Zıtların Rekabeti

5 dk

Sebastian Coe ve Steve Ovett, iki büyük rakipti. İzleyicilerin gönül verdiği taraf ise zaman içinde sayısız kez değişti.

İyi-kötü, şişman-zayıf, güzel-çirkin... Kendimizi istemsizce bu tip rekabetlerin bir tarafında konuşlandırırız.

Yıllar önce, daha top oynayıp acıktığım dönemde klas olduğu her halinden belli yakışıklı bir adam ile saçları erken dökülmeye başlamış, pek de sevimli olmayan diğer bir adamın rekabetinde kolayca saf tutmuştum. 9-10 yaşlarında kardeşimle yaptığımız koşu yarışları öncesi ikimiz de o yakışıklı, klas adam olmak isterdik. Kura atışı yapardık ve kazanan o ismi seçerdi.

Helsinki’deki 2005 Dünya Atletizm Şampiyonası’nda basın merkezine girdim ve yüzü hiç de yabancı gelmeyen, kel ve göbekli bir adamla karşılaştım. Önündeki akreditasyon kartında ismini okuyunca afalladım. Hani yıllarca o ikili rekabette düşman olarak gördüğüm adam var ya, ta kendisiydi. Bu keşfimi hemen rahmetli Cüneyt Abi (Koryürek) ile paylaştım. Bana bakıp güldü ve dedi ki: “O ikisi arasında asıl iyi olan budur. Diğeri yukarıdan bakar.” Tam bir şok. 25 yıl yanlış adamı mı kendime kahraman bellemiştim yani? Dayanamadım ve araştırdım...

Yıllarca ‘kötü’ bellediğim kişi Steve Ovett’ti. İngiltere’de tatil beldesi olarak bilinen Brighton’ın alt gelir grubundaki ailelerden birinin üyesiydi. Kötü talih, okulda da onu bulmuştu. Steve, o zamanlar şimdiki gibi anlayışla karşılanmayan bir dertten mustaripti: Disleksi. Genç adamın futbol denemeleri de takım oyununa inancının azlığı nedeniyle sonuçsuz kalacaktı.

Ovett’in doğumundan 10 ay sonra Londra’da bir mühendisin oğlu olarak dünyaya geldi Sebastian Coe. Anne tarafından Hint kökeni de vardı. İyi okullarda okurken atletizme başladı. Onu ilerleyen yıllarda Lord unvanına ulaştıracak sürecin başlangıcıydı bu. Yaşamındaki zayıf nokta babasıydı. Atletizmle yakından uzaktan ilgisi olmayan Peter Coe, Seb’in antrenörlerini yetersiz bulmaya başlamış ve bir anda Serena ile Venus’un babası Richard gibi olayın içine dalmıştı. Baba-oğulun gerilimli ilişkisi, atletizm camiasında hep konuşulurdu. Camiada ilk tanınan Ovett oldu. Agresif koşusu, yarış sonlarından az gülen, sevimsiz adam görüntüleri hep aleyhine işledi. 70’lerin ikinci yarısına girilirken 800 metre ve 1500 metrede iki atletin dünyayı sarsacağı tahmin ediliyordu: Ovett ve Belçikalı Ivo Van Damme. Van Damme, 1977’de bir trafik kazasına kurban gittiğinde İngilizin hayatı da farklı bir yöne doğru saptı.

O günlerde bir başka İngiliz atletin orta mesafe performansı konuşulur hale gelmişti. Seb Coe, İngilizlerin pek sevdiği 1 mil yarışlarıyla başladığı kariyerine 800 ve 1500 metrede devam ediyor, iyi dereceler yapıyordu. Kısa süre içinde öyle bir duruma gelindi ki; 1980 Moskova Olimpiyat Oyunları, Ovett ve Coe için bir çarpışma sahnesine dönüştü.

Margaret Thatcher’ın olimpiyatı boykot etme tavsiyesine rağmen Britanyalı sporcular Moskova yolunu tuttu. 800 metrede favori Coe’ydu, Ovett kazandı ve karşılığında kuru bir tebrik aldı. 1500 metrede ise favori Ovett’ti ama kazanan, hatta rakibini bronza iten o estetik koşusuyla Coe oldu.

Ovett için Moskova sonun başlangıcıydı. O inişe geçerken, Coe hep suyun üstünde kaldı. 1984 Los Angeles Olimpiyatı’nda 1500 metrede yine altın kazandı ama onu ülkesinde kahraman yapan asıl başarısı 2012 oyunlarını Londra’ya kazandırmak olacaktı.

Yakından tanıyanlar için Coe, zaman zaman rol yapsa da ‘Lord’ unvanını sonuna kadar taşıyan bir adam. Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği’nin başkanı olarak belki daha fazla göz önünde olacak. Ovett ise Avustralya’da yaşıyor ve televizyon yorumculuğu yapıyor. Yakın arkadaşlarının çok sevdiği bir adam olarak anılıyor.

Çocukken Coe’yu tutardım. Çocukluğunu, yaşadıklarını öğrendikten sonra Ovett’e sevgim öne geçti. Ancak hepsinden öte, bu iki atlet, 70’lerin ikinci ve 80’lerin ilk yarısında atletizme damga vurdu. Kimin daha iyi olduğunun cevabını tartan pist bile verememişken, benimki de sadece basit bir latifeden ibaret işte.

Socrates Dergi