Zincirli Hürriyet
8 dk
Türkiye’de sosyalizmin en hızlı yüz metrecisi Deniz Gezmiş değil, Mehmet Ali Aybar’dır. Hürriyete sadece koşmamış, bazen pedal da çevirmiştir.
“...En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim, O, onun en güzel yüz metresini koştu En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak... En hızlısıydı hepimizin, En önce göğüsledi ipi...”
Böyle diyor Can Yücel, Deniz Gezmiş’e yazdığı Mare Nostrum şiirinde. Deniz’in hakkı Deniz’e tabii, Can Baba’dan iyi bilecek değiliz ya...
Mecazen öyle olabilir ama kronometrenin diliyle konuşacak olursak; Türkiye’de sosyalizmin en hızlı yüz metrecisi Deniz Gezmiş değil, Mehmet Ali Aybar’dır.
Aybar, çok özel bir zaman diliminde; İkinci Meşrutiyet’in ilanı olan 23 Temmuz 1908’den kısa bir süre sonra, 5 Ekim’de İstanbul’da dünyaya geldi. Dönemin en gözde kelimesi ‘Hürriyet’, İmparatorluk semalarında halen yankılanıyordu. Bu sihirli kelime adeta onun kulağına üflenmiş gibiydi. ‘Hürriyet’, hayatı boyunca Aybar’ın en yakın yol arkadaşı oldu. Kendi deyimiyle ‘bey takımı’ndan olan Aybar’ın ailesi, ülkenin önde gelen çok sayıda insanını barındırıyordu. Nazım Hikmet ve Oktay Rifat kuzeniydi mesela.
Meşrutiyet’in ilanından dokuz ay sonra patlak veren ve 31 Mart Vakası olarak bilinen isyanı bastırmak üzere Selanik’te kurulan Hareket Ordusu’nun kumandanı Hüseyin Hilmi Paşa, büyük babasıydı. O ordunun kurmay subayı olan Kolağası Mustafa Kemal, Aybar’ın babası Tahsin Bey’in sınıf arkadaşıydı. Baba tarafında askeriye sınıfı ağır basan Aybar’ın anne tarafı ise ilmiye sınıfına mensuptu. Annesi ünlü matematikçi Gelenbevi İsmail Efendi’nin küçük torunuydu.
Her anlamda geniş bir aileye mensup olan Aybar’ın çocukluğu, ‘İmparatorluğun en uzun 10 yılı’nda geçti. Daha 10 yaşındayken İstanbul’un işgalini gördü. Çocuk yaşta bağımsızlığın ne kadar değerli bir şey olduğu duygusu bütün benliğine yerleşti. Mehmet Ali Aybar çok küçük yaşlarda spora yöneldi. ‘Mücadele’, onun için en az ‘Hürriyet’ kadar kilit önemde bir kavramdı. Hayatının ileriki yıllarında, spor ve siyaset birbirine paralel giden iki temel uğraşı oldu. Galatasaray Lisesi’ne girdiğinde spora olan yatkınlığıyla dikkat çekti ve atletizme yöneldi.
Galatasaray Kulübü’nün bu genç sporcusu, Herr Abraham adında bir antrenör tarafından çalıştırılıyordu. Antrenmanlarını Taksim Kışlası’nın avlusunda yapıyor, kendi deyimiyle ‘bellenmiş toprak’ gibi bir yüzeye sahip olan avluda 100, 200 ve 400 metre çalışıyordu. Kışla, 31 Mart Vakası’nın patlak verdiği yerlerden biriydi. İsyan, Hareket Ordusu tarafından bastırıldıktan sonra bina harabeye dönmüş, avlusu futbol sahası olarak kullanılmaya başlanmıştı. Fenerbahçe’nin Haziran 1923’te işgal kuvvetlerini yendiği maç da burada oynanmıştı, Cumhuriyet’in ilanından üç gün önce yapılan ve ilk milli maç unvanını taşıyan Romanya karşılaşması da... Kışla avlusunda yapılan sıkı antrenmanlar, Aybar’a 1928 Amsterdam Olimpiyatı’na giden yolu açtı.
Semih Türkdoğan, Şinasi Şahingiray, Ömer Besim Koşalay ve Haydar Aşan’dan oluşan Atletizm Milli Takımı’nın beş üyesinden biriydi. 100 metrede beşinci seride beşinci oldu. İçinde yer aldığı milli takım da 4x100 metre bayrak yarı finalinde dördüncü sırayı elde etti. Bir yıl sonra, Mehmet Ali Aybar’ın adı tarihe 200 metre Türkiye rekortmeni olarak geçecekti. O dönemde dünya rekoru 22 saniye civarındayken, Aybar’ın rekoru 22.8 saniyeydi. 1936’ya kadar süren atletizm hayatında 17 Türkiye rekoru kırdı.
Başka ülkelerde de yarışan Aybar, özellikle Balkan Şampiyonaları’nda öne çıkan bir atletti. Atina’da 4x100 bayrak yarışında milli takıma altın madalya getiren ekibin içindeydi. Seçmelerinde 22.6 saniye ile Balkan rekoru kırdığı 200 metre finalinde gümüş madalya kazandı. Bu dönemde yaşanan bir olay, politikaya atıldığı yıllar için de ipuçları verdi. Hani sporculuğuyla siyasetçiliği arasında bir paralellik kurmuştuk ya, bu tam da onun örneğiydi.
Koray Mithat’a kulak verelim: “1931’de Yunanistan’ın başkenti Atina’da düzenlenen Balkan Oyunları’nda, 1930 yılındaki oyunlarda yaptığı hatalar nedeniyle bir daha görevlendirilmeyeceği bildirilen bir hakemin yine yarışa verilmesine tepki gösteren Aybar, Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı Semih Türkdoğan ile birlikte yarıştan çekileceğini bildirir. O günlerde Balkan Paktı çerçevesinde Atina’da bulunan Başbakan İsmet İnönü de Yunanistan Başbakanı Venizelos’la birlikte stadyuma gelmiştir. Durum kendisine yansıtılır. İsmet Paşa sporculara koşmaları emrini verir. Mehmet Ali ve Semih, buyruğa rağmen o günkü 100 metre yarışlarına katılmazlar. Daha sonraki yarışlarda hakemler konusunda bir uzlaşma sağlanınca Aybar, katıldığı 200 metre yarışında ikinci olur. 4x100 metre bayrakta da 43.4’le Balkan ve Türkiye rekorunu kırarak takım halinde şampiyon olurlar. Türkiye’ye döndükten sonra Mehmet Ali Aybar’a bir yıl, Semih Türkdoğan’a müebbet boykot cezası verilse de bir süre sonra cezalar affedilir...”
1967’de, Amerika’nın işlediği savaş suçlarını araştırmak için Bertrand Russell öncülüğünde kurulan Russell Mahkemesi’nin üyesi olarak Vietnam’a giden Aybar, bir ay sonra Atina üzerinden İstanbul’a döndü. Atina’dayken, 30 yıl önce yarıştığı stadyumu görmeye gitti. Vietnam Günlüğü’ne o günü şöyle yazdı: “Stadyum güneşte yanıyordu. (...) Pist gene o berbat kömür tozu pisti. 200 metrenin akış yerine gittim. Sonra o firkete gibi viraja doğru yürüdüm. ‘Arrivée’ye doğru baktım. 192 metrelik düzlük ne kısa göründü gözlerime. Eskiden uzar giderdi, hiç bitmeyecekmiş gibi...”
1936’da aktif spor hayatını bitiren Aybar, spordan tümüyle kopmadı elbette; atletizm hakemliği yaptı, ayrıca yaz-kış demeden her sabah yüzmeye devam etti. Tüpsüz dalış ve zıpkınla balık avlamanın ülkedeki öncülerinden biriydi. Yakınları, Kuzguncuk’ta oturduğu yıllarda Boğaz vapuru iskeleye yanaşırken evden zıpkın gibi fırlayıp vapuru yakaladığını anlatırdı. Hayat boyu bisikletin selesinden de inmemişti mesela.
Bisiklet demişken burada da bir parantez açalım ve 1940 yılına gidelim; genç hukuk doktoru olarak bir yıl önce geldiği Paris, Nazilerin işgal tehdidi altındaydı. Aybar ve kuzeni Oktay Rifat ve bir grup Türkiyeli, şehirden bisikletle ayrılmaya karar verdi. Yalnız ‘küçük’ bir sorun vardı. Ekipten Ragıp Sarıca, bisiklete binmeyi bilmemekteydi. Aybar’ın kızı Güllü Aybar’ın anlatımına göre, bir tane iki kişilik bisiklet -tandem- bulundu ve Concorde Meydanı’nda eğitimler başladı. O sırada Paris’te bulunan Fikret Mualla bu gruba rast geldi ve ne yaptıklarını sordu. Mualla’ya durum anlatıldı ve gruba katılması teklif edildi. Polis korkusuyla nam salan özgün ressamın sorusu da özgündü. Türkiye’de mahkemelerde jüri sistemi olup olmadığını sordu. Olumsuz cevap alınca teklifi reddetti.
Ekip bir süre sonra Paris’ten bisikletlerle yola çıktı. Önce Bordeaux’ya, oradan Lyon’a ve İsviçre’ye geçtiler. Aylar sonra, trenle Türkiye’ye döndüler. İki teker ve zincirden müteşekkil bir aletle hürriyete pedal çeviren Aybar’ın birkaç yıl sonra çıkaracağı derginin adının Zincirli Hürriyet olması da tarihin bir ironisiydi.
Bu noktada yeniden Vietnam Günlüğü’ne dönebiliriz. İkinci Dünya Savaşı sırasında binlerce insanın bisikletle savaştan kaçtığı bilinir. Bu, bisikletin temel ulaşım aracı olduğu Vietnam’da da böyledir. Aybar bunu yazar.
Ağustos 1967’de Türkiye’ye dönen Aybar, tam bir yıl sonra başka bir tarihi sınavın eşiğine gelir; Prag Baharı olarak adlandırılan bahar -adı üstünde- kısa sürmüş, Ağustos sonunda Varşova Paktı askerleri şehre girmiştir. ‘Hürriyet’i ve adaleti hayatının rehberi yapmış olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) başkanı, anında işgale karşı çıkar. O sırada başka bir büyük atlet de işgal karşısında dimdik durmaktadır: ‘Çek Lokomotifi’ Emil Zatopek... İlk gençliğinde Nazi işgalini yaşayan efsane sporcu, Sovyet işgaline de karşı durur ve bunun bedelini ağır öder. Aybar’ın işgale karşı çıkması, Türkiye İşçi Partisi’nde de dönüşü olmayan büyük bir çatlamaya ve ayrışmaya yol açar. 1969’da genel başkanlıktan, 1971’de partiden istifa etmek durumunda kalır.
12 Mart döneminde, meclisteki tek sosyalist milletvekilidir ve İsmet İnönü’nün deyimiyle ‘tek kişilik bir parti’ gibi çalışmaktadır. Zira o, bir bayrak takımının parçası olduğu kadar, tek başına koşmayı da bilen eski bir şampiyondur.