
Zarif Kral
10 dk
Yıldız oyuncuların en az bir lakabı vardır ama pek azı ‘Kral’ diye çağrılır. 1990’lar Avrupa basketbolunda estetik ve zarafetin simgesi Antoine Rigaudeau ile Paris’te buluştuk.
On yıl uzun bir süre. Basketbolu bıraktıktan sonra kulüp yönetiminde görev aldınız, milli takım menajerliği için defalarca isminiz geçti. “Yorumculuk yapacak” diyenler dahi oldu. Ama antrenörlük bu periyot boyunca pek gündemde değildi. Neden şimdi?
2005’te emekli olurken antrenörlük yapma fikrim yoktu. Profesyonel takım çalıştırmayı düşünmüyordum. Öyle pat diye bırakamayacağımı da bildiğimden, sürekli “Altyapı formasyonunu öğrenip çocuklara yardım ederim” diyordum kendime. Emekli oldum, baktım hiçbir altyapı programı bana uygun değil. Aklımdakileri deneyebileceğim bir yer dahi yok. Oturdum düşündüm. Uzaktan da olsa bu dünyanın içinde yer almaya devam etmeliydim. Paris-Racing hisseleri satılıyordu. Onları aldım. Altyapı antrenörlüğü isterken bir anda hissedar olduk. Takım elbise falan…
Valencia’da emekliliğe yaklaştığımı hissettiğimde, profesyonel sporcu olmadan da yaşamayı öğrenmem gerektiğini düşünmüştüm. Ama sonra zaman geçti. İspanya’daki yaşama alışan çocuklarım büyümeye başladı. “Antoine dur, biraz daha bekle” derken baktım yine büyümüşler. Bir kalem kağıt alıp artılarla eksileri yan yana koymanın vakti gelmişti.
Baktım listenin eksi bölümünde pek fazla bir şey yok. Artılar da uzayıp gidiyor. 2013’te önce ufak ufak altyapı işlerine başladım. Bir iki yıl kadar devam ettikten sonra da Paris-Levallois başkanı Jean-Pierre Aubry arayıp, “Gregor Beugnot gelecek sezon devam etmeyecek. Takımın başına geçmek ister misin?” diye sordu. Hazır olacağımı, bunu çok istediğimi söyledim. Pau-Orthez’den takım arkadaşım Frédéric Fauthoux’dan başlayarak yedi kişilik ekibimi oluşturdum. Haziran ayından beri hep beraber çalışıyoruz.
Peki Valencia’daki kurulu düzeni bırakıp gitmenin etkisi nasıl oldu? Aileniz de Paris yolunu tutacak mı?
Hayatta yaptığım ve bundan sonra yapacağım her şey çocuklarım için. Elbette onlarla konuştum. Böyle bir fırsat geldiğini belirttim. Olurlarını almadan kalkışamam böyle bir işe. Hatta kendilerine yetecek kadar büyüdüklerini görmesem konuyu bile açmam. Tabii bir yandan da bağımsız bireyler yetiştirmek isteyen bir babayım ben. Paris’e gelmelerini talep etmedim. Orada bir hayatları var. İsterlerse elbette buraya taşınabilirler ama bu talebi yapacak taraf ben değilim, onlar.
Paris-Levallois’daki ilk basın toplantınızda bile Cholet günlerinize atıf yaparak, “Bugünlere gelebileceğimi pek tahmin etmiyordum” dediniz. Neden? O dönem büyük hedefleriniz yok muydu?
Erman Kunter beni çok gururlandırdı. Mahallem, çocukluğumu beraber geçirdiğim insanlar, yaşadığım sokak şampiyon oldu onunla birlikte. Gerçek dışıydı. Böyle diyorum çünkü herkesin birbirini tanıdığı, küçücük bir yer Cholet. Ülke şampiyonu olması o yüzden çok büyük olay.
Koç Kunter’i gördüğümde selamlaşırım. Sohbet ederim. Çok yakın bir iletişimimiz yok ama öyle aşırı uzak da değiliz. Cholet günlerinde birkaç antrenmanını izleme şansı bulmuştum. Her şeyden önce çok zeki bir adam ve sert bir koç. Antrenmanları beni etkilemişti. Fransa basketboluna çok katkısı oldu.
Cholet kariyerinin akabinde NBA'e gitmenizin önündeki engel neydi? 1994-1999 arası, Toronto GM’i Glen Grunwald’un yanı sıra New York Knicks’in de menajeriniz Kenny Grant’le özel görüşme talep ettiği ancak koç Jeff van Gundy’nin sizi istemediği söylenmişti...
Knicks'le başlayayım. Doğrusunu söylemek gerekirse o bahsi geçen teklif bana hiçbir zaman ulaşmadı. Ne Glen Grunwald ne de Knicks’in yönetim kanadından resmi teklif almadım. Avrupa’da maçımı izlemeye gelen gözlemciler oldu. Belki sadece ilgilendiler. Bilmiyorum. Biraz onlara kalmış bir durumdu. Yoksa ben de duydum; Grunwald beni istiyordu Jeff van Gundy olmaz diyordu diye… Ama ikisiyle de konuşma şansım olmadı. Teklif gelse düşünürdüm elbette. Gelmedi. Ben de Bologna’ya döndüm.
Aslında ilk olarak 1994’te Cholet’de oynarken Houston yaz kampına katılmıştım. Zayıf ve çelimsizdim. Şimdi Avrupalı oyuncular NBA’e gitmek için özel olarak ağırlık çalışıyor, hazırlanıyor ve oranın şartlarına uyum sağlamak için gereken her şeyi yapıyor, değil mi? Hemfikiriz bu konuda? Benim oyunculuk döneminde işte öyle bir hazırlanma süreci olmadı. Cholet’deydim ve bir salı günü “Houston’dan beni çağırıyorlarmış ” dedim. Çarşamba uçağa binip gittim. Bütün yaz dönemini de 3 numara pozisyonunda oynayarak geçirdim. Nefret etmiştim. Neredeyse 10 yıl sonra, 2003’te Dallas Mavericks’le imzaladığımda da aynı olaylar başıma geldi. Koç Don Nelson beni ilk gördüğünde “Aaa sen epey uzunmuşsun” dedi. Birkaç antrenmana çıktım. Yine yanıma gelip “Uzun adam, bundan sonra senden ribaundları toplamanı istiyorum” dedi. Ama ‘ribaundları toplamak’ benim daha önce hiç yapmadığım bir şeydi. 3 numara oynamaya çalıştım. Gerçekten. Normalde rahat sayı yapacağım boş şutlar da geldi. Onları bile sokamadım. O kadar oynayamıyordum. Bana “Sen ribaund al, topa öyle çok fazla dokunmana gerek yok” dediler. Çok zor bir dönemdi. Özgüvenim sıfırlanmıştı.
Biraz araştırma yapmama rağmen hikâyenin nereden başladığını bulamadım. Nasıl sormak gerektiğini de bilmiyorum. Şut esnasında kafanızın hafif sola yatışı…
Öyle doğmuşum. Fakat basketbol oynamaya başladığım döneme ya da daha net konuşayım, 16-17 yaşına gelene kadar bunu fark edemedik. Boynumdaki bir tendon, diğerinden farklı. Bu durum da kafamın biraz sola yatmasına neden oluyor. Daha yeni yeni A Takım’da oynamaya başladığım dönem doktorla şöyle bir konuşmamız olmuştu.
-Antoine seni ameliyat edelim. Başka türlü düzelmez bu.
-Doktor bey…
-Acı hissediyor musun?
-Yoo. Hayır.
-Endişeli misin?
-Yoo.
-Ne istiyorsun peki?
-Şutumun bozulmamasını.
Ameliyat kesinlikle şutumu bozabilirdi. Tam da oturmaya başladığı yıllar… O yüzden koşarak kaçtım doktorun yanından. Sonra da böyle kaldı. Şut atarken kafam hafif sola kayıyor.
Avrupa basketbolunda 2000’lerin ortasıyla beraber estetik kaygının kaybolduğuna dair bir perspektif var. Bu görüşe sahip olan kişileri genelde “Ah artık Rigaudeau gibi bir guard çıkmıyor ki” derken duyuyoruz. Estetiğin kaybolduğuna katılıyor musunuz?
Eskiden oyun bu kadar atletizme dayalı değildi. İki metreysen, bir de oyun kurucuysan büyük avantaj sağlıyordun. Ben serbest bir adam gibiydim. Sırtı dönük oynardım. Perdenin ters tarafını kontrol eder ve bazen ikili oyunda devrilen adam bile olurdum. Bu işin hücum kısmı. Aslında en büyük avantajım savunmadaydı. Çünkü ben iki metreyim, yanımdaki aşağı yukarı öyle. Forvet en kötü 2.05, pota altı zaten malum. Benzer fizikte oyuncularla sürekli adam değişiyorduk. Savunmada 5-10 saniyeyi geçtikten sonra da rakibi boğma şansı oluyordu bu tip oyuncularla. Kanat uzunluğu belirleyici oluyordu. Ben ne zaman nerede boşluk olduğunu rahat görebiliyordum. Karşımdaki oyun kurucu benden ortalama 10 santim kısaydı sonuçta. Elbette günümüz basketbolunda da kilit faktör, rakip savunmayı okuyabilmek. Ama 90’larda en önemlisiydi. İkili oyun çıkışında perdede ne oluyor, kim ne yapıyor, yapan oyuncu hangi özelliklere sahip… Eğlenceliydi bunları bilmek. Bugün süper-atletik oyuncularla beraber savunma daha da ön plana geçti. Artık pas oyununa daha az ihtiyaç duyuluyor. Her hücumda al-ver, forvete iki-üç pas at. Bekle. Tekrar topu al. Bunlar yok artık. Belki insanlar bu yüzden sevmiyor. Benim bir itirazım yok. Geçmişte yaşamıyorum.
Binlerce kişi tarafından ‘Kral’ diye çağrılmak, böyle bir lakaba sahip olmak nasıl bir duygu?
Çok hoşuma gittiği söylenemez. Çünkü ‘Le Roi’ kral demek ve Fransa’da kralların kafası kesilir. Dikkatli davranmak lazım. Metaforik bile olsa ‘kafası kesilen adam’ diye anılmak istemem. Şaka bir yana, lakabın ortaya çıkış hikâyesini bilmiyorum. Fransa’nın tarihinde krallar var, Bologna’da biri bunu düşünüp ortaya atmış olabilir. Çünkü bir gün antrenmana gittim ve ‘Kral’ diye çağrılmaya başlandım. Öncesi, geçmişi yok. Bunca yıldır da öyle diyorlar. Bir türlü öğrenemedim kimin başlattığını. Bologna’ya kadar nasıl ulaştırdılar, orada nasıl benimsendi? Tuhaf. Bir gün öğrenirseniz bana da söyleyin.
Ginobili, Bodiroga, Kutluay, Smodis, Jaric… 2002’de, tarihin en iyi Euroleague Final Four’larından birinde, Kinder o maçı nasıl verdi?
Panathinaikos’a sekiz dakikada sadece bir basket attırmıştık. İlk yarı bitmek üzere ve fark 14 civarındaydı. Yalan söylemeyeceğim. Şampiyon olduğumuzu düşünüyorduk. İkinci yarıya agresif başlayamadık, PAO’yu yeniden düzene soktuk. O maçı hiç hatırlamak istemem. Ama 2001’den konuşabiliriz... Bence tarihin en güzel Final Four’uydu. Play-off formatı vardı bir kere. Play-off, basketboldur. Bu tek maç sistemini o yüzden sevmiyorum. Eskiden 3-4 hafta sadece maçı, basketbolu düşünürdük. Adrenalin zirveye çıkardı. İç sahada kazanırdık, sırada deplasman maçı olurdu. Elin ayağın birbirine dolaşırdı.Öyle olunca da kaybederdin. Dönüş yolculuğunda için içini yese de “Merak etme” diyebilirdin; çünkü bir maç daha vardı. Şimdi ikinci maç dahi yok.
Türkiye’ye karşı hem kulüp bazında hem de milli takımda vasat performansınızı bulmak güç. Mesela 1997’deki Pau Ortez-Efes maçında Petar Naumoski’ye karşı düelloyu 36 sayıyla kazanmıştınız. İstanbul’un özel bir motivasyonu mu vardı?
Hayır, hayır… Avrupa’da isim yapmış bir oyuncu değilken, karşıma büyük oyuncular çıktığında ekstra konsantre olurdum. İz bırakmayı, beni hatırlamalarını isterdim. Naumoski de onlardan biriydi. Tam hatırlamıyorum, o maçta muhtemelen savunma yapmamışımdır. Takımı oynatmaya yönelik bir düzen kurmamıştım o dönem. Avrupa değil, NBA basketbolu oynuyordum. Belki ABD’ye fiziken hazır değildim ama o mantaliteyi benimsemiştim. Önceki sezon Real Madrid, Barcelona, Bologna, Maccabi, Cibona ve Panathinaikos’lu tarihin en zor grubundan çıkmıştık. O gün de karşımda Petar’ı görünce...
EuroBasket 2005’te Yunanistan’a karşı son 40 saniyeye 7 sayı önde girip kaybedilen maç kariyerinizin dip noktası mı? Serbest atış çizgisinden 0/2 attığınız için hâlâ suçluluk hissediyor musunuz?

Hayatımın en kötü ânıydı. Sürekli, “Bu mümkün olamaz. Ben asla serbest atış kaçırmam, nasıl olur da iki tane üst üste… Nasıl?” diyordum. EuroBasket başlamadan önce şampiyon olabileceğimizi düşünüyorduk. Öyle bir kadro vardı elimizde. Ve benim kaçırdığım serbest atışlar bu takımı finalden etti. Tabii, turnuva boyunca takımda negatif bir görüntü vardı. Detaylarda kaybolmuştuk. Bunlar ayrı tartışmalar. Ama en nihayetinde her şey o iki serbest atışa kalmıştı ve ben ikisini de kaçırdım. Hayatım boyunca o dakikalar peşimi bırakmayacak, biliyorum.
Takım Elbise Vakti
44 yaşındaki Antoine Rigaudeau, antrenörlük kariyerine Paris-Levallois’yla başlıyor. Rigaudeu’nun bu serüvende yanında 1997 yılından beri tanıdığı, milli takımdan oda arkadaşı Frédéric Fauthoux olacak. Geçen sezon ligi Gregor Beugnot yönetiminde 11. sırada tamamlayan Paris-Levallois, playoff’a kalamamıştı.
"11 Eylül'de Bin Ladin, 11 Mart'ta Madrigali"
Virtus Bologna 12 Mart 2002 günü önceki beş yıldan farklı bir sabaha uyandı. Bir sene önce takımı Euroleague şampiyonluğuna taşıyan ve beş yıldır takımın antrenörlüğünü üstlenen Ettore Messina artık yoktu. Virtus, kendi sahası PalaMalaguti’de Trieste’yle karşılaşacaktı ve saatler geçtikçe ortam geriliyordu. Messina’nın görevine son veren başkan Marco Madrigali taraftarların odağındaki isimdi. “11 Mart, bizim 11 Eylül’ümüz. Bin Ladin o tarihte ABD’yi mahvetti. Ettore Messina’yı kovan Madrigali de bizi” diyen Bologna halkının tavrı netti. Başkan salona girdiği an harekete geçmeleri gerekiyordu. Takım kaptanı Antoine Rigaudeau o gün, ortalığı yatıştıran kişi olmuştu. Ettore Messina da iki gün sonra, 14 Mart’ta takıma geri döndü. Rigaudeau, 12 Mart gününü anlattı: “Başkan sahaya adımını atar atmaz tribünlerde olaylar çıktı. Biz de o esnada ısınmadaydık. Taraftarların bir bölümü sahaya inince ısınmaya devam edemedik. Bana, ‘Antoine bir şeyler yap’ dediler. Ben de hakemlerin masasına çıkıp Fransız aksanlı İtalyancamla, ‘Virtus sizin kulübünüz. Bize, antrenöre ya da başkana ait değil’ dedim. İşe yaradı. Daha sonra maçı oynayabildik. Galiba o gün, binlerce kişiyi bir şey yapma konusunda ikna edebildiğim hayatımdaki tek gündür”
Messina: Ona Hayrandım
1997-2002 yılları arasında Kinder Bologna’da Antoine Rigaudeau’nun koçluğunu yapan Ettore Messina, beraber iki Euroleague şampiyonluğu yaşadığı Fransız oyun kurucuyu anlattı. “Antoine çok zekiydi. Her şeyden önce bunu söylemeliyim. Detaycıydı. Bir açık yakaladığında ya da tavsiye vermek istediğinde, onda özel bir şeyler olduğunu hissederdiniz. Mesela 2001’de Euroleague, Lig ve Kupa’yı kazandığımız yılda ‘point forward’ oynamıştı. Oyun kuruculuğu Marko Jaric’e bırakmış, yanına da Manu Ginobili’yi koymuştum. Eğer Antoine kadar zeki bir oyuncuyla çalışıyor olmasaydım bırakın şampiyonluğu, o takımı bir arada dahi tutamazdım. 2001, ona gerçekten hayran olduğum yıldır.”