Zıt Kutuplar

12 dk

İki farklı başlangıç, iki farklı yol, iki farklı insan, bir görkemli hikâye... Martina Navratilova-Chris Evert rekabeti bir dönemin sembolü ve tüm zamanların en iyisiydi.

Getty Images

Mükemmel bir tenis rekabeti nasıl olmalı? Sorunun cevabını aramaya, yakın dönemin ve tarihin en ünlülerinden bir tanesini referans alarak başlayabiliriz. Kortun bir tarafında Roger Federer diğer tarafında da Rafael Nadal olduğu zaman akan sular durur çünkü bu, sanatçıya karşı savaşçının mücadelesidir. Kabaca genellemek gerekirse; biri tenisini kortun her noktasına yaymaya çalışan zarif hücumcu, diğeri ise hayatı sanki buna bağlıymış gibi var gücüyle oynayan geri çizgi savunmacısı. Rollerin zaman zaman değiştiğini görsek de 2004'ten beri süregelen maçlarda ağırlıklı olarak benzer senaryoya tanıklık ettik. Aralarındaki kontrast, zor bir işi farklı yollardan ama aynı yücelikte yapan iki sporcunun kapışmalarını hep eşsizleştirdi.

Pete Sampras ve Andre Agassi ikilisi hem oyunları hem karakterleriyle birbirlerinden son derece uzak portreler çizerken muazzam bir uyum yakaladılar. John McEnroe ve Björn Borg arasındaki çatışmayı konu alan filmin adının Ateş ve Buz olarak seçilmesi dahi birçok şeyi anlatıyordu. Billie Jean King ile Margaret Court'un çok başarılı tenisçiler olmaktan başka bir tane bile ortak noktaları yoktu; özellikle de hayat görüşleri ve sosyal konuları yorumlayış biçimleri taban tabana tersti. Yani bu büyük eşleşmelerin hepsi, güçlerini karşıtlıkların yarattığı ahenkten alıyordu. Henüz sözü geçmeyen bir tanesi ise muhteviyatında diğer tüm emsallerinden daha fazla zıtlık ama ironik şekilde daha fazla da uyum barındırıyordu. Hepsinden daha uzun ömürlü, daha çekişmeli, daha inişli çıkışlıydı. 16 yıl ve 80 maç boyunca devam edecek, izleri bir ömür silinmeyecekti...

***

1975'te Amerika Açık'ın o günlerde düzenlendiği Forest Hills'deki West Side Kulübü'nde tenisin geleceği adına çok önemli fakat ehemmiyeti o esnada pek bilinmeyen bir duyuru yapıldı. Zira ilk profesyonel sezonunda aldığı başarılı sonuçlarla adından söz ettiren genç Çek Martina Navratilova, ABD'ye iltica isteğini bildiriyordu. Komünizmin kapalı kapılarının ardında, doğduğu topraklarda kazandığı ulusal şampiyonluklar ve gençler turnuvaları elbette onun gelecekte bir süper yıldız olacağını işaret edemezdi. Ancak henüz yükseldiği Avustralya Açık ve Fransa Açık finalleri bir şeyler anlatıyordu. "Fazla Amerikalılaştığı" iddiasıyla ülkesi tarafından vatandaşlıktan çıkartılmakta olan Navratilova'nın ilk isteği kendisini özgür hissetmekti ki buna ulaşmaya yakındı. İkincisi de bir vadede dünyanın en iyisine dönüşmekti; bunun için ise sığınma talep ettiği ülkenin büyük yıldızını, yani Chris Evert'ı tahtından indirmesi lazımdı.

John McEnroe ve Björn Borg

John McEnroe ve Björn Borg

Evert birçok açıdan yetmişlere kadar nadir görülen bir tenisçi profiline sahipti. Şimdiki kadınlar turunun aksine çift el backhand'i o yıllar için bir istisnaydı. Geri çizgide yorulmak bilmez savunması ve çok az basit hata yapması, servis karşılama konusundaki hüneriyle birleşince onu dönemin yaygın taktiği servis vole için bir antidot hâline getiriyordu. Erkek tenisinde Jimmy Connors ve Björn Borg tarafından temsil edilen teknik dönüşümün bir nevi kadınlardaki bayrak taşıyıcısıydı. Üstelik kort dışında da alışılmışın dışında bir algı yaratmıştı. Feminen görüntüsüyle desteklediği medyatik bir karakteri, Hollywood yıldızlarıyla aynı magazin sayfalarına taşınmasına neden olan sansasyonel ilişkileri vardı. 'Chrissie' hem gönlünce yaşıyor hem de bolca kupa kazanıyordu. O sanki, Navratilova'nın ülkesini ve ailesini geride bırakmak pahasına peşine düştüğü özgürlük kavramının vücut bulmuş haliydi.

Navratilova ve Evert'ın ilk buluşması henüz ikisi de yolun epey başındayken 1973'te oynandı. 18 yaşındaki ABD'li, demir perdenin gölgesinden çıkan amatör rakibini iki sette geçmesine rağmen onun yüksek limitlerini hissedecekti. Navratilova ise Evert'ın oyunu ile dış görünüşü arasında nasıl bir tezatlık bulduğunu yıllar sonra, "İçinde demir bilye olan bir marşmelov gibiydi" sözleriyle anlatacaktı. Aslında yetiştiği ekol Navratilova'nın daha soğukkanlı ve duygusuz olmasını öğütlerken, dünyanın diğer ucundaki 'özgürlükler ülkesinde' büyümüş Chrissie'nin zihnen kuvvetli taraf olması şaşırtıcıydı. Daha ilginç olan ise o günden itibaren tohumları atılan karşılıklı saygı ve yavaş yavaş belirecek olan sıkı dostluktu. İlerleyen yıllar onları kort içinde ve dışında daha da yakınlaştıracaktı.

***

Martina Navratilova ve Chris Evert'ın şanlı kariyerleri üzerine sayfalarca kaynak bulup, onlarca farklı hikâye kaleme almak mümkün. Ancak araştırmayı sürdürürken dönemin yakın bir tanığıyla sohbet etmeyi de istedim ve tenis tarihçisi Steve Flink'i aradım. İki yıl önce Uluslararası Tenis Şöhretler Müzesi'ne kabul edilmiş olan ünlü gazeteci, iki efsaneyle de samimi dostluklara sahip ve birçok şeyi sanki dün yaşanmış gibi anımsıyor. Hatta Evert, Flink'in müthiş hafızasını "Steve bütün istatistiklerimi bilir ama tabii sadece tenis istatistiklerimi" şeklinde esprili bir şekilde dile getirmişti. Zaten telefonda beni karşılayan enerjik ses de girizgâhı uzatmadan konuyu anladı ve sözlerine şu şekilde başladı: "Bu bence tenis tarihinin en büyük rekabeti, hatta belki spor tarihinin en büyüğü dahi olabilir…"

Yazının başındaki soruyu Flink'e sorduğumda, "Bunun için Chrissie ve Martina arasındakine bakmalısın" diyor ve devam ediyor; "Eğer Borg-McEnroe kapışması uzun ömürlü olsa buna benzer bir noktaya gidebilirdi. İnsanların izlemekten asla yorulmayacağı tarzdaki mücadeleler bunlar. Onların da farklılıkları fazlaydı ama Navratilova-Evert ikilisi kadar keskin değildi. Chris'in moralini hiçbir durum bozamazdı. Martina ise duygularını dışa vuran taraftı. Bazen kendisine kızar ve bunu da epeyce belli ederdi. Navratilova solak bir servis voleciydi, Evert ise sağ elli ve çift el backhand vuran bir geri çizgi oyuncusuydu. Bunların yanında kültür ve karakter bazındaki farkları da aşikârdı."

Martina Navratilova

Martina Navratilova

İki oyuncu arasında oynanan ilk 25 maçın sadece beş tanesini kazanmayı başaran Navratilova'nın kariyerleri biterken 43-37 ile öne geçtiğini anımsattığımda, Flink "İşte bu!" diyor ve zihninde bir yolculuğa çıkıyor: "Her türlü evreden geçtiler. Evet, ilk maçlarının büyük çoğunluğu Chris'e gitti ama Martina'nın da arka arkaya 13 galibiyetle hegemonya kurduğu bir sekans var. Evert'ın oralardan geri dönüp 1985 ve 1986 Fransa Açık finalleri ve 1988'deki Avustralya Açık yarı finalinde ulaştığı zaferler bitmiş görünen rekabeti baştan yaratmıştı. İkisinin de 18 Grand Slam şampiyonluğu mevcut ve eğer birbirlerine denk gelmeseler bu sayı çok daha fazla olabilirdi. Sanırım ne kadınlarda ne de erkeklerde bunun benzerine tanık olabileceğiz..."

***

ESPN'in 30 for 30 serisinin 2010'da çekilen bir bölümü, Unmatched adıyla Martina Navratilova ve Chris Evert'ın dostluğuna ayrılmıştı. O sıralar 50'li yaşlarını süren iki efsane, zaten sık sık görüşüyor olmalarına rağmen çekimler için bir günü birlikte geçirmiş ve maziyi bol bol yâd etme fırsatı bulmuştu. İzlerken onların, spor tarihinin en büyük düellolarından bazılarına imza atmış, birbirlerini her türlü limite kadar zorlamış iki rakip olduklarını anlamak kolay değildi. Zaten kendilerinin de bunu anlamış oldukları şüpheliydi. Zira karşılaşacakları Grand Slam finalleri öncesinde birlikte antrenman yapmaları, dünyanın 1 ve 2 numaraları iken beraber çiftler oynamaları ya da kadın kadına tatile gitmeleri o dönem pek alışıldık şeyler değildi. Bu yakınlığın onların sporcu personalarına zarar verebileceğini söyleyenlerin sayısı hayli çoktu ve onlardan bir tanesi ünlü basketbolcu Nancy Lieberman'dı.

Navratilova'nın kadın tenisindeki ilk süper atlet olma yolunda devrimsel antrenman tercihleri yaptığı sık sık anlatılır. Daha fazla ağırlık ve kondisyon çalışması, yiyip içtiklerine dikkat etmesi ve bunlarla ilgilenen bir ekip kurması da seksenlerin hemen başına tekabül ediyordu. Bu kararı almasının arkasında da bir dönem antrenman teknikleri konusunda ona yardımcı olan Lieberman vardı. Çalışma rutinlerini 'hafif' bulduğu için eleştiren Lieberman'a göre, eğer Martina dünyanın en iyisi olmak istiyorsa fazlasını yapmalıydı. O da bunları eksiksiz uyguladı ve sonucunu aldı. Ancak akıl hocasının bir talebi de Evert ile arasına mesafe koymasıydı ki bu hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmedi. Ya da şöyle diyelim, denendi ancak buna ihtiyaç olmadığı anlaşıldı. Onların ilişkisinde hırs ve kıskançlık nevi duyguların hepsi sadece aralarında file varken ortaya çıkıyordu.

Chris Evert

Chris Evert

Tabii paylaştıkları şeyler sadece kort üstündeki şaşaalı başarılar ve ışıltılı 'büyük sporcu' hayatları değildi. Navratilova 1981 senesinde biseksüel olduğunu açıkladığında arkasında duranların başında Chris Evert geliyordu. O, sekiz senelik eşi tenisçi John Lloyd'dan ayrıldığında ise omuz verme sırası değişmişti. Hatta Navratilova o günlerde arkadaşını kafa dağıtması için Aspen'deki dağ evine çağıracak, Chrissie seyahat esnasında bir sonraki hayat arkadaşı ve ileride doğacak üç çocuğunun babası kayakçı Andy Mill ile tanışacaktı. Son olarak 2010'da Martina'ya meme kanseri teşhisi konduğunda en büyük rakibi hep bir telefon uzağındaydı. Evert, Forbes'a verdiği röportajda "Her zaman birbirimizin sırtını kollarız" sözleriyle dayanışma geleneklerini anlatacaktı. Navratilova ise belgeselde dostuna hitaben şunları söyleyecekti: "Hayatta başım sıkıştığında arayabileceğim 3-4 insan olduğunu biliyorum ve sen bunlardan birisin."

***

80 karşılaşma, 61 final, 14 Grand Slam kupa maçı, teklerde toplam 36 slam şampiyonluğu, dünya sıralamasının zirvesinde geçen 592 hafta ve hepsinden daha önemlisi yerine asla bir benzeri konulamayacak kadar büyük bir miras. Zorlukların 'en iyi' olmaya, farklılıkların ise birbirini anlamaya engel teşkil etmeyeceğini anlatan ilham verici bir öykü. Bugün tüm zamanların en iyi tenisçileri listesinde kendilerine kolaylıkla ilk 10 sıra içerisinde yer bulabilecek bu iki devin aynı dönemde korta çıkması hâlâ çok büyük bir şans olarak anımsanıyor. Hatta 1973'te kurulan WTA'in ilk yıllarında popülaritesini arttırmasındaki öneminden dolayı, "Kadın tenisini yaratan rekabet" gibi ulvi bir payeye de layık görülüyorlar.

Bunu üzülerek belirten Evert'a göre, ikisi de en iyi günlerindeyken rakibi ondan 'biraz' öndeydi. Navratilova ise "mükemmel rekabet" diye tanımladığı yolculuğun herhangi birisini daha öne çıkardığını düşünmüyor. Zaten hem kendi hayatlarında hem de tenis kortlarında bu kadar çok şey başarmış iki sporcuyu kıyaslarken iş artık biraz da kişisel düşüncelere kalmış durumda. İyisi mi, biz "kazanan izleyicilerdi" klişesine sığınalım çünkü bazen gerçekten bir galip seçmeye hiç ihtiyacımız yok...

Socrates Dergi