
Zarafeti, Hissiyatı ve Vicdanı Kaybettik
16 dk
Türkiye sinemasının kilometre taşlarından biri olan ve sayısız filmde karşımıza çıkan Uğur Yücel ile kariyerinin satırbaşlarını konuştuk.
Kötü Kedi Şerafettin karakterini nasıl buluyorsunuz? Hiç bilmeyen birine anlatmanız gerekse nasıl anlatırsınız?
Bildiğin Kedi Adam. Cihangir’de aylak dolanırsan arkanı kolla, çetesi var, indirirler aşağı. Rakı parası da alıp giderler. Bak manzarası güzel çatılara; birinde mangal ateşi görürsün, etrafında kediler, onların reisi. “Hüleynnn!” diye naralanıyor. Konuşuyor. Harbi mahalle ağzı; akıl, fikir, felsefe, racon, hepsini kesiyor.
Bir çizgi karakteri seslendirirken onu nasıl içselleştirebiliyorsunuz?
Şero canlı! Alemci, kaba, duygusal, bitirim, efkârlı ama mutlu. Bir de tanıdık bana. Okudum yıllarca. Bizim mahalleden yani. O zaman pek aramıyorsun.
Tiyatro kökenli oyuncular, genel olarak televizyon dizilerine iyi gözle bakmaz. Bazıları mecbur kaldıkları ve para kazanmak için yaptıklarını söyler, bazıları ise tamamen mesafeli davranır. Sizin dizi sektörüne bakışınız nasıl? Bugünden geriye bakınca, “İçime sindi” diyor musunuz? Daha uzun sürmesini istediğiniz işler var mıydı?
Şimdilerde, öyle elinde kutsal tiyatro kitabıyla dolaşan ortodoks oyuncular kalmadı. Dizi ve reklam küçümseyeni pek görmüyorum. Ben sinema yapabilmeyi tercih ederdim. Yoksa hep mutlu setler yaşadım dizilerde. Ama son oynadıklarımdan çok pişmanım. Golcüsün, dikili stoper oynuyorsun. Daha uzun sürmesini istediğim iki iş vardı: Karanlıkta Koşanlar ve Alacakaranlık. En son isteyerek oynadığım rolse 2004’teydi. İçime sinen bir-iki işim oldu, onları da çoğu kimse bilmiyor.
Alacakaranlık ve Karanlıkta Koşanlar’da takma isim kullanmanızın nedeni neydi? “Görünmeden yazmak, film çekmek istedi. Beceremedi” kitabınızın giriş cümlesiydi. Bununla alakalı bir durum mudur?
Yazıyor, yönetiyor, oynuyordum. Ayrıca yapımcıydım. Jeneriğe bak, her ağacın arkasından sen çıkıyorsun. Hepsine isim uydurduk. En matrağı, TRT için Karanlıkta Koşanlar’ı yaptığımızda yönetmene verdiğimizdi: MF’s. Kimse “Bu ne?” demedi. ‘Motherf.ckers’ demek. Yakın dört arkadaştık, ikisi New York’ta okuyup yaşamışlar. Biri (Can) her lafa “Motherf. cker” diye başlar, öyle bitirirdi. Birbirlerini takdir eden arkadaşlardık. Herkesin ayrı kişiliği ve pırıltılı bir kafası vardı. Can, bakıp bakıp “Vay be motherf.ckers!” derdi. Yani övgü için söylerdi. Flamamız vardı. Tekne limandan ayrılırken flamayı toka ederdik: MF’s... Evvelki yıl bir baktık; TRT, MF’s kimdir diye bizi arıyor. Telifi mi varmış, neymiş. ‘O benim’ diyemedim.
Genelde filmlerinizde, dizilerinizde, hatta röportajlarında eski İstanbul’a ve semt kültürüne özleminiz var. O konulara dair çok şey anlatıyorsunuz ama semt kulüplerinden ve amatör maçlardan pek bahsetmiyorsunuz. Beylerbeyi, Beykoz, Eyüp gibi semt takımlarına ya da amatör maçlara ilginiz var mıdır?
İstanbul’un son günleriydi. Eskiyi özlemekten çok başka. Çünkü bugün ben, başka bir ülkede başka insanlarla yaşıyorum. Geçiniz! Kuzguncuk Gençlik’in maçları... Bağlarbaşı maçları garipti, hep kavga çıkardı. 11 numara Yıldız vardı ki gerçek dinamoydu. Kısa ömürlü Kuzgunspor kariyerim oldu bir ara. Ortaokul, Beylerbeyi Stadı’nın karşısında. Onları da izledik. Bir de Beykoz... Kalecileri Kuzguncuklu Sıtkı Abi. O da bizim takımımızdı. Ne günlerdi, ne heyecan be! Hayattan kaçmak, okul kırmak gibiydi o maçlar...
Çocukluğunuzda İstanbul’da arsa futbolu vardı, şimdilerde ise halı saha kültürü var. İkisini kıyaslama, gözlemleme şansınız oldu mu? Sizin için futbol nerede başladı?
Halı saha için sadece ‘leş’ diyeyim. Görünce büyük bir kaza var gibi başımı çeviririm. Arsalar hayal dünyalarıdır. Pele, Eusebio, Lefter, Metin, Yusuf olursun, yerden havalanırsın. Arsalar sahneye ilk adımdı benim için.
Tam Saha’da yayımlanan röportajınızda “Eskiden her türlü stilde oynanırdı top. Cambazlara rağbet büyüktü. 11 futbolcu birbirinden farklıydı oyun türü açısından. Şimdi bazen 11 mekanik adam görüyorsunuz” demişsiniz. Futbol, sizin sevdiğiniz biçimden uzaklaşmaya ne zaman başladı?
Doğu Bloku diyeyim şaka yollu. Onlar bozdu. Makina, sistem, bunlar o toplumların çarkları. Mekanizma Yoldaş! Sovyetler sahaya birbirleriyle aynı güçte ve hızda 11 adam sürdüler. Bireysellik mi? Sibirya’ya sürerler adamı. Muazzam bir işleyiş ve konsantrasyonla topa fokusladılar elemanları. Bunu en hızlı Almanlar takip etti. Pentatlon yapabilecek kalibrede adamlar top sürmeye başladı. Biyonik futbol geldi. Almanlar bir dönem sıkı terminatöre bağlamışlardı. Halbuki Latinler dans eder topla.
Beşiktaşlısınız. Çocukluğunuzdaki Beşiktaş ile şimdiki Beşiktaş arasında nasıl farklar var?
Biri yazlık sinema bahçesi, diğeri ultra lüks AVM sineması. Ama Beşiktaş’ın standartları var; son dakikalarda maç vermek, hakem hatalarının takımı olmak, kırmızı ve sarı kartlara balıklama atlamak... Mahallenin çocukları besinden midir, nedir bilmem ama yok yahu, yabancıyı da öyle seçiyorlar. Pek zekâyla alakaları yok, duygularıyla oynuyorlar. Evvel ezel santrfor sıkıntıları vardır. Kaleci bulamazlar; beş sene ararlar, en mantar 1 numara çıkar. Transferde ıkınırsın ama garip bir şekilde hep mütevazı, edepli, samimi adamları bulurlar. Caka yoktur. Son bir-iki yıldır kabuk değişiyor ama standartlar değişmez. Beşiktaşlı olmak zordur. O nedenle farklıdır. Kibirden uzaktır.
Oğlunuz da Beşiktaşlı. Ona bakınca taraftarlık anlayışında da değişimler olduğunu görebiliyor musunuz? Mesela maç izlerken kuşak çatışması oluyor mu?
Çok maç izledik birlikte. Daha çok televizyonda. Ben statlardan çok koptum. Şimdilerde o da serinkanlı, benim gibi. Ama ilk gençliği Çarşı’da geçti. Bildiğin semtte ve tribünde. Bazen eski maçları görüyorum göz ucuyla, sonra takılıp kalıyorum. Oğlumla kanepeye yayılıp abur cubur atıştırırken maçlara dalışımız var... Nenesi Peruş. Şahane kadındı. Oğlumu Beşiktaşlı yapan nenesidir. Bizimle oturur maç izlerdi. Sonuç kötüyse yarım saat teselli ederdik. Bazen maçın bir anında, o zaman evde kimler vardı, maçtan sonra ne yemiş içmiştik, her şeyi hatırlarım. Eski filmler gibi, o eski maçlarda da gözlerim doluyor, kalıyorum ekran karşısında.
Siz Beşiktaşlısınız. Peki Muhsin Bey’deki Ali Nazik, Eşkıya’daki Cumali, Hırsız Polis’teki Aksak, Alacakaranlık’taki Başkomiser Tahir... Sporla ilgilenseler hangi sporu severlerdi ya da hangi takımın taraftarı olurlardı?
Ali Nazik Urfasporludur, sonradan Fenerli olur uyanık... Cumali Adanademirsporlu, kick boks izlerdi. Aksak Trabzonsporlu, boks izlerdi. Tahir Kemal Beşiktaşlı, güreş izlerdi.
Eski teknik direktör Slaven Bilic, yarı sanatçı yanının etkisiyle hep biraz daha aykırı gösterildi. Bilic’i kendinize yakın hissediyor muydunuz, yoksa tercihiniz Şenol Güneş mi olur?
Bilic sokak adamı, “Sıkıyorsa teke tek tepeye çıkalım” diyecek türden. Öncü. “Korkmayın lan önden ben gidiyorum” stili. Boğaz çocukları gibi. Müzisyenliği ayrı bir alan açıyordu kendine. Aykırılık, sahada kafayı yarmak olmadığı sürece Beşiktaş’a yakışır. Yakın hissediyordum onu. Onunla birlikte Beşiktaş’ta mantalite değişti. Avrupa eğitimli çocuklar ve yabancı oyuncular ayağa kalktılar. Şenol Güneş de iyi bir adam belli. Daha serinkanlı olması gerekir bence saha dışında. Bu arada cesareti, inancı, yüreğiyle seyre doyulmaz enstantaneler izlettirdiği için kendisine saygı besliyorum. Yalnız ekşi bir konu var; Şenol Hoca birini kutlarken tos mu atıyor? Yanlış mı gördüm? Beşiktaş’a yakışmaz. Öyleyse Bilic.
Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarını karakterleri itibarıyla birbirlerinden nasıl ayırırsınız?
Yandık! Ayırıyorum çoğunlukla da hadi şöyle yırtalım; Galatasaray aristokrasi, Fener burjuva, Beşiktaş işçi sınıfı. Aristokrat ve burjuva kalmadı ülkede. Bir tek işçi sınıfı gerçek.
Beşiktaş tarihindeki favori oyuncunuz?
Yusuf Tunaoğlu. Resimlerde yanakları çöküktü, gözlerinin beyazı çok gözükürdü. Hayalet adam zannederdim. Topu nereye atacağını kestiremediğim tek futbolcuydu. Esrarengizdi.
Yazı Tura filminde baş karakterlerden birinin adı Şeytan Rıdvan. Bu seçimi yaparken ne düşündünüz?
Ben Yazı Tura değil, Savaş ve Barış yazmışım. Hikâyenin başı vardı, attım senaryoda. Rıdvan’ı top oynarken görüyorduk. Muazzam sağ bacağını izleyecektik. Sonra o bacak mayında kopunca çok trajik olacaktı. Baktım yoğurtlamışız. O değildi anlatmak istediğim. Attım o futbol sahnesini. İsimse Olgun’a yakışıyordu.
Futbol ya da diğer herhangi bir spor dalından bahsedelim... Kazanmak mıdır önemli olan, yoksa zevk almak mı?
Ben iyi seyirciyim. Zevk için izlerim. Karşı takım üstünse takdir ederim. Yenilgide üzülmem. Ama gözümün önünde maç giderken “Benim gördüğümü gören yok mu ya şu kenarda!” derim. En çok da “Ahmak Beşiktaş!” derim.
1989 yılındaki bir röportajınızda, konservatuvara girdiğinizde kendinizi çok eksik hissettiğinizi, 14 yaşından beri tiyatrodan para kazanmanıza rağmen hiçbir şey olmadığınızı fark ettiğinizi, kültürel açıdan eksik kaldığınız gerçeğiyle yüzleşip kitap okumaya başladığınızı söylüyorsunuz. Bu dönemi, meslekte zirveye çıkış, yönetmenlik, müzisyenlik ve bugün itibarıyla bir nevi ‘bilgelik’ durumu takip ediyor. Bu, ender rastlanan bir ‘ayağa kalkış’ hikâyesi değil midir? O sorgulamayı yaşamanız mı gerekiyordu yoksa? Biraz detaya inebilir misiniz?
Bir kere ‘bilgeleşmeyi’ üstüme almayayım. Ben de herkes gibi çaresizim. Şurada aklım ermiş ki kendimi görmüşüm çocukken. Hayatın zenginlikleri karşısında ne kadar biçare olduğumu görmüşüm. Gelişip serpildikçe hayattan daha çok haz duymaya, aynı zamanda hayatın acısını ta gönülden hissetmeye açmışım kendimi. Ender raslanan bir durum değil. Her insanda bu içgüdü var.
Yıllarca politikacıların taklidini yaptınız. Hatta 80’lerin sonundaki demokratikleşme sürecinin sanatın ve hicvin önünü açtığını, tiyatroyu ayağa kaldırdığını söylemişsiniz o günlerde. Bugünkü ortamla, o günleri nasıl kıyaslarsınız acaba?
Açılım saçılım dönemi. Özal, demokrat adamdı. Beni izlemeye geldi. Onunla ilgili parodi bitti. Ayağa kalkıp alkışladı, tabii bütün salonu da kaldırdı. Gösteriden sonra eşiyle, Sezen Aksu ve bütün orkestra arkadaşlarımızla birlikte geç saatlere kadar oturdu. Bir ara kulağıma eğildi, “Süleyman Bey’e biraz torpil geçiyorsunuz” dedi. Ertesi gün bütün köşe yazılarında hoşgörüsü ve vizyonuyla ilgili yazılar çıktı. Siyasetini tasvip etmesem de, etmeseler de, ülkenin büyük çoğunluğu sessiz bir takdir duyardı ona. Demirel de bu anlamda güleryüzlüydü. Altan Abi (Erbulak) anlattıydı; gazetede birkaç gün kendi karikatürünü görmezse telefon açar, “Altan küs müyüz? Çizmiyorsun artık beni” dermiş.
Beni de birkaç kez aradı. Her seferinde “Galiba bu defa sitem edecek” dedim. Çok ağır bir espri vardı, sahnede benim edebimi aşacak kadar. Onu izlemiş. “Babanızdan bahsettiğiniz yerlerde ağladım, çok tebrik ederim sizi” dedi. Burada ironik bir incelik vardı değil mi? New York’ta bir otelde buldu beni, telefonla bunu söylemek için. Absürt bir durumdu; dışarıda Manhattan, kulağımda Başbakan Demirel “Seeevgili Uurüceyilll” diyor. Hadi çok ender anlattığım bir anıdan daha bahsedeyim... Bir gazetede söyleşim yayımlandı. Yazar, bu kadar içli dışlı hicvettiğim liderlere karşı sempati duyup duymadığımı sordu. Hiçbirine sempati duymuyordum. Söyledim. “Demirel, Deniz Gezmişlerin ve gencecik masum insanların idamına evet demiş biridir, nasıl sempati duyayım?” dedim. Belki devletin içinde neler oluyordur ama “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” bile dedi adam yahu! Neyse uzatmayayım, gazete yayımlandı. Öğleden sonra Eski Yeşil’de provadayız. “Cumhurbaşkanı arıyor” dediler. “Uğur Bey, gazeteyi okudum ve söylediklerinizle kelimesi kelimesine mutabıkım” dedi. Buyrun! Ülkenin en büyük kaybı, her alanda zarafetini, hissiyatını ve vicdanını kaybetmesi galiba.

Yazmak, oynamak ve yönetmek arasındaki farkları, bu üç ayrı deneyimin size kattıklarını nasıl açıklarsınız?
Yazmak, tam kendi kendine dehlizlere dalmak. Oynamak, derin sudan nefessiz çıkmak ve haykırmak. Yönetmenlik, bütün olan bitene ışık tutup, yol gösterip ve hepsini derdest edip rafa koymak.
Bir röportajınızda “Türkiye benim için bir keder. Burada yazmak, benim gibi adamlar için acıdır” dedikten sonra gerekçelerinizi sıralamış ve “Ama kimse bunları duymak istemiyor. Tribünden gladyatörleri izliyorlar” diye bitirmişsiniz. Tribündeki insanları psikolojik yönden biraz daha açabilir misiniz?
“Çok yoruldum artık” desem, erken yaşta mıyım bilmiyorum. Çok konuşuyorum çok... Kendime konuşuyorum. Çık sahnede işini yap. Artık öyle ki; koca bir stadın ortasında dursanız, çimler yeraltına doğru çekmeye başlasa sizi, kimse yardıma gelemez. Yardıma geleni de çeker toprak. Konuşmamak lazım, çıkmak lazım sahneye, setlere, adam gibi işlere.
İlk sayımızın ana yazısı sizden gelmişti. Sizin gözünüzdeki Muhammed Ali’yi yazmıştınız. Kahramanlar önemli midir gerçekten? Hangi noktaya kadar etkileri vardır? O yazınızda genelde 1960’lı ve 70’li yıllara değindiniz. Peki başka spor dallarına ya da sporculara ilginiz oldu mu? Hatta sonrasındaki yıllarda; 80’li ve 90’lı yıllarla bağdaştırdığınız simge sporcular var mı?
Unutuyorum... Sanırım iki dergiye yazı vermiştim. Biri Socrates ki Muhammed Ali yazısını istediğinizde kimsenin bilmediği bir geçmişimle karşılaştım; boks yapmıştım ilk gençliğimde. Bildiğim ve heyecan duyduğum bir kanaldı, oradan yürüdük. İkincisi de yeni çıkan bir dergiydi, yazı istediler. Çıktıkları ilk sayı ve tema: Bergen. Onlar da benim Bergen’le gece kulubünde çalıştığımı bilmiyorlardı. Yani öyle “Kim istedi, olur yazayım, mevzumuz ne?” adamı değilim. Yazar değilim, arada yazanım. Neyse, sonraki yıllar yüzümü sahneye döndüm, bütün heyecanım sinema ve siyaset oldu. Kahramanlarım değişti, diğerlerine göre daha baskın çıktı. Che’nin, Brando’nun yerine kimi koyarsın? Hoop, zıpladık.
Boksun spor olmadığını savunanların sayısı giderek artıyor. Katılır mısınız?
Evet katılırım. Boks bize çocukken pamuk gibi bir spor gözükürdü. Ama eldiven giyip çeneme yumruğu yiyince... Fakat ne yazık ki sokak boştu. Âlemler âlemler... Çok sert! Parayla adam dövüştürmek çok ağır. Ölümcül. Spordan çıkmalı.
Olimpiyat oyunları gibi büyük organizasyonları takip eder misiniz? Çok farklı ve derin insan öykülerine şahit olunabiliyor. Bir gün bu konularla ilgili bir film ya da belgesel çekmek hiç aklınıza geldi mi? Emir Kusturica mesela, Maradona belgeseli çekmişti.
Ben öyle iflah olmaz bir spor meraklısı değilim. Hatta 17 yaşımdan Can dünyaya gelene kadar, sadece büyük organizasyonları izleyen pasif bir spor seyircisiydim. Can’la başladım tekrar izlemeye. Çocuk yaşta bir sinemasever oldum. Benim rüyalarıma sinema girdi, spor değil. O nedenle, yapacaksam simge müzisyenler, oyuncular, kısaca sanat insanlarının hayatlarını anlatırım. Mesela Neşet Ertaş biyografi filmi çekeceğiz. Senaryo yazıyorum. Olgun Şimşek oynayacak. Bu arada The Two Escobars ve Senna belgesellerini de izlemeyenlere tavsiye ederim.
Bir röportajınızda “Gündelik hayatta ortalıktayken küfrünüzü, nefretinizi, öfkenizi, şehvetinizi saklıyorsunuz. Ama yönetmenlik, her şeyden önce duygunun geniş sahalarına açılmak demektir. İnsana dair bütün bildikleriniz, birikimleriniz ortaya çıkar sahne çekerken; yüreğinizi koyarsınız... Duygu kusmak gibi. Sette alabildiğine çıplaklaşıyorsunuz. ‘Kendiniz’ daha çok gözüküyor” demiştiniz. Hayattaki diğer alanlara göre ‘yönetmen’ Uğur Yücel mi her şeyi daha açık anlatan?
Bunları ben mi söylemişim, “Hayret ül hayret!” diyorum. Oğlum, kime anlatıyorsun bunları kendini paralayıp! Sanki Bergman, on tane başyapıtı var. Ya benim bir süre, neler demişim, neler yapmışım sınavına girmem lazım eskiye yönelik. Son on yılım çok deli geçti. Birkaç kalbi kırdım. Hiç istemediğim şekilde yakaladım kendimi. İnsan deliriyor canı yandığında demek. Artık adımın başına sıfat eklenmesine izin vermeyeceğim. Ben sadece... Çok uzuyor muhabbet ve yine konuşmayayım derken saldık çayıra mevlam kayıra birader! Ama yüksekten atmayacağım şimdi. Bir takımı yönetmek; film yönetmek, orkestra yönetmek ve benzerleriyle bire bir aynı ilişkiler zincirine bağlıdır diyebilirim.
Öyle uzun ve zevkli bir konudur ki ben sadece şu kadarcık laf edeyim: Yöneteceğiniz eserin ruhunu oluşturmaktır temel mesele. Ortalama bir senfoni orkestrasına büyük ruhlu bir şef getirirseniz çoğu müzisyenin kalbi kırılır. Uykuları kaçar, dudakları patlar, parmak uçları yırtılır ama hayatlarında bir kıpırdanış başlar. Eseri duymaya başlarlar. Sonra her bir müzisyen sazına ruhunu koyar. Elinde bagetiyle eserin aleminde kaybolan şefi kâbuslarla uyandırmazlar ikide bir. Beethoven yattığı yerde kıvranmaz. Çünkü şef, onun ruhunu aramaktadır orkestrada. Futbolculara rol verebilirsiniz, eğlenceli olur.
Olcay’a kurt köpeği rolü verseniz yakışmaz mı? Bakın köpeğe, top elinizden çıktığında en kısa zamanda ona sahip olur ve hızla aynı oyunu oynamak ister ve yanınıza yaklaşmakta olan oğlunuz ona daha güzel toplar attıysa topu size değil ona götürür. Demek ki gözünü toptan ayırmayacak, en çabuk o kapacak ve en doğru pozisyonda olana atacak. Gomez aslan değil mi? Ormanda bütün aslan kabilesi rakibi sarmalar, yorgun düşürür, etkisiz hale getirir, sonra reis gelir, ilk büyük lokmayı alır. Golü atar yani. Demek ki sadece vücudunu, kondisyonunu, gücünü ilk lokmaya konsantre edecek, diğerleri ondan cesaret alacak. Lider olmalı o! Gökhan, sinsi bir tilki. Uzaktan izler, ceylanın ayağı kaydığında ok gibi fırlar. Demek ki sahada her şeyi unutup rakibin zayflığını koklayacak ve bulduğu noktada kimse onunla yarışamayacak. Tüm sahayı okuyacak. Halbuki son zamanlarda tilki değil de sokak köpeği gibi; aklı kasabın kemiği, komşunun Lili’sinde. Ozi, yılan. Kokuyla buluyor nereye kıvrılacağını. Daha akışkan olmalı. Atiba, tam bir kartal. Soğukkanlı süzülüp avını kimseye bırakmıyor. Ricardo, Jaguar! O bence, aynada kendini izlemekten hayvanların arasına karışamaz. Hahaha! Avını ağaca çıkarması gerekmiyor. Fantezi 90’larda kaldı. Yakaladın mı koparacaksın, ortalık aç yırtıcılarla dolu.
Zamanında Platini ile ilgili bir hikâye anlatıyorsunuz. Platini futbolu bıraktıktan sonra psikolojik sorunlar yaşıyor ve psikoloğa gidiyor. Psikolog diyor ki: “Kendini fazla önemseme, alt tarafı bütün hayatın boyunca hiçbir özelliği olmayan sıradan bir meşin yuvarlağa güzel tekmeler attın.” O da bir durup kendine geliyor ve “O zaman dert edecek bir şey olmadığını anladım, hayatın tadını çıkarıyorum” diyor. Platini, şu sıralar zor günlerden geçiyor. FIFA ve UEFA skandallar ile çalkalanıyor. Sizin bir yorumunuz olur mu bununla ilgili?
Hangi dergide okuduğumu hatırlamıyorum ama aktörlükle de yan yana koymuştum o paragrafı. Alt tarafı bir kaç güzel karakter oynadın çok büyük özellikelere sahip değilsin kendini önemseme diyeceğim o kadar çok adam var ki bizim sahada... Platiniyi’ de takdir ettik. “Bak hayatın tadını çıkarıyormuş artık” dedik. O da gitti bokunu çıkardı.