Rengârenk

10 dk

Kimisine daha önce kapaklarımızı ayırmıştık, kimisine sayfalarımızı... Ama bu insanlar, olaylar ve nesneler olmadan 1980'leri hakkıyla anlatabilmemiz mümkün değildi. Yine, yeni, yeniden.

İkon

Naim Süleymanoğlu'nu bugün hatırladığımda, özellikle de sporculuk sonrasındaki yaşamını, aklıma ilk gelen kelime 'hüzün' oluyor. Cep Herkülü kitabını yazarken de söylemiştim. Kesinlikle ve kesinlikle haksızlık ettiğimiz bir isim. Hüzünleniyorum. Ona bu ülke büyük vefasızlık yaptı. Özellikle de halter ailesi...

Meslekteki kırkıncı yılımı dolduruyorum. Bunda Naim Süleymanoğlu'nun katkısı çok büyük. Nedeni şu: Ben Naim sayesinde birden fazla organizasyonu yerinde izleme şansına sahip oldum. Olimpiyat oyunları, dünya şampiyonaları, Avrupa şampiyonaları… Sadece bana değil, Ankara'daki birçok gazeteciye ufuk açtı. Onun ötesinde, 1980'lerdeki spor ailesine de ufuk açtı. O dönemde spor altyapımız, yöneticilik beceri ve kültürümüz yoktu. Naim'in gelmesiyle profesyonel yaşam nedir, sporcu-yönetici ilişkisi nedir, bunların hepsi daha net ortaya çıktı. Yıldız seviyesindeki hatta olağanüstü yetenekteki sporcuları yönetebilmek gibi beceriler de orada öğrenildi. Artı, Naim gelmeden önce merdiven altında yapılan halter; çok organize, modern, başka ülkeler tarafından örnek alınacak kadar önemli tesislere kavuştu. Son olarak da Naim'le birlikte siyaset, sporu daha fazla kullanmaya başladı ve bu eğilim artarak devam etti. Ne yazık ki...

O dönemde amatör branşları başarı ve skandallara endeksli götürüyorduk. Bugün de hâlâ böyledir maalesef. Böyle olunca da halter, güreş, boks gibi branşların seyircileri sporcuların aileleri, dostları ve kulüp temsilcileri olurdu. Ama Naim sonrası her şey değişti. En başta, Bulgar zulmünden kaçışının tüm dünyada ama hepsinden önemlisi Türkiye'de yarattığı ilgi devasaydı. Türkiye'ye getirilişi, ağırlanışı, Özal tarafından ülkeye "Bizim evladımız" diye yansıtılışı yepyeni bir seyirci kitlesini spora getirdi. Ve tabii yeteneği...

'En unutulmaz Naim ânı' sorulunca insanlar genelde 1988 der ama benim tercihim başkadır. Çünkü 1988'de Naim kendisiyle yarıştı, gösteri gibiydi o daha çok. Ama 1996, bambaşkaydı. Leonidis'le düellosu, yarı yarıya Türk ve Yunan seyirciler tarafından doldurulan salon, yüzlerce gazeteci, politikacılar, hatta ABD'li senatörler… Ben Naim'in katıldığı her organizasyonu izledim, açık ara en etkileyicisi oydu. Bugün bile tüylerim diken diken oluyor anlatınca. Ama anlatmakla da olmaz, yaşamak lazımdı.

Belki de biz onunla birlikte olduğumuz için ne kadar büyük bir sporcu olduğunu unuttuk bazen. Naim ulaşabildiğimiz, dokunabildiğimiz, konuşabildiğimiz biriydi. Ama ne zaman onunla seyahate gitsem farkını anlardım. CNN, CNN olduğu dönemde dört gün peşimden koşmuştu, sırf Naim'e ulaşabilmek için… Naim'le dünyanın neresine giderseniz gidin, size açılmayacak kapı yoktu.

Ne yalan söyleyeyim, onun hâlâ hakkıyla anıldığını düşünmüyorum. Filmin de hakkını verdiğini düşünmüyorum. Yapanların eline sağlık ama o filmde anlatılanların bir çoğu benim bildiğim, sporculuk yaşamının büyük kısmında yanında nefes aldığım Naim değil. Tarihin en büyük on olimpiyat sporcusundan biri, gelmiş geçmiş en büyük halterci daha farklı anlatılmalıydı. Ben aslında belgeselinin çekilmesini isterdim. Naim'in Michael Jordan gibi bir belgeseli olmalıydı. Hak etmişti. / Tayfun Bayındır

Fenomen

Smoke on the Water, rock tarihinin en 'alengirli' gruplarından Deep Purple'ın en basit şarkısıdır; aynı zamanda en meşhuru, en çok eşlik edileni… Tarz ne kadar zor ya da farklı olursa olsun, büyük kitlelere ulaşmak için kurallardan biri de bu aslında: Vurucu bir intro ya da slogan olabilecek bir nakarat.

Rocky Balboa'yı yaratan Sylvester Stallone için de benzer denklem geçerliydi. İşin içinde spor, hayatla mücadele, ele geçen fırsat ve bir hedef vardı… Birçok insan kendinden bir şeyler bulabilirdi. Buldu da. Filmi büyük yankı uyandırdı, ödüller kazandı, devam filmi çekildi… Karakter ve konudan bağımsız, Stallone'un seyirciye işlediği bir duygu daha vardı: Müzik seçimleri. Bill Conti'nin eserleri Gonna Fly Now ve Going the Distance muazzamdı ama birkaç saniye duyulan -Sly'ın kardeşi Frank'e ait- Take You Back bile tam yerinde bir dokunuş olarak dikkat çekiyordu.

Stallone, 1980'lere girildiğinde ve serinin üçüncü filmi için çalışmalara başladığında yeni tınılara ihtiyacı olduğuna inanıyordu…

"Hey, Jim. Ben Sylvester Stallone. Beni ara!" Survivor grubunun elemanı Jim Peterik, telesekreterindeki bu mesajı dinledi, eşini çağırdı, bir kez de ona dinletti ve arayanın gerçekten Stallone olduğundan emin olunca geri döndü. Stallone, Peterik'e Rocky 3'ü çektiğini, Gonna Fly Now'ın elinde olduğunu ama gençleri yakalayacak başka bir şarkı daha istediğini anlattı. Peterik, teklifi kabul etti. Bir süre sonra grup arkadaşı Frankie Sullivan'la buluştular; Sly'ın gönderdiği, filmin birkaç dakikalık demosunu izleyip çalışmaya başladılar… İlk şoku da yaklaşık on dakikalık bu gösterimde yaşadılar. Peterik, Sly'ı aradı:

— Hey, zaten bir şarkın varmış.

— Evet ama yayın haklarını alamadım.

İzin alınamayan şarkı, Queen'in Another One Bites the Dust'ıydı. Stallone, We Are the Champions ve We Will Rock You gibi her şeyiyle 'seyirciyi yakalama' denklemini kurmuş bir grubun bu eserinde de benzer potansiyeli görmüştü. Basit bir bas riff'i vardı, akıllarda kalacak bir 'hook' ve agresif bir vokal… Peterik ve Sullivan, aşmaları gereken engelin ne kadar zor olduğunu anlamıştı. Önce girişteki 'gerilimi' yaratan ritmi ortaya çıkardılar sonra da yumruklardan ilham alarak çok basit ama bir o kadar da keskin riff'i… Sırada şarkının adı kalmıştı… Peterik, Stallone'un diyalog ve 'hook' hususunda seyirciye harika ulaşabilen bir sanatçı olduğunu bugün bile dile getiriyor. Çalışmalar esnasında filmi izlerken birçok kez geçen 'Kaplanın gözü' metaforunun da bunun en güzel örneklerinden biri olduğunu belirtiyor. O yüzden de bir süre üzerinde tartışmalarına rağmen şarkının adı Eye of the Tiger oldu.

Stallone ne kadar doğru bir tercih, Survivor grubu ise ne kadar büyük bir hit yaptığını birkaç ay sonra anlayacaktı. Eye of the Tiger, büyük yankı uyandıracaktı. Sadece filmin değil neredeyse bütün sporların soundtrack'i olacaktı.

Soğuk Savaş, ihtişam, teknoloji, Boss eşofman takımları… Sly, neredeyse 1980'leri özetlediği Rocky 4'te bir kez daha Survivor ile çalıştı. Film, muhteşem şarkıların oluşturduğu bir soundtrack albümüydü bir yandan. Robert Tepper, James Brown, Bill Conti… Ama o şarkıların hiçbiri Eye of the Tiger kadar 80'lerle özdeşleşmedi. / İlhan Özgen

Mecra

1980'lerde Atlantik Okyanusu'nun her iki yakasında da spor yayıncılığı farklı yönlerde evriliyordu. Üç kanallı yayıncılığın olduğu İngiltere'de spor yayıncılığını BBC ve ITV üstlenmişti. O dönemde önde gelen spor dallarının yayının çoğunu BBC yapmaktaydı. ITV ise dart, snooker gibi spor dallarıyla başladığı yayınları yıllar geçtikçe futbol, Formula 1 ile çeşitlendirmişti. İngiliz sporseverler ülkedeki ilk spor kanalıyla 1991'de tanışmadan önce spor programları bir elin parmakları kadardı. Jimmy Greaves ve Andy Gray'in de yer aldığı A Question of Sport o dönemin en popüler spor yapımlarının başındaydı. Futbol yayıncılığındaysa bir geçiş dönemi vardı. 1991'de Sky Sport maçlarda dakika ve skoru karşılaşma boyunca ekrana yansıtmaya başlayana kadar karşılaşmaların skoru hakkında ekrandan bilgi sahibi olmak pek mümkün değildi. ITV, 26 Mayıs 1986'da oynanan Liverpool-Arsenal maçının sonunda süreyi ekranda tutmuştu ve bu da bir ilkti. Öyle ki maçın spikeri Brian Moore bu karar hakkında izleyicileri bilgilendirmeye gerek duymuştu. Wimbledon gibi organizasyonların yayınında ise izleyiciler korttaki skorborda bakarak maçın skorunu öğreniyordu. 1980'ler geleneklerinden biri de televizyonların 'teletext' hizmeti üzerinden karşılaşmaların sonuçlarını öğrenmekti. Hafta sonu oynanan maçlar için ilk adres orasıydı.

İngilizler için üç kanallı dönem yaşanırken Atlantik'in diğer yakasında spesifik yayıncılık yapan kanallar ortaya çıkmıştı bile. 1979'un son çeyreğinde kurulan ve ülkedeki spor yayıncılığı anlayışını değiştiren ESPN, 1980'lerle birlikte popüler olacaktı. Sports Illustrated'ın kitle iletişim tarihindeki en tuhaf yatırımlardan biri olarak tanımladığı kanal, kolej basketbolunun sırtında yükseliyordu. Üç kanalın toplam yirmi saat spor yayını yaptığı bir dönemde ESPN, 1.6 milyon haneye ulaşarak yayın hayatına başladı. Kolej basketboluna ilişkin televizyon yayınlarının çok fazla olmamasını fırsat bilen kanalın yöneticileri NCAA turnuvalarının ilk turlarının yanında NFL Draft'ı gibi ilgi çekici yayınlarla dört yıl içerisinde 25 milyon aboneye ulaşmayı başardı. 1980'lerin sonuna gelindiğinde ESPN'in abone sayısı 50 milyona gelmişti. Chris Berman, Dick Vitale, Bob Ley gibi isimler kanalın kuruluşundan günümüze kadar önemli görevler almaya devam ederken SportsCenter da özel bir geleneğe dönüştü.

İlk günlerde kolej basketbolu yorumcusu olarak ESPN'e katılan Dick Vitale, maç başına 150 dolar kazanıyordu. Zaman içinde spor dünyasının en dikkat çeken isimlerini kadrosuna katan ESPN, spor yayıncılığında yeni bir akıma da imza attı. 1982'de ABC, ESPN'in yükselişini farkederek kanalın yüzde 49'unu satın aldı. 1961'den beri ABD'de spor yayıncılığında söz sahibi olan ABC, anlaşma karşılığı bazı programları ESPN'e vermeyi kabul etmişti. Artık NBA maçları ESPN'den de yayımlanıyordu. 1983'te hatırı sayılır bir aboneye ulaşması ESPN'in iş planında değişikliği de beraberinde getirdi. Kablo televizyon platformlarında yer almak için ödeme yapmaktan vazgeçen kanal, izleyicilerin abone olması sistemini benimsedi. Bu, kazanç elde etme yolunda atılmış büyük bir adımdı. ABC'nin desteğiyle büyümeye devam ESPN, 1987'de Sunday Night Football ile NFL maçlarını yayımlamaya başladı. 1989'da MLB ile yapılan 400 milyon dolarlık anlaşma kanalın en önemli yayın hakları işiydi. / Mustafa Taha

Hobi

Okuduğunuz diğer yazarlara nazaran benim yaşanmışlıklarımdan çıkacak bir 1980'ler anım yok. Ama Jessica Fridrich'in var. Rubik Küpü'nün en hızlı çözüm yolu olan Fridrich Metodu'nun mucidine, kırk sene öncenin bilinmezini sorduk.

"1980'ler… İnanın bana çok garipti. Hele de komünizmin içindeki Doğu Bloku'nda yaşarken. Kimse başka bir yerde yaşamayı hayal dahi edemezdi. Dolayısıyla, pek çok şeyi değişmez kanunlar gibi kabul ettik ve ona göre yaşamak zorunda bırakıldık. O kanunlardan biri de ekonominin, arz-talep dengesinin tamamen dağılmasıydı. İstediğimiz hiçbir şeye kolay ulaşamıyorduk ki benim Rubik Küpü ile tanışma hikâyem de aynen böyle başlıyor. Küp kendi memleketinde, yani Macaristan'da satılıyordu fakat talep çok fazla, arz çok azdı. Oraya giden herkese sorup Küp'ü almaya çalıştım ama başaramadım. Son olarak, Çekoslovakya'daki rastgele bir sokakta, kahverengi çantalı bir adamdan gizli şekilde çok yüksek bir fiyata satın alabilmiştim.

Onu elime ilk aldığım ânı çok iyi hatırlıyorum… Büyülenmiştim, tamamen sersemlediğimi hatırlıyorum. Kendi kendime sorduğum ilk soru, "Sende nasıl bir sistem var?" olmuştu. Günlük hayat akışımı tamamen değiştirmişti. Her gün daha iyi olmak için yeni hareketler icat etmeye çalışır ve çok fazla pratik yapardım. Normalde çok fazla gazete okuyan biri değildim ama gün içinde geçirdiğim vakit sonunda kaçırdığım şeyleri gazete okuyarak yakalamaya çalışıyordum.

Eh, herkesin hayatında yeni bir şey olduğu için herkes adına bir sosyal tanışma ürünü de olmuştu. Herkes birbirine bir şeyler soruyor ve böylece kaynaşıyordu. Ne zaman ki işin içine çalışmalar ve pratikler girdi, işte o zaman da tamamen sosyal hayatı bitiren bir hobiye dönüştü. Belki, bağımlılık da diyebiliriz buna, bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da benim için olayın her zaman bilinmezliğin büyüsü olduğuydu. Onunla geçirdiğim her dakika; yeni bir kıtayı keşfetmeye, yeni bir dil öğrenmeye benziyordu. Fakat zaman ilerledikçe ve gizem ortadan kalkınca işler değişti.

Hayatta hemen her şeyle ilişki kurarız. Hayat akışımızı, kurduğumuz bu ilişkiler belirler. Ve bir ilişkiyi uzun süre ayakta tutan yegâne şey gizemdir. Eğer o gizem ortadan kalkarsa, o ilişkiden eskisi kadar zevk alamazsınız. Bağınız tamamen kopar demiyorum ama aynı heyecanı yaşamanız mümkün değildir. Kopma yaşamamdaki bir ikinci sebepse rekabetçilik unsuruydu. Eğer bir şeyde gerçekten en iyisi olmak istiyorsan, o şey tarafından tamamen tüketilmeyi göze alman gerekir. Eğer rekabetçi değilsen de rekabet etmenin ve tüketilmeyi beklemenin anlamı nedir ki?

Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Küp'ü ilk elime aldığım günden itibaren onun bana çok fazla öğretisi oldu. Bir sorunu birçok farklı yönden ele alabilmek, beklenmedik bir şeye karşı sürekli tetikte olmak ve bu tetik hali sayesinde şans faktörünü tamamen keskinleştirebilmek… Bu dersleri para ile satın almaya çalışsam, alamam. Ha, bir de tüm bunlara ek olarak çok fazla arkadaş edindim. Eğer bu satırları okuyorsan, teşekkürler Ernö!" / Arhan Ata Pilavoğlu

Unutulmaz

F1 şampiyonu olup da unutulanlar, az hatırlananlar var. İki kez şampiyon olup akla hemen gelmeyenler de var. İkiden fazla kez şampiyonluğa ulaşmak dahi gölgede kalmaya karşı bir garanti değil. Nelson Piquet onlardan biri. Üç kez dünya şampiyonu olup; Lauda'yı, Prost'u, Senna'yı, Mansell'ı mağlup edip hak ettiği değeri göremeyen biri o. 1980'leri en iyi tanımlayan isim aslında Piquet. Profesyonelleşen ama halkla ilişkiler kontrolüne henüz girmemiş F1'e ait biri. Tıpkı diyete başlamadan önceki son gün ziyafeti gibi, her cümlenin planlandığı dönem öncesindeki son yıldızın da ağzından çıkanı asla kulağının duymaması şaşırtıcı değil. Dönemin en iyi takımlarından Brabham'la ve Williams'la elde ettiği üç şampiyonluk Piquet'yi bir çırpıda saydığımız efsaneler arasına koymaya yetmiyor. Halbuki Piquet ilk dönem şampiyonlarının yakalandığı zaman aşımına da tabi değil. Hem de çalıştığı her takım ondan teknik bilgi ve sürüş becerisi olarak son derece memnunken Piquet'nin mirasını etkileyen iki büyük unsur var: Patavatsızlığı ve kariyerinin son bölümündeki standart altı performansları.

F1 ve umrunda olmamak kavramları yan yana geldiğinde oklar Kimi Raikkonen'i işaret eder. Fin pilotun az kelimeyle topladığı hayran kitlesi takdire şayan. Bu spektrumun diğer ucundaysa "Pilotlar için en önemli şey para. Evet bu bir spor ama aynı zamanda da bir iş" diyen Piquet var. Prost'un burnuyla, Mansell'ın hal ve hareketleriyle, Gerhard Berger'in "Hiçbir özelliği olmamasına rağmen bu işten para kazanabilmesiyle", kısacası herkesle dalga geçip gelecek tepkileri zerre umursamamasıyla özel bir karakter Piquet. Senna mı, yoksa kendisi mi daha iyi sorusuna "Ben, çünkü hayattayım" diyecek kadar da ofansif mizahtan geri durmayan bir adam. Buraya kadar yazdıklarım övgü gibi geldiyse hemen açıklık getireyim: Piquet bir trol, ona gülmek yerine söylediği şeylerin ne kadar acayip olduğuna şaşırarak tepki veriyorsunuz. F1 pilotlarının ağzına geleni söyleyebildiği son dönemde, ağzına geleni söyleyen tek adam. Ama "Bazı düşüncelerini kendine saklasa daha iyi olur muydu?" diye düşündürüyor.

Tıpkı Sebastian Vettel'in yakın dönemdeki kötü performansları gibi, Nelson Piquet'nin mirasını en çok yaralayan faktör 1987 Imola'daki kazasından sonra bir türlü eskisi gibi olmamasıydı. Tamburello'da gözündeki derinlik algısını kaybettiğinde bu durumdan kimseye bahsetmedi. O sezon son şampiyonluğunu alsa da artık eski Nelson Piquet değildi. Zirvede bırakamaması kendisine bakışı epey etkiledi. Para kazanmaya devam etti çünkü bu bir işti. Fakat eskisi gibi olamadı ve insanlar görüşünün etkilendiğinden haberdar olmadığı için Piquet'nin sadece yavaşladığını düşündüler.

Piquet'yi kariyerinden tek bir anla özetlemek gerekirse gitmemiz gereken yer belli: 1986 Macaristan Grand Prix'sinde tarihin en iyi geçişlerinden birini yapan Piquet, ilk viraja Ayrton Senna'dan neredeyse 40 metre daha geç frenaj yapıp aracını kaydırarak geliyor. Dışarıdan Senna'yı geçerken bir yandan da hiç sevmediği vatandaşına sağ eliyle bir orta parmak yapıyor. Dünyanın zirvesine çıkacak kadar yetenekli, zirveye çıktığında aşağıdakilere gülerek hareket çekecek kadar da muzır biri. Belki de tam da bu yüzden, hatırlanmayı hak ediyor. / Mali Selışık

Skandal

100 metrede her şey saniyeler içinde olup biter ama hikâyeler çağlar boyu anlatılır. 2008'de Usain Bolt rekorları parçalarken, 1988 100 Metre Erkekler Finali hakkında bir kitap yazmam gerektiğini düşündüm. Ama o günü daha iyi anlayabilmek adına da Ben Johnson ve Carl Lewis arasındaki büyük rekabeti anlatmam gerekiyordu.

Karakter farkları da önemli olacaktı bu projede: Lewis dışadönük, renkli, egzotik, ışıldayan bir karakterdi. Johnson ise içe kapanık, kendini saklayan, duygularını dışa vurmaktan çekinen birisi... Lewis uzun ama kaslıydı, fiziksel görüntüsü cephaneliğindeki önemli bir unsurdu. Zarif bir koşu stili vardı. Johnson daha yapılı, güçlü ve patlayıcı taraftı. Lewis, 1984 Los Angeles'ın yıldızıydı.

'Atletizmin Michael Jackson'ı' olacak deniyordu. İhtişamlıydı, orijinaldi ve benzersizdi. İlginç olan, 1984'te dahi o kadar sevilmiyordu. Onda sanki insanları rahatsız eden bir şey vardı. Muhakkak bunun içinde ırkçılığın ve eşcinsel olduğuna dair söylemlerin payı vardır. Evet, dünya çapındaki en büyük spor yıldızlarından biriydi ama şöhreti ABD'de o kadar büyük değildi. Ben Johnson ise tarihin en büyük doping skandallarından birine imza attı ama sonuçta bunu yapan tek kişi değildi. Sadece statüsü gereği sonucuna diğerlerinden daha fazla katlandı.

Kitaba adını verdiğim Tarihin En Kirli Yarışı ismi de 2003'te The Guardian'da o yarışı tanımlamak için kullanılan başlıktı. Sebebi Lewis'in de 1988 öncesi doping testinin pozitif olmasıydı. Sonradan Calvin Smith hariç yarıştaki herkesin bir doping vukuatı ortaya çıktı. Johnson ve Lewis sayesinde spor daha önce hiç görmediği bir ilgiyi haiz olduğu için maalesef doping de gündeme bomba gibi düşmüştü. Spor onlardan önce daha büyük ve ışıltılı olmamıştı. Bu isimler gördüğümüz ilk profesyonel sporcu kimliğine sahip sprinterlerdi. Bu nedenle yaptıkları sporun imajına büyük darbe vurdu. Sadece onları değil, Lewis'in antrenörü Joe Douglas'ı ve Johnson'ın antrenörü Charlie Francis'i de hatırlamak gerek. Elbette Johnson'ın doktoru Jamie Astaphan'ı da...

Kitap sırasında Johnson ile konuşmuştum ama Lewis, çağrılarıma geri dönmüyordu. Bir gün Mark Cavendish'in menajerinden telefon aldım. Bana "Lewis ve Johnson üzerine bir kitaba mı çalışıyorsun?" diye sordu. Meğer Lewis, Oxford Sokağı'ndaki bir mağazanın açılışındaymış. Bir şekilde onunla görüştüm. Johnson'dan bahsettiğimizde güzel birkaç şey söyledi ama daha da önemlisi karakterine dair ciddi ipuçları almıştım. Muazzam bir özgüveni vardı. Karizmatik, hayat dolu ve renkli biri. Tabii iç yüzünü bilmek güç ama bu, seksenlerin 'Dopingin Vahşi Batısı' olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Doping yapabilir ve büyük bir özgüvenle bundan sıyrılabilirdiniz. Charlie Francis akıllı bir adamdı. Bu sayede Johnson başta olmak üzere sporcularının başarılı olabileceğinin farkındaydı. Bu yaklaşım tarihin en etkileyici 100 metrelerinden birini inşa ederken aynı zamanda onu yıkan şey de oldu. Çarpıcı tarafı ise bu skandal ortaya çıktığında kurumların doping mevzusunu ciddiye alıp Dünya Anti-Doping Ajansı'nı (WADA) kurması bir on yıl daha aldı. Bisikletteki Festina Skandalı gibi bir olaya daha ihtiyaç duyuldu. / Richard Moore

Düşman

"Bir hokey takımı gibiydik. Herkes bizi kavga ederken görmek isterdi."

Yedi sezon Detroit Pistons forması giyen Dennis Rodman'ın bu sözü 'Bad Boys'un, yani Kötü Çocuklar'ın alametifarikasını açıklıyormuş gibi görünebilir. Ancak Bad Boys'u sadece kavga kelimesi ekseninde açıklamak, Chuck Daly'nin takımının peş peşe kazandığı iki şampiyonluğa ve başardığı daha birçok şeye büyük haksızlık olacaktır.

Tarih sayfalarını karıştırdığınızda 1980 öncesi Detroit Pistons'a dair pek de anlatılacak bir hikâye olmadığını görürsünüz. Ancak organizasyonun talihi 1981 NBA Draft'ıyla dönecektir. İkinci sıradan Isiah Thomas'ı seçen Pistons, takip eden sezonlarda Vinnie Johnson, Bill Laimbeer, Joe Dumars, Rick Mahorn, John Salley ve tabii ki Rodman gibi isimleri sırayla kadrosuna katıyor, Kötü Çocuklar bir araya toplanıyordu. O dönemin 'Motor City'si aslında ligin en iyi üç takımından biri dahi değildi. Henüz Lakers gibi bir hanedanlık kurmamışlardı, Celtics gibi kendi özerkliğini ilan eden bir ekip sayılmazlardı, Bulls'taki gibi ligin en iyi oyuncusuna sahip değillerdi. Aslında Pistons, basketboldaki birkaç kalıba sığdırabileceğiniz bir takım hüviyetinde de değildi. Evet, James Edwards çok ayrı bir karakterdi. Vinnie Johnson eşi benzeri pek bulunmayan bir oyuncuydu, Rodman'sa Rodman'dı. Fakat Isiah Thomas, Joe Dumars ve Bill Laimbeer üçlüsüne rağmen olağanüstü yetenekli diyebileceğiniz bir takım sayılmazlardı, hatta uzaktan bakan biri onların oyun tarzlarıyla NBA'i çirkinleştirdiğini bile söyleyebilirdi. Fakat Kötü Çocuklar önce kendi kültürünü oluşturdu, ardından da başarıya ulaştı…

O başarı öyle bir seviyedeydi ki bir düdük, NBA tarihinde peş peşe üç kez şampiyon olan ilk takım unvanını o 'kavgacı' diye tanımlanan takımdan çalacaktı. 1989 ve 1990 zaferlerinin öncesinde, 1988 NBA Finali altıncı maçının son topunda Laimbeer'in kötü şöhreti yüzünden kendisine çalınan 'hayali faul' önce o maça, ardından da seride 3-2 önde olan Pistons'ın şampiyonluğuna mal olacaktı.

Tabii finale çıkılan üç senede de, özellikle şampiyonlukla tamamlanan 1989 ve 1990'da Michael Jordan'ın 'Jordan Kuralları' ile nasıl saf dışı bırakıldığını da hatırlamak gerek. Sam Smith'in kaleminden çıkan bir kitaba dahi ismini veren Jordan Kuralları'yla yıldız oyuncunun sağını kapatan, dip çizgiden içeri süzülmesini engelleyen, ona sürekli ikili sıkıştırma getiren Pistons, kötü şöhretini büyütmüştü. Kimilerince NBA hakemleri, Kötü Çocuklar'a çaldıkları ekstra faullerle ligin daha yumuşak bir hal alma yoluna girmesinin başlıca nedenidir.

Evet, NBA'de kavga denince akla gelen ilk takım Pistons. Ancak 1980'ler NBA'i gibi hücumcuların yeteneğinin egemen olduğu bir ortamda Detroit özel bir takımla önce savunmayı ön plana aldı ve bu reçeteyle şampiyonluklar yaşadı, ardından başta Pat Riley'nin Knicks'i olmak üzere birçok takıma ilham verdi. Sırf bu yüzden de her zaman özel bir yere sahip olacaklar. Partiyi bozmak isteyen takımlar hep onları örnek alacak. / Ruhat Akkuş

Socrates Dergi