Zeki Ama Çalışmıyor

9 dk

Hollanda bir zamanlar ders verirdi, artık ders alma zamanı. Ünlü yazar Simon Kuper, en son Türkiye karşısında dağılan ülke futbolunu Socrates için kaleme aldı.

Hollanda’da büyüdüğüm yıllarda, turnuva elemelerini asla geçemeyen bir milli takımımız vardı. 18 Kasım 1981'i dün gibi hatırlıyorum; Paris’te Michel Platini’nin kullandığı frikik ağlarımıza süzülürken kaleci Hans van Breukelen’le stoper Ruud Krol çoktan birbirlerine suçlayıcı bakışlar atmaya başlamıştı. Elveda 1982 Dünya Kupası! Bütün o üzücü günlerin hatırası (ki Aralık 1983 ve Kasım 1985’in detaylarına girmiyorum) Türkiye 6 Eylül 'de Hollanda’yı 3-0’lık skorla ezdiğinde geri döndü. Türkiye ikinci golü attığında, 300. ve son maçını anlatan radyo yorumcusu Jack van Gelder "İşte her şey bitiyor, işte her şey bitiyor!" diye figan ediyordu. "Daley Blind eline yüzüne bulaştırdı, Jasper Cillesen eline yüzüne bulaştırdı. Temmuz ayında ne yapacağınızı bilmiyorum ama tatil yaptığınız kampa ufak bir televizyon götürmeyi unutmayın... Daha ne kadar düşebilirsiniz? Tam bir re-za-let!"

Hollanda taraftarı olan çoğumuz gibi, Van Gelder de daha güzel günlere şahitlik etmişti. Bugün, 24 takımın katılacağı şişirilmiş Euro 2016’ya bile katılamayacak gibi görünen takım, 14 ay önce Dünya Kupası finalinde oynama şansını seri penaltı atışlarında yitirmişti. Eğer Iker Casillas’ın ayak parmakları Arjen Robben’in son dakikalardaki şutunu durdurmasaydı, 2010 Dünya Kupası’nı kazanabilirdik. Dahası, Hollanda uzun zamandır dünyanın en iyi futbol ülkelerinden biriydi. Van Gelder’in sözlerini hatırlamak gerekirse; nasıl oldu da bu kadar düşebildik? Ve bu, uzun ve karanlık bir çağın başlangıcı mı?

Evvela zamanı geriye saralım, zira Hollanda’nın kalitesindeki düşüş epey önce başladı. Güney Afrika’daki 2010 Dünya Kupası’nda bile defans dörtlüsü o kadar zayıftı ki dönemin teknik direktörü Bert van Marwijk, kabadayımsı ön liberoları Nigel de Jong ve Mark van Bommel ile defans hattının önüne ikinci bir savunma çizgisi çekme ihtiyacı hissetti. O kupada oynadığımız futbol, mutlulukla 'Hollanda ekolü’ diye adlandırdığımız, hızlı paslaşmaya ve sahayı tamamen kullanmaya dayanan -sadece yabancıların 'total futbol' dediği- sistem değildi ama işimizi gördü.

Louis van Gaal, 2012’de van Marwijk’in yerini aldığında uzun zamandır üstadı olduğu Hollanda ekolünü canlandırmaya çalıştı. Ama onun için dönüm noktası, 5 Mart 2014’te Fransa’yla oynanan bir dostluk maçında yaşandı. Fransız forvet Karim Benzema bir anda hızlanarak, hayatında hiç bu kadar hızlı bir şey görmemiş Hollandalı stoper Bruno Martins Indi’yi geçti. Aynı şekilde yavaş kalan Hollanda kalecisi Cillessen, Benzema’nın füze gibi şutu ağlarla buluşmak üzereyken daha yeni hamle yapabilmişti.

Anlaşılan tam bu anda van Gaal, defans oyuncularım o kadar zayıf ki Brezilya'da bunlardan beş tanesine ihtiyacım var, diye düşündü. Kurduğu 5-3-2 taktiği milli futbol geleneğinden oldukça uzaktı ve Hollanda'da büyük endişeye neden oldu. Ama Brezilya’daki kupada işler yolunda gitti. Beş defans oyuncusu yalnızca birbirlerinin hatalarını telafi etmediler; aynı zamanda geriye yaslanarak kontrataklarda Hollanda’nın en büyük silahı Arjen Robben’in yarı sahadan hücuma kalkmasına olanak sağladılar. Hızlanmak ve kat etmek için önünde elli metrelik boşluk olduğunda, Robben kesinlikle yenilmezdi. Hollanda’nın yarı mucizevi bir şekilde İspanya’yı 5-1’lik skorla ezdiği maçta hayli atik bilinen Sergio Ramos’u afallatan sürat dolu koşusu, hiçbir Hollandalının aklından çıkmadı. Önümüzdeki on yıllar boyunca bu anıyı bir hazine gibi saklamamız gerekebilir. Van Gaal yönetimindeki Hollanda yarı finalde Arjantin’in karşısına çıktı ve milli geleneği bozmadan penaltılarda elendi. (Şu an 26 yaşında olan Cillessen, profesyonel kariyeri boyunca tek bir penaltı kurtarabilmiş değil.)

Dünya Kupası’ndan sonra Van Gaal, Manchester United’a gitmek yerine milli takımın başında kalmasının Hollanda için daha yararlı olacağını söyledi ve devam etti: "Ama şu anda Hollanda futbolu birinci öncelik değil. Birinci öncelik benim. Bir sürü insan bunu söyleme cesaretinden yoksun olabilir ama ben bu cesareti gösterebiliyorum."

Van Gaal batan bir gemiyi terk ediyordu. Halefi (ve birçok düşmanından biri olan) Guus Hiddink, Hollanda’nın geleneksel 4-3-3’ünü geri getirmek istedi. Lakin Hiddink 67 yaşındaydı ve bu her halinden belli oluyordu. Voetbal International dergisine göre futbolcularla doğru düzgün iletişim kurmuyordu. Bir keresinde haftalık takım toplantısına katılmadı (ilerleyen günlerde Fransa’nın güneyindeki yazlık evinde olduğu ortaya çıkacaktı) ve bir sabah takımın kaldığı otelde yardımcılarına günün programının ne olduğunu sordu. 15 dakika sonra antrenman ve takım konuşmasının başlayacağı cevabını aldı. O yaz, Hollanda Futbol Federasyonu yetkilileri Hiddink’i yazlık evinde ziyaret edip veda etmenin zamanı geldiği konusunda ikna ettiler.

Görevi Hiddink’in asistanı Danny Blind devraldı. Ben Blind’i, Hollandalı bir komedyenin evinde düzenlenen, birincilik için kapıştığımız çeşitli futbol bilgi yarışmalarından tanıyordum. (Bir defasında 1970 Avrupa Kupası’nı kazanan Feyenoord’un ilk 11’ini baştan sona sayarak yarışmayı kazanmıştı.) Eski Ajax stoperi, şimdilerde Manchester United’da forma giyen Daley’nin babası olan Danny; nazik, sade, sevimli bir futbol tutkunu. Ama Hollanda’nın başına geçmeden önceki tek benzer deneyimi, kovulmasıyla biten ve bir sezon süren Ajax teknik direktörlüğüydü.

Hiddink gibi, Blind de Hollanda ekolü ve 4-3-3’ün savunuculuğunu yapıyordu. Takımın başına geçtikten sonra Eylül ayında oynanan iki maçta da bunu denedi. İlk maçı bütün nüfusu Hollanda’daki lisanslı futbolcu sayısının üçte birine denk gelen (323.002) İzlanda’ya karşıydı. Çabaları tamamen sonuçsuz kaldı. İki çocukça hata İzlanda’ya 1-0’lık galibiyeti getirdi: Martins Indi, İzlanda’nın forveti Sigthorsson’u ensesinden tokatlayıp kırmızı kart gördü, kısa bir süre sonra Gregory van der Wiel gereksiz bir şekilde rakibine çelme taktı ve Gylffi Sigurdsson’a futbol dünyasının en kolay işlerinden birini bahşetti: Cillessen’e karşı penaltı kullanmak. Hollanda, 1963’ten beri ilk defa Avrupa Şampiyonası elemelerinde evinde maç kaybetmişti.

Maçtan sonra Blind, futbolun yazılı olmayan kurallarını çiğneyip suçu Martins Indi’ye yıktı: "Neden böyle davrandığı hakkında en ufak bir fikrim yok, yaptığı son derece profesyonellik dışıydı." Porto’da yedek kalan futbolcu, muhtemelen Hollanda takımında hiç oynamamalıydı. Ancak aynısı, neredeyse bütün Hollanda kadrosu için söylenebilirdi. 1960’lardan beri belki de ilk defa Hollanda kadrosu bu kadar vasat oyuncuyu bir araya getirdi. Hollanda, 'Dublin Draması’ diye anılan İrlanda maçını kaybedip 2002 Dünya Kupası’nı kaçırdığında müthiş oyuncularımız vardı. Sadece biraz şımarmış, tembelleşmiş ve yorulmuşlardı. Bu kez sorun daha temelde: Kaliteden yoksunuz. Türkiye hezimetinden sonra Algemeen Dagblad gazetesinin attığı acımasız ama doğru manşet her şeyi anlatıyor: "Euro 2016 için fazla kötü."

Yıllar boyu sırtımızı müthiş 1983 ve 1984 jenerasyonuna dayamıştık: Arjen Robben, Wesley Sneijder, Robin van Persie, Rafael van der Vaart, Nigel de Jong, Klaas-Jan Huntelaar ve beraberlerindeki düzgün yardımcı oyuncular... Ama Sneijder, van Persie ve Robben’den oluşan 'altın üçgen’ artık hızla paslanıyor. Sneijder’in rock yıldızlarınınkini andıran yaşantısı etkilerini göstermeye başladı; sık sık sakatlanan van Persie, bir zamanlar Yunan tanrıları gibiyken bugün sırt ağrılarından şikayet eden babanız gibi görünmeye başladı; Bayern Münih’in üstün çabalarıyla 'Cam Adam'dan Iron Man’e dönüşen Robben ise son İzlanda maçında kasık sakatlığı sebebiyle sahayı sendeleyerek terk etti.

Yerine geçebilecekler arasında kalitesi uzaktan da olsa onunkiyle karşılaştırılabilecek kimse yoktu. 1985 ile 1989 arasında doğan Hollanda jenerasyonu, dünya çapında bir tane bile oyuncu yetiştiremedi. (İzlanda parodisinden önceki 96 gün boyunca tek bir resmi maça dahi çıkmayan Paris Saint Germain’in yedeklerinden zavallı van der Wiel, 1988 doğumlu) 1990’dan bu yana daha iyi futbolcular dünyaya geldi - gerçi en yeteneklilerden biri olan ve AS Roma forması giyen Kevin Strootman (13 Şubat 1990 doğumlu) 17 ay içinde üçüncü diz operasyonunu geçirdi ve artık, hiçbir zaman beklediğimiz çok yönlü orta saha oyuncusuna dönüşemeyebilir.

Daha büyük bir ülke, Strootman’ın ve hatta Robben’in eksikliğini kaldırabilirdi ama Hollanda, 17 milyonluk nüfusuyla üst seviye futbol ülkelerinin en küçüğü. Elbette arada bir zayıf jenerasyonların denk gelmesi doğal (1977- 1982 arasında doğanlar gibi), bu bir sürpriz değil. Asıl sürpriz, şu anda Hollanda’nın geleneksel değerleri olan üstün taktiksel zekâsından ve organizasyon yeteneklerinden faydalanamaması.

Hollanda, uzun süre futbol dünyasının en zekisiydi. 'Hollanda okulu'nu yaratanlardan Johan Cruyff’un sözleriyle: "Futbol kafayla oynanan bir oyundur." Tamam, milli formayı giyen bazı oyuncular gerçekten vasatın sadece biraz üstüydü (van Bronckhost, 35 yaşındayken kaptanı olduğu takımla az kalsın 2010 Dünya Kupası’nı kaldıracaktı) ama en azından nasıl pozisyon almaları gerektiğini biliyorlardı. Hepsi -dans misali- topa sahipken alan açmaya, sahip değilken alan daraltmaya yönelik, toplu bir koreografiyi andıran Hollanda tarzı futbolu özümsemişlerdi. Bizi taşıyan şey zekâydı.

Ama bir futbol kültürü başarılı olduğunda genellikle boşvermeye ve düşünmeyi bırakmaya meyleder. Hollanda’nın başına gelen de tam olarak bu. Barcelona’da geçmişte altyapı koordinatörlüğü yapmış Albert Capellas bana Hollandalılarla İspanyolların hücuma bakışlarındaki benzerliği anlatmıştı. Yine de ona göre, İspanyolların savunma anlayışları çok daha gelişkindi. İspanya takımlarının -2010 ve 2014’teki Hollanda gibi önde güçlendirilmiş bir defansa ihtiyaç duymadan- top rakiplerindeyken nasıl alan kapattıklarına bakınca bunu anlayabilirsiniz.

Hollandalılar öğrenmeyi yıllar önce bıraktı. Hollanda ekolü, topa sahip olma saplantısıyla beraber, sonu gelmeyen, etkisiz paslaşmalara dönüştü. De Volkskrant gazetesinden Willem Vissers, Eylül’deki hayâl kırıklarının ardından yakınıyordu: "Bir türlü bitmek bilmeyen kare paslaşmalar ve geri paslar, Hollanda futbolunu neredeyse taş devrinden kalma bir eğlenceye, bir tür uğraşı terapisine çevirdi."

Özellikle Almanya ve İspanya, büyük ölçüde Hollanda'dan öğrendikleriyle Hollanda ekolünün ileri versiyonlarını ürettiler. Öteki ülkeler de en azından pozisyon alma konusunda kendilerini geliştirdi. Birçoğu, fiziksel hazırlıkta veriye dayanan büyük ilerlemeler kaydettiler -Hollanda futbolunun nal topladığı bir alan. Her ne kadar van Gaal fiziksel gelişim konusuna çok önem verse de öteki teknik adamlar takımlarını süper kahramanlara karşı oynayan Teletubbie’ler gibi sahaya sürdüler. (Ajax takımının yaş ortalaması 21 ancak oyuncular o kadar çırpı gibi ki çok daha genç gösteriyorlar.)

Birkaç iyi haberle bitirmek istiyorum. Hâlâ Avrupa Şampiyonası’na katılabiliriz demeyeceğim; Ekim'de Kazakistan ve Çek Cumhuriyeti’ne karşı iki maçımızı kazanabilirsek, Türkiye en az bir maçını kaybederse ve play-off’ta karşımıza grubunu üçüncü bitirmiş gerçekten kötü bir takım çıkarsa... Bu iç karartıcı yolu düşünmek bile fazlasıyla zor. Buna rağmen, ne mutlu ki muazzam Hollanda ekolü hâlâ yaşıyor. Tek sorun, bunun şimdilerde ezeli rakibimiz Almanya tarafından oynanması.

Çeviri: Suat Alper Orhan

Socrates Dergi