Zamane Topçuları

12 dk

Mehmet Yüce'nin futbol tarihini kaleme aldığı Melekler, Ruhlar ve Yürekler üçlemesi 1992'de sona erer. Zira o tarih, futbolun dönüşümü açısından bir eşiktir. Siyah-beyaz günlerin sevdalısı Yüce, futbolun 'renkli' günlerini yazdı.

Bu tabiri ilk defa Metin Kurt'la yaptığım bir röportajda kullanmış, ona "Zamane topçuları ile aranız nasıl, maçları izliyor musunuz?" diye sormuştum. Aldığım cevap, doğrusu hiç de şaşırtıcı değildi:

— İzlemiyorum. Denk gelirsem eğer, şöyle bir göz atıyorum.

— Neden izlemiyorsun Metin Ağabey?

— Yapmacık ve hormonlu buluyorum da ondan!

Metin Kurt'un tanıdığı ve bildiği futbol, çarşaf gibi bir mavilikte, nazlı, sessiz surette seyreden bir yelkenliye benziyordu. O naif ve romantik oyun, güvenli koylara ve ılıman denizlere aşinaydı.

1980'lerin sonundan itibaren onu açık denizlere çıkardılar. Hiç alışık olmadığı kuvvetli rüzgârlar, hırçın dalgalar ve kabaran denizle tanıştı. Önce yelkenleri yırtıldı, sonra gövdesinden su almaya başladı. Ve nihayet narin direği tam ortasından kırılarak, okyanusun ortasında kayboldu.

19 . yüzyılın ortalarından itibaren, İngiltere'deki meşhur üniversitelerin talebeleri tarafından Association Football tarzına dönüştürülen ve sadece ayakla oynanmaya başlanılan futbol, 20. asrın başında tüm dünyaya ithal edilmiş ve popüler hâle gelmeye başlamıştı. Ülkemizde de durum farklı değildi. Meşrutiyet öncesi, istibdat devrindeki cesur futbolistlerin gizli gizli toplanıp, ayak topu idmanları yaptığı Bornova ve Haydarpaşa çayırlarının yerini, tribünlerle donatılan Punta Çayırı ve Kadıköy Union Club aldı. Bir müddet sonra, oyun önce Taksim'e oradan da Çırağan'a taşındı.

Hep o dönemin hikâyeleridir; cebinde sincapla koşuşturan çizgi hakemleri, denize kaçan topu getirmek için alesta bekleyen sandal, ortasından bel vermiş kale direkleri, yıkana yıkana solmuş, parçalı, yollu formalar, kalenin arkasında duran kireç fıçısını deviren Bombacı Bekirler, Öz Altaylı Vahablar, Altınordulu Saidler, Küçük Andonyadisler, Büyük Vafiadisler, Baba Hakkılar, elleri öpülesi adil hakemler…

Önce amatördük, sonra profesyonel olduk. Aslına bakarsanız, onu da kendimize uydurduk. Oyunun ruhu da amatördü; futbolcusu da seyircisi de... Seyirciler ve futbolcular yine bir aradaydı. Oyunu neredeyse birlikte oynuyorlardı. Taç çizgisine yaklaşan ve artık yaşı otuzlara dayanan futbolcuları tribünden; "Akranların hacca gitti, sen hâlâ top oynuyorsun!" diye kızdırırlar, maç bitince de hiçbir engel olmadan, onlarla muhabbet ede ede evlerinin yolunu tutarlardı.

Tek fark stadyumların biraz daha büyümüş olmasıydı. Çırağan'ın yerini Dolmabahçe almış, Rumların Punta'sı ise Alsancak'a evrilmişti. Bununla birlikte deniz tarafındaki kaleye atılan ve ağları yırtan şutlar, bölge binası tarafına yapılan amansız hücumlardan alınan lezzet hep aynıydı. Başlama vuruşunu güzellik kraliçelerinin yaptığı müsabakalarda verilen zarif kupalar, Gazhane tarafındaki kalenin arkasında bekleyen fotoğrafçılar, jübile maçlarında değiştirilen formalar, hep o nazlı yelkenlinin kıymetli aksesuarlarıydı.

İstanbul ve İzmir'e rengini veren çiçeklerin bir daha açmamacasına solduğu 6-7 Eylül olayları, futbol timlerinin muazzam mozaiğine de darbe vurdu. Bizim Rumlarımız, Ege'nin karşı kıyısına göç ettiler. Bu yetmiyormuş gibi, köyden kente göç, on senede bir geleneksel hâle gelen kudetalar; seyirci profili ve düzeyini altmışların ortalarından itibaren yavaş yavaş aşağıya çekti. Neticede, tatlı rekabetin yerini nefrete dönüşen bir düşmanlık almaya başladı.

Tribünlerin aksine, sahadaki oyunun herkesçe sevilen heyecan dolu ve masum hâli, -bütün bunlara rağmen- bir müddet daha devam etti. Ancak işin içine başka unsurların girmesi bu romantizmi de adamakıllı bozdu. Stadyum ve forma reklamları ile sponsorlar, futbolun içine giren ilk yabancı kavramlardı. Hemen akabinde gazeteler tarafından düzenlenmeye başlanan bahis, hediye tarzındaki yarışmalar, 1960'larda başlayan Spor Toto oyunundan çok farklı bir istikamete doğru gidileceğinin ilk sinyallerini veriyordu.

Gönül verdiği takımın pirüpak renklerinin üzerinde âdeta musibet bir leke gibi duran reklamlar, bazı şeylerin değiştiğinin, âşık olunan o cânım formanın bundan böyle eskisi gibi olmayacağının habercisiydi aslında. Futbolun içine para ve iktidar girdi. 1980'lerin ortalarından itibaren, taşlı ve toz toprak içindeki sahaların yerini yeşil çimenler, elle değiştirilen tabelaların yerini ise tıpkı hesap makinalarına benzer elektronik 'scoreboard'lar almaya başladı. Gol olduktan sonra tabelacı çocuğun eliyle değiştirdiği, -rakibi kızdırmak için bakılıp göbek atılan- tabelalar bir bir kaldırıldı. Bir müddet sonra, İstanbul'un üç büyük kulübü kombine biletler satmaya başlayınca, 'yarı yarıya' tribünler de tarihe karıştı. Aralarına iki sıra polisin oturduğu, birbirlerinin yüzünü gören, nefesini duyan rakip taraftarlar, kapalının ortasını kapmaya çalışan ağabeyler, tam bir disiplin içinde takip edilen ve ne diyorsa emir telakki edilip yerine getirilen amigolar kayboluyor, tribün kültürü denilen ve üzerinde sosyolojik inceleme yapılacak derinlikteki bir mefhum, bir daha düzelmeyecek şekilde köklü bir değişim geçiriyordu.

Artık Ali Sami Yen Stadyumu, birkaç kilometre uzaklıktaki Beşiktaş takımı ve taraftarı için deplasman hâline gelmişti. Seyirci, tanıdık olduğu muhite yabancılaşmaya başladı. İçinde yer aldığı oyunun âdeta müşterisi hâline geldi. Futbolun tarihini yazmaya çalıştığım, Melekler, Ruhlar ve Yürekler üçlemesi 1992 senesinde sona erer. Bunun birçok sebebi var. Bu sebeplerden en önemlisi, futbolun romantik devresinin aşağı yukarı bu tarihte sona ermesidir. 1990'lar, futbolda bir devrimin yaşandığı, bunun bir oyun olmaktan öte farklı bir mana kazandığı dönemin başlangıcıdır. Şimdiye kadar bilinen ve sevilen her şeyin yerini başka ve yükselen değerleri ile dolduran bir dönemdir bu…

Sanayi Devrimi'nin bir ürünü olan futbolun değişip, kendisinin endüstri hâline gelmesi trajikomik bir çelişkidir. Metin Oktay'ın rekorunun tam da 1980'lerin sonunda, -bir ikrama gösterilen tenezzül ile- çok da sportmen olmayan bir şekilde kırılmış olması, masumiyetin bu topraklarda sona erdiği andır. Bu tarihten sonra, sponsor gelirleri, Şampiyonlar Ligi ve onunla beraber yükselen tribün ve televizyon gelirlerinin sağladığı avantaj, menajerlik sisteminin resmî hâle gelmesi ve elbette hepsinden önemlisi; arzıendam eden bahis şirketleri, 1990'ların futbol âlemine ilave ettiği -o başka- unsurlardır. Bu sayede kalburüstü kulüpler daha da zenginleşerek, tıpkı Sanayi Devrimi'nde olduğu gibi artı değere sahip bir sınıf hâline geldiler. Piramidin ucundaki bu mutlu azınlık, onlara futbolcu sağlayan 'zenci kulüpler' ile beslenmeye ve semirmeye başladı.

Futbol; basketbol ve voleybol gibi Amerikan oyunlarının aksine, bazen hiç gol yapılmayan ama içinde onlarca kaydedilmemiş gol hikâyesi barındıran, beraberliğin de itibar gördüğü ve illa bir kazananın veya kaybedenin olmadığı bir oyundu. Futbolu diğer sporlardan ayıran en önemli unsurlardan biri, onu seyredenlerin, kazanma ve kaybetme kavramlarının ötesinde berabere kalma kültürlerinin de olmasıydı. Lakin 1990'ların sanayileştirdiği oyun, bu en önemli farkını yitirmeye başladı. Müsabakalar berabere neticelense de artık bir kazananı ve kaybedeni vardı. Maçların öykülerinden ziyade, üzerine oynanan bahis önemliydi: Kaybetse de berabere kalsa da takımı aleyhine bahis oynayan taraftar kazanıyordu.

1990'ların acımasız devrimi, 21. yüzyılın taraftar profilini de tamamen değiştirdi. Rakip takım atak yaparken yüreği ağzına gelen taraftarın yerini, maçla ilgilenmeyip 'selfie' çeken, sosyal medyada paylaşan müşteriler aldı. Kendi futbolcusunu yuhalamak alışkanlık hâline geldi. Hatta taraftarı olduğu takıma değil, bağlı bulunduğu taraftar grubuna tezahürat yapan yeni bir nesil doğdu.

Modern zamanların sanayi tipi futbolu sadece taraftarı değiştirmedi. Onunla birlikte profesyonel futbolcu tipi de farklılaştı. Basın tribününde oyununu tenkit eden gazeteciye el kol hareketi yapan, hatta onları pataklamaya kalkan, hakemi ve seyirciyi aldatmayı nimetten sayan, meslektaşının emeğine saygı duymayan zamane topçuları, endüstriyel futbolun doğal sonuçlarıydı maalesef.

Kadim futbolcular okur-yazardı. Çoğunluğu yüksek tahsil görmüş, Türkçeyi iyi kullanan, eğitimli bir nesildi. Zamane topçularının değer yargıları, kelime hazinesi, bakış açıları ve davranış biçimleri 1980'lerin ortalarından başlayarak büyük bir erozyona uğradı.

Bu vaziyeti, yaşayan en eski milli futbolcumuz Galip Haktanır'a sormuştum: "Nasıl buluyorsunuz şimdiki zamanı?" demiştim. Başını öne eğerek; "İzlemiyorum" diye cevap verdi. "Neden?" diye sorunca da "Dünyanın parasını alıp o kadar hatalı pas vermek, öyle umursamazlık içinde olmak anlaşılır gibi değil, mesleklerine saygıları yok, ben de izlemiyorum" diye açıklamıştı.

1992 ile şimdiki zaman arasındaki tarihi inceleyen bir kitap yazsam, adını 'Zamane Topçuları' koyardım. Ama böyle bir niyetim olmadığını söylemeliyim. Modern zamanların ziynetli arenalarında boy gösteren, her tarafı yaldızlı ambalaj kâğıtlarına benzeyen formalar giyen hormonlu yıldız müsveddelerinin peşinde koşacak değilim. Bendeniz, maçtan bir gece önce "Yarın bizimle maçınız var Said, erken yat istersen" diyen idmancı ruhların heveslisiyim.

Mehmet  Yüce

50. Sayı
Mayıs 2019



Socrates Dergi