyumdan ve uzanabileceğim mesafeden daha iyi yararlanmamı sağlıyordu. Muhammed Ali de çoğunlukla bu tekniği büyük ustalıkla kullanır. Karşımdakiler çoğunlukla benden kısaydı; önce geride dururdum, sonra uzanma mesafeme geldiklerinde solumu çıkarırdım. Rakiplerimi düşürmem çoğunlukla karın boşluğuna vurduğum yumruklarla olurdu, birkaç müsabakada da alt kaburgalarını kırdım. Çoğu kulüp boksörünün tamamıyla aynı kombinasyonlarla dövüştüğü gerçeğini kapmam uzun sürmedi -küçük direk, kısa kroşe ve çapraz vuruşlardan oluşan değişmeyen bir sıra. Rakibinin kombinasyonlarının sırasını öğrenince kendimi otomatik olarak koruyabiliyordum. Ara sıra sert bir sürprizle karşılaşıyordum ama çoğunlukla sıra aynıydı. Yirmi beş müsabakadan yirmi üçünü kazandım -bu arada burnum da kırıldı- ve boks sporunu meslek edinmemeye karar vermeden önce Kaliforniya'nın önde gelen hafif sıkletleri arasına girdim.

George Wesley Bellows'un Dempsey-Firpo maçındaki o anı yansıttığı tablosu...
Denby'ye ilk olarak 1923 yazında gittim. Babam (Walter Huston) oradaydı, Nan Halam da. Pazar sabahları Quaker Ridge'de küçük bir Episkopal kiliseye gidiyorduk. Ben yıllardır kiliseye gitmemiştim. Rahip, yeniyetmelerle ilgilenen genç bir adamdı. Kolejlerarası orta sıklet boks şampiyonası olduğunu iddia etti, bir maç yapmamızı önerdi. İlk raundu bile bitiremedik. Tek yaptığım onu düşürmek oldu. Sanki camdan bir çenesi vardı, hızlı bile vurmamıştım.
Arada bir New York'a gidiyorduk. O yazın en unutulmaz anısı Dempsey-Firpo maçıydı. Dramatik etki bakımından mukayese edebileceğim tek şey, yirmi beş yıl sonra, Lorenzo Ganza ve benim kuşağımın en büyük matadoru Manolete arasında Mexico City'de yapılan ünlü 'mano a mano'dur.
Babamla ben ringin yanında değil de yukarıdaki koltukların ilk sırasındaydık ve manzaramız çok iyiydi. Firpo kahverengi bornozlu dev bir cüssedeydi. Ringdeki herkesin bir baş üzerinde duruyordu -kule gibi, sarsılmaz bir kütle. Dempsey ringe beyaz bir süveterle çıktı, durmadan hareket ediyordu. İki adamın boyutları arasında korkunç bir fark vardı. Dempsey, Firpo'nun yanında çocuk gibi kalıyordu. Boksörler tanıtıldı. Açılış zili çaldı. Daha ilk yumruklaşmada Firpo düştü, kalabalık tek vücut halinde ayağa kalktı ve çıldırdı. Yanımda oturan ufak tefek adam göremiyordu, onun için dar bir siper demirine tırmandı. Firpo kalktı sonra tekrar düştü. Yanımdakine doğru baktım. Orada değildi. Aşağıdaki geçide düşmüştü. Pek üzerinde durmadım, herkes gibi. Büyük olasılıkla ölmüştü veya ölüyordu ama kimsenin onunla ilgilenecek vakti yoktu. Bu, size o anki kargaşa hakkında bir fikir verir sanırım.
Firpo vurmayı biliyordu. Jess Willard gibi sadece bir cepheden ibaret değildi yani. Dövüşmeyi biliyordu ve uzun, direk yumruklar atıyordu. Dempsey bir çeşit çaresizlikle dövüşüyordu, sanki hayatı söz konusuydu, o kendine has çömelmeleriyle bir içe bir dışa zikzak yapıyor, her yerden gelen ama nereden geldiği belli olmayan sağ ve sol kısa kroşelerini atıyordu. Bir boksörün, rakibi yere düştüğünde tarafsız bir köşeye gitmesi kuralı yürürlükte olduğu halde bu maçta kimse buna uymadı. Firpo her iplere gidişinde Dempsey üzerinde durup bekliyordu. Firpo'nun elleri ve dizleri iplerden uzaklaşıp ayağa kalkmaya çalıştığında Dempsey tekrar vuruyordu. Firpo bir an için ayakta durmayı başarıp kafasını toparlayabilse durum çok farklı olacaktı. Dediğim gibi, vurmayı biliyordu. İlk raundun sonlarına doğru toparlandı ve Dempsey'yi ringin dışına yuvarladı. Stattaki herkes ayağa kalkmış bağırıyordu, sonra ellerin Dempsey'yi iplerden içeri ittiğini gördüm. Firpo hemen saldırdı. Dempsey'yi köşeye sıkıştırdı ama delice bir arzuya kapılıp çıldırdı. Gelişigüzel sağ sol yumruklar atmaya başladı. Bu yumruklardan sadece bir tanesi hedefini bulsa, maç çoktan bitmiş olurdu. Ama burada Dempsey gerçek bir şampiyon olduğunu gösterdi. Ellerini zor kaldırıyordu ama o köşede durup elinden geldiğince yumruklardan kaçındı ve raundun sonuna kadar fırtınaya dayanmayı başardı. İkinci rauntta ringe çıktı ve Firpo'yu düşürüp saydırmaya başladı. Bir anda Polo Grounds'ın her yerinde kavga çıktı. Tarifi imkânsız bir duygu patlaması oldu; bu olayı hatırlarken hâlâ tuhaf bir korku hissine kapılırım.
Bir yıl sonra babam The Easy Mark'ta oynarken, kabadayıların tiyatro dünyasına da girdiğinden bahsediyordu. Kuru temizlemeciler, çamaşırhaneler ve küçük dükkânların yanı sıra artık aktörlerden de haraç istemeye başlamışlardı. Chicago'da bir gece kulübü şarkıcısının dili kesilmişti. Al Jolson'ın koruma parası ödediği söyleniyordu. Bir gece babam son perdeden sonra soyunma odasına geldi ve sırtını kapıya dayayıp durdu, kaşları çatılmıştı:
— Ne oldu baba?
— Başımız dertte. Kapının dışında korumaya ihtiyacım olduğunu düşünen bir adam var.
Kendimi kaybedip babamın beni iş başında görmesi fırsatına derhal atladım ve "Ben onu hallederim" dedim. Babamı yana ittim ve kapıdan fırladım, karşımda duran Jack Dempsey'di, bana gülümsüyordu. "Selam, John" dedi, "Baban da bana senden bahsediyordu."

Jack Johnson
1920'lerin sonunda Harlem çok popülerdi; ben de oraya gidip orada epey vakit geçirdim. Billy Pierce'ın Broadway'de bir dans okulu vardı. Oraya gider, starlar için dans figürleri hazırlamasını seyrederdim. Billy Pierce ve şu büyük boksör Jack Johnson (ağır sıklette şampiyon olan ilk siyahi boksör) eski dosttular; bir gece üçümüz bir Harlem kulübünde oturuyorduk, Jack eski günlere daldı ve hayatında sevdiği tek kadından bahsetmeye başladı -daha sonra skandal evlilik yaptığı beyaz kadın değil de siyah olan ilk karısından.
Jack bu kadınla Teksas'ta tanışıp evlenmiş. Sonra bir gün -sanırım San Antonio veya Galveston'da- Jon Choynski ile maçı varmış. Anlaşmaya göre parasını ring kenarında alacakmış ve parasını alana kadar maç başlamayacakmış -para da karısına verilecekmiş. Jack maç gecesi, karısı ona başıyla tamam işareti verene kadar köşesinde beklemiş, sonra maç başlamış. Dövüş sırasında Jack şöyle bir etrafına bakınmış ve karısının oturduğu yerin boş olduğunu fark etmiş. Maç bittiğinde, kadın soyunma odasında da değilmiş, otele döndüğünde orada da yokmuş. Parayı alıp kaçmış kısacası. Jack peşine takılmış ve kadını Los Angeles'ta bulmuş. Kadının uyduracak bir bahanesi varmış tabii. Her türlü bahane işe yaramış çünkü Jack kadına âşıkmış.
İşler bir süre için yatışmış, sonra bir gün Jack eve gelmiş ve karısının yine tüydüğünü anlamış. Kadın bu sefer kendi eşyalarını almakla kalmamış, giysileri de dahil olmak üzere, onun da bütün eşyalarını almış. Söylentilere bakılırsa kadın, Kid North adlı bir jokeyle kaçmış. Jack kadının izini Kansas City'de bir apartman katına kadar sürmüş ama o gelene kadar kadın çoktan gitmiş. Dairede kendi giysilerini bulmuş fakat bir jokeyin üstüne uyacak şekilde kısaltılıp daraltılmış halde.
Yıllar sonra, Chicago'dayken, gazetede küçük bir yazıda, Jack Johnson'ın eski karısı olduğunu iddia eden bir kadının bir dükkândan hırsızlık yapma suçuyla tutuklandığını okumuş. Hapishaneye gitmiş, tabii o kadınmış. Ona bir avukat tutmuş, kefaletini ödemiş, oteline götürmüş ve yatağına yatırmış. Kadın hakikaten beş parasızmış, üstünde giyecek doğru dürüst bir şeyi yokmuş, Jack çıkıp birkaç parça bir şey alayım demiş. "Ona koca bir kutu iç çamaşırı aldım" dediğini hatırlıyorum. Ama Jack eli kolu giyecek ve hediyelerle dolu otele döndüğünde, bakmış kadın yok. Onu bir daha görmemiş.
Bundan uzun bir süre sonra, Los Angeles'ta Kid North ile tanıştırıldım. Ona Jack'in kostümleri hakkındaki hikâye doğru mu diye sordum. Hakikaten onun boyuna göre kısaltılmış mıydı? "Evet," dedi, "Kısaltılmıştı."

"Uzun bir dövüş oldu. Ben çok formdaydım. Errol da çok iyi bir atlet ve iyi bir boksördü."
Los Angeles'a dönünce (İkinci Dünya Savaşı'ndaki görevinden) Western Avenue'daki Ordu Fotoğraf Merkezi'nde Report from the Aleutians üzerine ön çalışma yaptım, boş vakitlerimdeyse arkadaşları ziyaret ettim, partilere gittim. Gerçek kahramanlarla çalışmış olmanın verdiği duyguyla, beyazperdedekileri çekecek durumda değildim doğrusu. Bu ruh hâli içinde, David O. Selznick'in evinde verdiği partide, koridorda Errol Flynn'le karşılaştım.
Errol'u pek tanımazdım. Warner'da kontratlı oyuncu olarak çalışmıştı, biraz orada görmüştüm ama benim filmlerimde hiç oynamamıştı. Hatırlıyorum, elimizde içkiler vardı. Errol bela arıyor olmalıydı veya ruh halimi sezdi ve üstüme geldi çünkü hemen birisi hakkında ileri geri bir şeyler söylemeye başladı -bir zamanlar çok ilgi duyduğum, hâlâ da derin bir sevgi beslediğim bir kadın hakkında. Söylediklerine çok öfkelendim ve "Yalan!" dedim, "Yalan olmasa bile bunu ancak bir o….u çocuğu söyler." Errol, "İstersen başka yerde hesaplaşalım," dedi, ben de olur dedim. Errol önde ben arkada bahçenin bir ucuna gittik. Partiden ayrıldığımızı kimse görmemişti.
Kimsenin duyup da aramıza giremeyeceği kadar kuytu bir yer bulduk, ceketlerimizi çıkardık ve giriştik. Beni hemen yere devirdi, çakıl yolda dirseklerimin üstüne düştüm. Derhal ayağa kalktım ve derhal yine düştüm; her seferinde dirseklerimin üstüne düşüyordum. Sanırım kavgaya başladığımızda kafam pek yerinde değildi ama birkaç yumruktan sonra yerine geldi ve o zaman ben de geçirmeye başladım. Uzun bir dövüş oldu. Ben çok formdaydım. Errol da çok iyi bir atlet ve iyi bir boksördü; kendini nasıl koruyacağını biliyordu ve on, on bir kiloluk bir avantajı vardı. Nihayet ona ulaşmaya başlayıncaya kadar beni bayağı benzetmişti. Kaşım patlamış ve burnum yine kırılmıştı. Ama kendimi toparladım ve vücuduna çalışmaya başladım, kaburgalarını yıprattığımı biliyordum. Bunun üzerine vücuduma sarılmaya ve beni tutmaya çalıştı, benden güçlü olduğu için sıyrılmakta biraz zorlanıyordum. Hatırlıyorum, ikimiz de çok ağır olmasa da son derece çirkin kelimeler sarf ediyorduk. Bunu Errol başlatmıştı ama ben de katıldım. Ve bunlar 'pezevenk'in sevgi sözcüğü olmadığı günlerdi.
Kavga neredeyse bir saattir devam ediyordu. Temiz bir dövüştü ama. Yere ilk düştüğümde yuvarlandım ve Errol'un tekme atmasını bekledim. Ama atmadı. Geriye çekildi ve ayağa kalkmamı bekledi, bayağı sportmence bir hareketti bu. Kavga tamamıyla Queensberry Kuralları'na göre yapıldı, bunun için Errol Flynn'e şapka çıkarmam gerekir. İkimiz de faul yapmadık ve sonradan şikâyet edeceğimiz bir şey olmadı. Parti dağılmaya başlamıştı ve misafirlerden bazıları arabalarını yolda çevirirken farları aydınlatınca bizi gördü. Herkes koştu ve bizi ayırdılar. David kavgayı Errol'un başlattığını düşündü çünkü böyle bir şöhreti vardı, atışmaya başladılar. David, Errol'a küfürler etti ve kendisiyle dövüşmeye davet etti. Errol o akşam hastaneye gitti, bense Selznick'lerde kaldım; ertesi sabah ben de hastaneye gittiğimde Errol nasıl olduğumu sormak için telefon etti. Bana iki kırık kaburgası olduğunu söyledi, ben de kavgamızdan çok keyif aldığımı söyledim, umarım tekrar dövüşürüz dedim. Babam birkaç gün sonra Kaliforniya'ya geldiğinde olayı öğrenince tekrar dövüşüp bu sefer biletlerin parasını bir hayır kurumuna bağışlamamızı önerdi. Bu gerçekleşmedi. Errol'ı bir daha on iki yıl kadar, Afrika'da The Roots of Heaven'da beraber çalışıncaya kadar görmedim.

Ernest Hemingway - John Huston
We Were Strangers'ın ikinci bölüm çekimleri için mekân taraması yapmak üzere Küba'ya gittim, Evelyn (Keyes), Peter Viertel ve karısı Gige de bana eşlik ettiler. O zaman, Peter'ın vasıtasıyla Ernest Hemingway'le tanıştım. Birkaç gün sonra Hemingway'in finca'sında (Küba'da yaşadığı ev) boks hakkında konuşuyorduk. Peter daha önce Papa'nın (Hemingway'in yakın arkadaşlarının taktığı lakap) benim bu kadar iyi olabileceğimi anlamadığından bahsetmişti. Sıkletime göre çok hafiftim. Buna kafam bozuldu. Eldivenler oradaydı, "Haydi giyelim, Papa," dedim. Bunu bir meydan okuma olarak düşünmemiştim. Sadece Papa'nın nasıl hareket ettiğini, nasıl bir boksör olduğunu falan görmek istiyordum.
Papa, "İyi bir boksörmüşsün galiba, John," dedi. "Bu uzun kollarla orada öylece durup devamlı burnuma vurabilirsin, değil mi? Belki de beni devirirsin, ha?"
"Bunu yapmak aklımdan bile geçmez, Papa." "Pekâlâ, John, deneyelim bakalım."
Papa banyoya gidip yüzüne soğuk su çarptı, Peter da arkasından gitti. Peter'ın sonradan söylediğine göre Papa banyodayken, "Ona dersini vereceğim!" demiş. Onlar banyodayken Mary (Welsh Hemingway) bana döndü: "John, Papa bir hastalık geçirdi. Kendini yormaması gerekiyor. Onun için ne olursun onunla dövüşme!" Papa'nın hastalığını ilk kez duyuyordum. Mary, iguanayı bulmaya gittiğinde kıyıya yürümeyi tercih etmesinin sebebinin bu olduğunu söyledi. Papa geri dönünce bir mazeret uydurdum. Papa, pazar günleri bir yumruk atmaktan hoşlanırmış, belki de vazgeçtiğim iyi olmuştu.
Hazırlayan: İlhan Özgen