
Yüzleşme
10 dk
Tarık Daşgün, İstanbul’da tutunamayan ne ilk ne son futbolcuydu ama en popüleri oldu. Aradan geçen 20 yılda geçmişiyle yüzleşti ve yeni kariyerinin başında, eskı günlerini Socrates’e anlattı.
Öncelikle meşhur kaçırılma mevzusunu soralım. Bu olay veya ödenen bonservis bedeli sizde bir baskı veya stres yarattı mı?
Rahmetli Şadan Abi’nin (Kalkavan) Ada’daki evine gittik. 1 Haziran’a kadar orada kimseyle görüşmeden bekledim. Her gün, her an spor haberleri dışındaki bültenlerde bile kendi haberlerimi izlemekten, “Bugün de bulunamadı” demelerinden, belki de evet, bende de stres başlamış olabilir. Bu kez, “Sahaya çıktığımda ne yaparım, nasıl başarılı olurum?” diye düşünmeye başladım. Bir an önce ayın 1’i gelsin ve oradan gideyim istedim. Çünkü çok sıkılmıştım.
Sezon sizin için nasıl başlamıştı?
Transferin başladığı gün milli takımın ABD kampına katıldım. Bitiminde izin kullanmadan Fenerbahçe’nin Brezilya kampına geçtim. Hiç dinlenemedim. Pubis sakatlığına yakalandım. Yine de tahminimce 28 maç oynadım. Ama hepsinde de tam performans gösteremedim.
Basın o dönem size şu eleştirileri getiriyor: Altyapı eksikliği var, ayağında çok top tutuyor ve güçsüz. Ne dersiniz?
Bir kere altyapı eksikliğini hiç kabul etmem. Ben Gençlerbirliği’nin spor okulunda yetiştim. Futbola 10 yaşında başladım. Tamam, bugünkü şartlara bakarsanız altyapılar henüz tam gelişimini tamamlayamamıştı. Ama Türkiye standartlarında en iyi kulüpte yetiştim. Her kategoride şampiyonluğa oynuyorduk. Güçsüzlüğü kabul ederim. Ayağında çok top tutma… Bunu da kabul etmem çünkü bu benim oyun tarzım. Ayrıca çok da top tutmuyordum. Gerektiği yerde, gereken şeyleri yapıyordum. Topu iyi kullanmak, dripling yapmak… Bunlar bende varsa neden kullanmayayım? O transferi tek top oynayarak yapmadım.
Carlos Alberto Perreira nasıl bir hocaydı, size nasıl yaklaşmıştı?
Şunu anlatabilirim: Brezilya kampında ilk gün, bizi sabah 6’da uyandırdılar. Antrenman varmış. Kahvaltı etmeden kros yaptık. Geldik kahvaltı yaptık, sonra bir idman daha. Öğle yemeği, dinlenme, sonra bir antrenman daha. Akşam odada dedik ki: “İlk gün üç antrenman, biz bittik!” Bir de adam programı akşamdan asardı. Uzun periyodu göstermiyor, günlük olarak veriyordu. Kimse koridorda programa bakmak istemiyordu. Fakat o gün, ilk ve sondu. Ertesi gün tek idman, sonra bir maç, öbür gün izin. Sonra maç, yine izin. Artık gidip sivil kıyafet aldım. Her gün dışarıdayız çünkü. Dönmek istemedik. Sekiz gün hiç idman yapmadık. İlk gün “Ölürüz” dedik ya, sonra baktık idman yapmıyoruz, “Nasıl şampiyon olacağız?” demeye başladık. Ama çıktık, şampiyon olduk. Belki de Fenerbahçe’de en çok uyum sağladığım antrenör oldu.
Takıma geldiğinizde ortam nasıldı?
Gençlerbirliği’nde gerçekten aile ortamımız vardı. Kamplarda diğer maçları izlerdik, odalarda sohbet ederdik. Antrenman dışında da bir arada gezerdik. Fenerbahçe’de ise 20 gün selamlaşmadığım insan oluyordu. İdmana çıkıyorsun, idman bitince gidiyorsun. Kahvaltıda adama “Günaydın” diyorsun, o kadar. Zaten yabancılar ayrı bir havada. Buraya elit oyuncular geliyor. Fakat aile ortamı yok. Herkes işini yapıp gidiyor. Herkesin başka bir dünyası var.
Bu sizi biraz boşluğa düşürdü mü?
Düşürmez mi! Mesela Gençlerbirliği’nde Erkan Abi (Sözeri) odama gelirdi, ‘’Aslanım, nasıl durumun? İyi dinlen, yarın maç çok önemli. Sen bu maçı tek başına alırsın’’ falan derdi, beni motive ederdi. Ben Fenerbahçe’de hiç kimseden bunları görmedim. Bu da benim için motivasyon kaybı oldu. Eksikliğini yaşadım. Kendi özelliklerini, en azından kendini motive etme özelliğini yavaş yavaş kaybediyorsun.
Peki o motivasyon ihtiyacını tribünden alabiliyor muydunuz?
Taraftar beni çok seviyordu. Bu da bana olumlu yansıyordu. Sakatlık dönüşünden sonra oyuna yedekten girmeye başladım. Ben kenarda ısınırken seyirci müthiş destek veriyordu. Ben de oyuna girdiğimde o havayla skoru değiştirebiliyordum. Zaten oynamadığımda moralim bozuk olur. Ama seyircinin hocaya “Oyuna al” diye bağırması sayesinde, o motivasyonla, oyuna girdikten sonra hep iyi şeyler yaptım.
Bu ‘erken gitme’ mevzusu tam olarak nedir?
Tecrübe... Ben 20 yaşında Fenerbahçe’ye gittim. Ligi bir sene oynamıştım. 17 yaşında Süper Lig’de oynuyor olsaydım, iki sezonu tam geçirseydim, lige bakış açım ve Fenerbahçe’deki duruşum çok farklı olurdu. Sonradan teşhis ettik, erkenmiş.
Gençlerbirliği’ndeki ilk sezondan önce, altyapılarda size ilgi nasıldı? “Bu çocuk olacak” havası var mıydı, yoksa sürpriz bir patlama mı oldu?
O boyutu apayrı. Genç takımda bazı maçlarımızı çarşamba günleri oynardık. Devlet memurlarından oluşan 20-30 kişilik bir grup vardı. O günlerde işlerine gitmez, beni izlemeye gelirlerdi. Genç milli, yıldız milli oldum. PAF takımda oynarken Mersin’de seçmelere gittim. Fatih Hoca (Terim) beni Ümit Milli Takım’a seçti. Hakan Ünsal, Alpay Özalan, Okan Buruk, Serkan Aykut, Ümit Davala gibi isimler vardı. O zaman hepsi kendi takımlarında oynuyordu. Sonra Fatih Hoca başkanla konuşup “Siz bu çocuğu nasıl oynatmazsınız?” dedi.
Parreira ile şampiyonluk yaşadınız. Lazaroni gelince mi başladı asıl sorunlar?
Benim açımdan sorun, Okocha’nın transferiydi. Başka hiçbir şey değil. Çünkü yanlışlarımı kabul edip düzeltmeye başlamıştım. Ailemi getirmiştim İstanbul’a; sezona çok iyi başlayacaktım. Belki iki sezon öncesine kadar oynuyor olabilirdim bile. Ama Okocha’nın gelmesi benim adıma her şeyi mahvetti. Çünkü adam da oynuyordu! Hem de benim yerimde oynuyordu. Hocanın tercihine de bir şey diyemem; çünkü adam hem dış transfer, hem iyi oyuncu, hem takıma katkı yapıyor... Ben ikinci plana atıldım. Futbol işte...
Gazetelerde “Lazaroni Tarık’ı gönderecek” gibi haberler çıkıyordu. O haberler sizi nasıl etkilemişti?
Hiç gerçeklik payı yoktu. Ben kendim gittim takımdan. Devre arasında Rüştü’nün düğününde bütün yöneticiler bir masada oturuyordu. Gittim, masaya oturdum. Şadan Abi’ye “Ben ayrılmak istiyorum” dedim. Düğündeyiz... “Ne diyorsun oğlum, sen bir tanesin!” dedi. Ben ısrar ettim. “Abi ben top oynamak istiyorum. Ne olur, bana izin verin ben gidip top oynayayım” dedim ve kalktım masadan. İki gün sonra da Antalyaspor ile anlaştım. Düğündeki masada başkan Ali Şen yoktu. Sonra haberlerde gördüm; “Benim öyle bir transferden haberim yok, iptal’’ dedi. Çekleri geri gönderdim. Bu sefer üç gün sonra Kocaelispor’a takasla gittim.
Kulübede beklemenin psikolojisi ya da oynamayacağınızı bile bile o idmanlarda çalışmak nasıldı?
Ligde kadroda yokum, Şampiyonlar Ligi‘nde banko oynuyorum. Bayağı tezat olmuştu. İnsana ceza gibi geliyordu. Hiçbir şey yapmazken, soytarı gibi gezerken, özel hayatına dikkat etmezken oynuyorsun ama ne zaman tam profesyonel gibi yaşayayım diyorsun, mücadele ediyorsun, o zaman da hiç oynayamıyorsun... Genciz, psikolojimiz kırılgan. Oysa çok sıkı çalışmıştım. Oynamayınca konsantrasyonum bozuldu.
Fenerbahçe’den ayrılırken Otto Bariç vardı. Onunla aranız nasıldı?
Vallahi hiç konuşmak istemediğim bir dönem. Minik takımdan futbolu bıraktığım ana kadar çalıştığım her hocaya büyük saygı duyuyorum ama bu adamın Fenerbahçe’nin başına antrenör olarak getirilmesine inanamıyorum. Antrenör bu kadar ucuz, basit olamaz. Beni soğutan da odur.
Kamp bitti, sezon başlayacak, bana “Seni oynatmayacağım” dedi. Bir oyuncuya bu denir mi? Hiçbir şey söylemese daha iyiydi. Ondan sonra gitme planlarım başlamıştı. Emin olun kulüpteki eşyalar giderdi, ben gitmezdim. Oynardım veya oynamazdım. 10 yıl daha dururdum, kimse de beni oradan gönderemezdi. Bariç’i de beklerdim, Okocha’nın gitmesini de...
Ama sabrım kalmamıştı. “Hayatımı oturarak mı geçireceğim?” diye düşünmeye başladım. Maç oynanıyor, ben oturuyorum. Türkiye’deki her stadın kulübesinde oturdum. Sıkılmıştım. Oynamak istiyordum. Kocaelispor denk geldi. İyi takımdı. Ama küme düşen takım da olsa ben gidip oynayacaktım zaten. Kiralık gitmek istiyordum ama takas yapılınca dönüşü olmadı.
Fenerbahçe sonrası döneme ‘dağılış’ diyebilir miyiz?
Dağılış değil de düşüş diyelim. Düşüş de değil esasında... Kocaelispor’da iyi bir performans gösterdim ve tekrar A Milli Takım’a yükseldim. Böyle dağılış olabilir mi? Ankaragücü’nden de A Milli Takım’a gittim. O dönemler aslında Fenerbahçe’deki olumsuz psikolojiyi atıp yeniden saldırma dönemleriydi. En verimli sezonumu Ankaragücü’nde geçirdim. En mutlu olduğum günlerdi. İki sezonda 23 gol attım, 20 civarında asist yaptım. Ankaragücü’nde huzurla, keyifle top oynadım. Bu, dağılış olamaz.
Fenerbahçe’ye, hatta İstanbul’a gelen genç oyunculara hep “Dikkat et, Tarık gibi olursun” dendi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Tarık ne yapmış? Gezmişliğim vardır. Ama emin olun normal bir insandan daha azdır. Benim tek problemim uyku sorunudur. Şimdi de çok geç yatıyorum, ilkokulda da geç yatıyordum. Bunu inkar etmiyorum. Gerçekten de erken uyusam belki daha kuvvetli olacaktım. Ama benim geç yatıyor olmam, sabahlara kadar gezdiğim anlamına gelmez ki!
“Ankaralılar İstanbul’a ısınamaz” derler. Sizde de öyle bir şey odu mu?
Aynen... Ben mesela şu an ailevi durumlarım nedeniyle İstanbul’da yaşıyorum. Normalde Ankara’dan başka bir yerde yaşayamam. Benim rahat nefes aldığım yer orası. Çok seviyorum. Emin olun etkisi vardır.
Fenerbahçe muhabirleri ile aranız nasıldı? Onların abartması var mıydı?
İyi olanları ile çok iyiydi. Basının genişlediği dönemlerdi. Bir idmana 60 kamera gelirdi. Bir gün Dereağzı’nda antrenman bitti. Gençlerden birkaçını aldım, kendime orta yaptırıyorum. 15-20 dakika ekstra çalıştım. En son bir tane orta geldi, ben de voleyi vurdum. Ondan sonra çimlere uzandım. Çocuklara da “Tamam gidin” dedim. Tempo yapmışım, yorulmuşum. Yanıma da o ara iki üç tane martı gelmiş. Ertesi günkü habere bakın: “Gece sabaha kadar uyuyamayan, alemlerde koşturan Tarık antrenmanda bayıldı.” Harbiden de baygın gibi yatıyorum. Altında ne bir isim, ne bir imza... Ben şimdi kime ne diyeyim? Gazeteye telefon açtık, o diyor “Benim haberim yok” öbürü diyor “Ben bilmiyorum.” Ne diyeceksin adamlara? Onlar da bize “Bu gazeteler, bu sayfalar neyle dolacak?” diyordu zaten.
En büyük şanssızlığınız medyanın genişlemeye başlaması olabilir mi?
Adam yumurta kırarken çekiyordu. Bir gün yağ pas içinde tulum getirdiler. “Giy” diyor, giyiyoruz. Kaputu kaldırıyor, poz veriyoruz: “Ben Fener’in işçisiyim.” Bu nedir ya? Yüzümüze gözümüze yağ, elimize bir anahtar. “Bu tutar” diyor. İyi, tutacaksa yapalım. Neler yaptırdılar! Gerçekten de yapmak zorunda hissediyorsun. Alpay’a havuzda takla attırdılar. Herkesi ‘maymun’ etmişlerdi. Emin olun ben de oldum. Artık futbolcuya “Size yakışmaz” diyorlar. Gerçekten de yakışmaz. Milletvekili oldu sonra Hakan Şükür. Neler yaptı, ne fıkralar anlattı.
Kulüpler o döneme göre biraz daha korumacı artık herhalde?
Ben Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi mezunuyum, orada şimdi ‘Spor Yöneticiliği’ diye bir bölüm var. O zaman yoktu. Benim önümde asbaşkan, Brezilya’da sambadayız ya... Peş peşe gidiyoruz. Adam yönetici! Ben onun arkasında, o benim önümde… Bunlar yöneticilik değil.
Kariyerinizin son dönemi biraz fırtınalıydı. Ceza aldınız, Kıbrıs’a, Çin’e gittiniz. Neler oldu o dönemde?
Aileme kötü laf getirecek hiçbir yanlış yapmadım. Çalıştım, işimle gücümle ilgilendim, gezmeyse de gezdim. O olay; o an, o ortamda oluşan bir durumdu. Ben onun cezasını çektim. Hırsızlık yapmadım, kimsenin hakkına tecavüz etmedim. Müptezeli değilim, köprü altında elde şarapla oturanlardan da değilim. Sırf bir hata olduğunu gösterebilmek için yeniden top oynadım. Altı ay top oynadım ki hiç planımda yoktu. Tek amacım futbolu ben bıraktım diyebilmekti. O olaylar antrenörlük kariyerimde oyuncuma bakış açımı da değiştirmiştir. Yaşadığım her şey, olumlu veya olumsuz, şimdi bana yarıyor. Oyuncularımla diyalog kurarken tecrübelerimi kullanıyorum.
Futbolcu Tarık elinizde olsaydı, antrenör olarak ne yapardınız?
Oynatırdım. Zaten Tarık’ın oynaması yeterdi.
Ya Ya Ya Şa Şa Şa filmini izlemiş miydiniz? Oradaki İlyas karakteriyle bağ kurdunuz mu hiç?
Ben o filmi izleyip futbolcu olmaya karar vermiştim. “Ben böyle olacağım” dedim, oldum işte.
Manisa Tarzanı
Bir gün televizyon izliyorum. Bir baktım, bizim Aygün (Taşkıran). Belden yukarısı çıplak, ağacın birine maymun gibi asılmış. Elinde de bir tane elma; “Al Jane, elma ye!” diyor. O da nişanlısı... Neymiş, Manisa Tarzanı! Hemen telefon açtım, “Oğlum sen ne yaptın!” dedim. O da bana şunu söyledi: “Bana ‘Bunu yapmazsak kadroya almazlar seni, bu haber seni kadroya aldırır’ dediler.”