Yüzmenin Saadeti

7 dk

Yüzmenin tarihi, neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Antik çağlardan 'akuadinamik' mayolara, John von Düffel'in satırlarından olimpiyat şampiyonu Michael Phelps'e kadar birçok hikâye de bu tarihin içinde saklı.

Haruki Murakami’nin koşuculuğunu biliyoruz. Koşmasaydım Yazamazdım’da koşma tutkusunu nefis anlatır (çev. Hüseyin Can Erki, Doğan Kitap). Japon yazarın bir başka romanındaki kahramanı, yüzme tutkunudur. Şöyle anlatır yüzmeden aldığı zevki: “Başkasına karşı sayı almam gereken yarış türlerinden nefret ediyordum. Ben daha çok durmadan yüzmek istiyordum, yalnız ve sessizlik içinde.” (Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, çev. Pınar Polat, Doğan Kitap).

Yüzme zevkinin ipucunu veren satırlar... Yüzmenin “faydaları” zaten malûm: Kan dolaşımını düzenler, sinirleri ve eklemleri esnetir, vücudu hiç darbelemeyen neredeyse tek spordur. Faydasından öte, çok zevklidir. Yalnızlık ve sessizlik, diyor ya Murakami. Bütün sporların zerk ettiği ‘insularite’ dedikleri duygunun, yani ‘adasallığın’, yani bir adaya kapanıp dünyadan yalıtılma duygusunun zirvesidir. Her sporda bir odağa yoğunlaşıp dalıp gidersiniz, iyi gelir, bir ‘yücelme’ hissi verir hatta. Yüzmede, suyun tecridi içinde, ‘dalıp gitmek’ mecazdan fiiliyata geçer. Yüzme, beden ve zihin için meditasyonun âlâsıdır. Hem cins hem fert olarak sudan geliyoruz ya, belki de ondandır.

Ustalar iki-üç bini geçince, amatörler genellikle dört yüz metre civarında ererler o meditasyon mertebesine. Gayretin, zahmetin hissedilmez hale geldiği, bilincin kulaçların hareketinde eriyerek suya karıştığı bir an vardır. Havuzdayken tur saymak, düş defterinin sayfasını çevirmek olur o zaman. Suyla hemâhenk, akmaya başlarsınız.

İnsanın suyla ilişkisi üzerine anlatıları ve bir romanı olan yazar ve dramaturg John von Düffel’in 2004’te yayımladığı Schwimmen (Yüzmek), bir yüzme kasidesidir. Yüzmeyi bizatihi bir yaşantı, bir saadet olarak anlatır.

Nick Hornby’nin hayatının dramını taraftarlık hikâyesi üzerinden kurgulaması gibi, von Düffel de kendi hayatının anlam seyrini yüzme tecrübeleri üzerinden okur bize. Derede, durgun gölde, açık denizde, havuzda, yazın, yağmurda, derecesini iyileştirmeye çalışarak veya yavaş yavaş, keyf için... Türlü türlü yüzme tecrübelerinde, kendine ve dünyaya bakışı dalgalanıp durulmuştur.

Von Düffel, kız arkadaşının birlikte yüzmeye gitme davetine nasıl şaşırdığını, havuza gidip yüzmeye başladıktan bir süre sonra iplere asılıp takılma beklentisini nasıl yadırgadığını anlatıyor kitabın bir yerinde. O yüzmeye devam etmiş tabii, kız da çekip gitmiş. Tabii. Yüzme, von Düffel için de bir ‘derece’ veya yarış konusu değil, sükûnet olayı. (“Balıklar sessizdir” diyor!) Bir yalnız kalma, kendi içine dönme tecrübesi. Zihniyle, bedeniyle, doğayla ilgili bir tecrübe. Evrenin dört temel elementinden biri olan suyla hemhal olma tecrübesi. Suyun akışına karışmak, suyun hışırtısının, ritminin ve nabzının bedene nüfuzu… Çıkınca, suyun vücudu sarmasının eksikliğini duyarak bir an kendini çıplak hissetmek... Bilen bilir; yüzen bilir, yani.

Sırtüstü yüzmeyi hiç anlamadım, diyor, von Düffel: İnsan niye suya sırtını döner? Kelebek ve kurbağalamayı da biraz manasız buluyor. Kurbağalama, insanlığın ilk geliştirdiği yüzme tekniği ve yüzme arzusundan önce suyun üzerinde kalma, boğulmama kaygısına dayanıyor. İlk resmî biçimini Prusyalı bir asker ‘icat etmiş’, bildiğim kadarıyla. Kelebeği de 1930’larda bir Amerikalı yüzme öğretmeni kurbağalamadan türeterek geliştirmiş. Kadim boğulma korkusu, bu üç stilde hâlâ hükmünü sürüyor von Düffel’e bakılırsa; yarı gönüllü yüzmeler bunlar. Ona göre aslolan, ‘serbest’ de denen kraul stilidir. Tamamen suyun içindesinizdir, kafayı yana yatırıp ağzıyla nefes almak dışında, sudan başka bir şey görmezsiniz. Hoş bir sağırlık içinde, algı kalıplarını aşarsınız. Mekân ve zaman, sudur. Ufuk, sudur. Saadet…

Yeni Bir Spor

Yüzme, antik olimpiyatların kadrosunda yoktur. Eski Yunan’da yüzmek, okumak gibi, terbiyenin değerli bir parçasıydı, bir temel beceri olarak gerekli sayılıyordu fakat sportifestetik bir değer taşımıyordu. Zaten mitoloji kahramanlarının yüzdükleri de enderdir. Eski Roma’da da yüzme, bir hayatta kalma becerisi olarak lejyonerlerin temel eğitiminin parçasıydı fakat değer atfedilen bir etkinlik, bir spor değildi. Romalılar havuzlara yüzmekten çok yıkanıp serinlemek, eğleşip sohbet etmek için gidiyorlardı.

Geçerken zikredelim, bir hadis-i şerife göre Allah'ı anma dışında her şey eğlence ve gaflettir; ancak üç şey müstesna; kişinin hedefler arasında gidip gelmesi (atıcılık, binicilik), eşiyle oynaşması ve yüzme. Âlâ.

Avrupa ortaçağında yüzmeye uzak durulduğunu biliyoruz. Kilise, suyun içinde kalmayı pis, ahlâksız bir faaliyet saydığı gibi, kadınlara ve çocuklara yasaklıyordu. Yüzme, ancak 18. yüzyılda sosyalleşti. Modern sporların oluşum sürecinde kendine saygın bir yer buldu ve modern olimpiyatların aslî unsurlarından biri oldu. Velhasıl, insanın bir kabiliyeti olarak eskidir ama bir spor olarak kurumlaşması, görece yeni.

Tarzan filmlerinden bildiğimiz Amerikalı yüzme şampiyonu Johnny Weissmuller’in bir biyografisini kaleme alan Sabine Horst anlatır:

Yirminci yüzyıl basın fotoğrafçılığında, ayrıca Lord Byron, Tenessee Williams gibi yüzme tutkunu yazarların tasvirlerinde, yüzücülerden yansıyan teşhirci, erotik ve homoerotik bir hava da girer işin içine. Bu da sporun popülerleşmesine katkıda bulunur.

ABD’de yüzmenin uzun süre beyaz ırkçılığının sınır çizgilerinden biri olduğunu da biliyoruz. Havuzlar uzun süre siyahlara kapalıydı. “Yüzmeyen, yüzme bilmez” sıfatı, ‘zenci’ye paralel bir hakaret sözü imiş o zamanlar.

Suda Koşmak

2008, yüzme sporunun delilik senesiydi. O sene içinde 108 dünya rekoru kırıldı. Bu rekor selinin sebepleri, yüzme camiasında uzunca bir süre tartışıldı.

İlk işaret edilen sebep, 'akuadinamik' mayolardaki gelişmeydi. (Sıkça işittiğimiz aerodinamik, katı kütlelerin havayla etkileşimlerini, akuadinamik de suyla etkileşimlerini inceleyen bilim.) Vücudu saran bu tam boy mayolar 1999’dan beri kullanılıyordu. 2008’de Speedo firması, yüzücüyü adeta suda taşıyan bir poliüretan model geliştirdi, onu Arena ve Adidas izledi. 2008’deki rekor seli, bu performansların ‘doğal’ olmadığına, teknolojinin ittirdiği ‘plastik rekorlar’ olduğuna dair şikâyetlere yol açtı. Nitekim akuadinamik mayolara 2009’da kısıtlamalar getirildi, 2010’dan itibaren tamamen yasaklandı. Kimi uzmanlar, bu işin abartıldığı kanısında; mayoların fizikî olmaktan çok psikolojik etkisi olduğunu söylüyorlar. Yüzücüler kendilerini zırhlanmış ve suyla bütünleşmiş hissediyorlar bu mayoların içinde, köpekbalığı gibi ‘atik’ hissediyorlar. Birçok rekortmen yüzücü, 2010 yasağının kendilerini yavaşlattığından yakınıyor. Rekor selinin dindiği de kesin.

Yüzmeyle ilgili yorumcular asıl, antrenman tekniklerindeki gelişmeye bakmamız gerektiği fikrindeler. Muazzam teknik değişimlerinin, hızı teşvik eden kural değişimlerini de beraberinde getirdiğine dikkat çekiyorlar. Kurbağalamada 1986’dan sonra kafayı suya daldırmaya izin verilmesi mesela, su direncini azaltan bir hamle. Hem çıkış hem dönüş kurallarının değişmesi, tutunduğu yerden biraz güç alarak atlamanın, daha çabuk ve ‘darbeli’ dönüş yapmanın yolunun açılması önemli. Yüzme hakemleri bile kural değişikliklerini takip etmekte zorlandıklarını söylüyorlar.

Akuadinamik mühendisliği, harıl harıl çalışıyor. Kelebek ve kurbağalamada kulaç atarken parmakları hafifçe açmanın sağladığı titreşimin itkiyi artırdığını ‘bulmuşlar’ mesela. Kollar suya daldırıldığında kalçalara doğru savururken elleri biraz yanlara doğru bükmenin, biraz daha fazla suyu ‘itmeyi’ sağladığını saptamışlar. En önemlisi: Ondülasyon tekniği. Su altı çekimlerinde görüyoruz ya, özellikle çıkış ve dönüşlerde kıvrılıp dalgalanarak yüzüyorlar. Balina ve yunuslardan ilham alınarak geliştirilen bir teknik. Tüm gövde ileri doğru atılırken sürekli yılankavi bükülüyor, böylece su direnci azalıyor, ivme yükseliyor, sürat dalgalanmaları düşüyor.

Olağanüstü yorucu bir teknik bu. Nitekim antrenman kültürü de olağanüstü sertleşti. Özellikle ABD’de. Tevekkeli değil, Avrupalı yıldız yüzücüler bile uzun süreli antrenman kamplarına oraya gidiyorlar. Orta mesafeciler bile haftada 100 kilometreden aşağı düşmüyor. Phelps’in de hocası olan usta antrenör Bob Bowman, zevk için yüzenlerden ‘siviller’ diye bahsedermiş, oradan pay biçin! Askerî talim havası var oralarda.

Klasik yüzücü tipi, kuvvetli ama inceydi. Hareketliliği kısıtlamasın ve oksijen yemesin diye lüzumsuz kastan kaçınılırdı. Şimdiyse vücutçuya benzeyen tipler de çıkmaya başladı. 2007/2008 yıllarının 100 metre Avrupa ve olimpiyat şampiyonlarından Fransız Alain Bernard, bu yeni tipin simgesi. Sekiz yılda 19 kilo kas ‘yapmış’.

Yüzmenin felsefesinin değiştiği basbayağı. Eskiden balık gibi kaymanın, suda süzülmenin estetiğine bakılırdı. Şimdi çok daha fazla kuvvete dayalı, “darbeli” bir yüzme stili yüceliyor. Yüzmenin kültürel tarihini inceleyen Charles Sprawson 2000’de çıkan Bir Kahraman Olarak Yüzücü adlı kitabında, yüzmenin estetiğini yitirip ‘suda koşmaya’ benzediğini söylemişti.

Söylemeden geçemeyeceğim. Bu satırların yazarı da bir ‘sivil’dir. Geçtiğimiz yıl bu vakitler İstanbul Boğaziçi Yüzme Yarışı'nı 1:09:01’lik derecesiyle 627. sırada tamamlamıştır. Bir arkadaştan emanet normal mayoyla, koşmadan, sakin…

Kalp, Ciğer ve Ruh

24 Temmuz–9 Ağustos arası Rusya, Kazan’da yapılacak Dünya Yüzme Şampiyonası’nın Michael Phelps’siz cereyan etmesi bekleniyor. 2014’te alkol problemlerinden ötürü ABD takımından bir süreliğine çıkarıldı, 2016 Rio Olimpiyatı’na kadar uzletine çekildi. Geçen sene ABD yarışlarında 100 metrede 7. oldu bu arada. Gerçi Dünya Yüzme Federasyonu Phelps’e memnuniyetle yaldızlı bir ‘wild card’ takdim edeceğini bildirdi ama yine de katılmıyor.

30 yaşındaki Phelps, bir ikon. Tüm branşlarda. Olimpiyatlar tarihinin en büyük sporcusu sayılıyor. Başka deyişle: En büyük ‘Olimpiyonik’ (olimpiyat şampiyonu). 18’i altın 22 olimpiyat madalyası var. 70’lerden beri şanı yürüyen yüzme efsanesi Mark Spitz’in koleksiyonu, tam bunun yarısıydı: 9’u altın 11 madalya. 7’sini bir olimpiyatta (Münih 1974) almış olması rekordu, Phelps 2008 Pekin’de 8 tane alarak o rekoru da kırdı. Yüzme gibi sürekli taze kuvvetlerin çıktığı bir sporda, bu kadar uzun süre domine eden biri görülmemişti. Dört branşta da zirveye çıkan, görülmemişti.

Michael Phelps küçükken yüzünü ıslatmaktan korkarmış. Uzun süre anti-psikotik ilaç kullanmış. 12 yaşından beri yüzerek yaşıyor. 365 gün, her gün beş saat. Daha ergenliğine varmadan, haftada 70 kilometre… Bu zorlamanın sebebi, kalp ve ciğer kapasitesinin tam o yaşlarda gelişmeye müsait olması. 200 kelebekte dünya rekorunu kırdığında 16 yaşındaydı, spor tarihinin gelmiş geçmiş en küçük yaşlı rekortmeni.

Uzmanlar, Phelps’in çıkış ve dönüşlerdeki su altı süratine ve yunuslamadaki (şu ‘ondülasyon’ tekniği) maharetine parmak ısırıyorlar. 1988’den 2012’ye kadar Amerikan olimpiyat yüzme takımlarının antrenör kadrosunda yer alan Eddie Reese, “Suyu tutabiliyor” demiş Phelps için, “Tutunduğu sudan güç alıp kendini ittirebiliyor” diye eklemiş. “Daha önce suya onun kadar hükmedebilen, bir tek Hazreti Musa var”mış, usta hocaya bakılırsa!

İstediğini istediği kadar yediğini söylüyor, antrenörleri de bunu dopingle işinin olmadığının bir kanıtı olarak kullanıyorlardı. Menajeri onun bir ‘masumiyet ve saflık timsali’ olduğunu söylemişti. Zaten bir ergen hali var. Derken ergenliğin öteki cephesi yüzeye çıktı; şu alkol işi, imajı biraz bozdu. Beri yandan, biyonik imajını sıyırıp biraz normalleşmesi, hoş değil mi? “Uyumaktan, yemek yemekten ve yüzmekten başka bir şey yapamam” demiş kendisi. Yazık değil mi?

Socrates Dergi