5 Eylül 1972

20 dk

Münih'teki oyunlar, birçok gazeteci ve sporcu için rüya gibi başlamıştı ama o sabah her şey tersine döndü. 5 Eylül ve sonraki günün dünya ve Türk sporuna yansımaları...

Necmi Tanyolaç, Doğan Pürsün ve Orhan Ayhan; Münih Olimpiyat Stadı pistinde yerlerini almış, Mahmut Küçük de deklanşöre basmıştı. Fotoğraf, Tercüman gazetesinin olimpiyat için Münih'te olan ekibinin çocuksu heyecanını gösteriyordu. 21 Ağustos'ta bu durumu köşesine taşıyan Tanyolaç, milyonlarca sporseverle duygularını paylaşıyordu. Orhan Ayhan ise yıllar sonra 26 Ağustos'taki açılış törenine övgüler yağdıracaktı: "Görsellik açısından milattır o açılış töreni." O miladın en yakın tanıkları arasında Türkiye adına oyunlara katılan sporcular da vardı. Farklı bir Nihavend Longa icrası ile seyircileri selamlayan Türk kafilesinde bayrak, Gıyasettin Yılmaz'ın ellerinde dalgalanırken, birkaç metre arkada ekibin tek kadın sporcusu dikkatlerden kaçmıyordu:

"Olimpiyata katılmanın ne demek olduğunu maalesef anlatamam, muazzam bir şey. Rüya gibi. Görmediğiniz ırklar, görmediğiniz sporcular, büyük yıldızlar... Anlatamıyorum, şu an bile olağanüstü bir olay gibi geliyor…" Bir sene önce Akdeniz Oyunları'nda gümüş madalya kazanan, ardından Milliyet tarafından 1971'de Yılın Sporcusu ödülüne layık görülen ilk kadın sporcu olarak ülkenin gündemine oturan eskrimci Özden Ezinler, ilk olimpiyat tecrübesini bu sözlerle özetliyor ve devam ediyordu: "Herkes erkekti, tek kız bendim. Bütün milletin sorumluluğunu sırtımda hissettim. 'Layık olmak için elimden gelenin daha iyisini yapmalıyım' dedim kendi kendime, çok da çalıştım ama maalesef başarılı olamadım."

Orhan Ayhan, Necmi Tanyolaç, Doğan Pürsün

Orhan Ayhan, Necmi Tanyolaç, Doğan Pürsün

Kafilede madalya yolunda ilerleyenler de vardı. 4 Eylül'de Nathaniel Knowles'ı geçerek son sekize kalan boksör Nazif Kuran, onlardan biriydi. "Ben sporcu ve hoca olarak üç olimpiyata katıldım, 1972'deki gibi güzel bir olimpiyat görmedim. Çok güzeldi. Organizasyon harikaydı. Sporcular için her şey düşünülmüştü, yemeğine kadar. Ondan yirmi küsur sene sonra Atlanta'ya gittik, ABD'liler bile onların üzerine çıkamamıştı" diye söze başlıyor Kuran, "Bahamalı boksörü nakavt etmiştim. O gün Seyfi Tatar'la bir sonraki rakibim Rus Lemeshev üzerine uzun uzun konuştuğumuzu ve sonra da yatakhaneye gittiğimi hatırlıyorum…"

4 Eylül 1972'de 'günün adamı' ise Mark Spitz olmuştu. ABD'li yüzücü, oyunlardaki yedinci madalyasını almış ve dünyanın her köşesinde manşetlere kurulmuştu. İsrailli sporcular ise Damdaki Kemancı'yı izledikten sonra olimpiyat köyüne giriş yapmış ve odalarına çekilmişlerdi…

Kaos

"Sabah takım arkadaşlarım Mehmet Kumova ve Kemal Sonunur kaldığım odaya geldiler.

-Ya ağabey, gördün mü n'olmuş!

-N'olmuş?

-İsraillileri esir almışlar.

İlk başta çok da önemsemedim 'Ya, bize ne gardaş. Ne olacak, milleti öldürecek halleri yok ya!' dedim."

Dönemin şartları gereği haber, her yere aynı hızda ulaşmıyordu. Türk boks takımı, henüz sadece esir alınma haberlerini almıştı. Hiçbir şey işitmeden günlük çalışmalarına devam edenler hatta olimpiyat köyünün keyfini çıkaranlar da vardı. Gazeteciler ise işleri gereği biraz daha hızlıydılar. Tercüman ekibinden Orhan Ayhan, olayı öğrendiği ilk ânı Oradaydım belgeselinde şu sözlerle anlatıyordu: "O sabah bir telaş vardı. Necmi Tanyolaç 'Kalk gidiyoruz' dedi. 'N'oldu?' diye sordum, 'Filistin gerillaları İsraillileri öldürmüş' dedi."

Sekiz militan, 5 Eylül sabahı 04.40 sularında sporcu kılığında olimpiyat köyüne girmiş ve doğruca Connollystrasse'deki 31 numaralı binaya yönelmişti. İsrailli sporcuların yatakhanelerinin bulunduğu binalara baskın yapan teröristlerin ilk kurbanı, silahlı saldırganları durdurmaya çalışan halter antrenörü Moshe Weinberg olmuştu. O gün ameliyat olmak için ülkesine dönecek halterci Yossef Romano eylemcilerin öldürdüğü ikinci kişiydi. Gad Tsobari ve Tuvia Sokolovsky ise kaçmayı başarmıştı. Silah sesleri, polisin olay yerine gelmesi ve 07.43'te AFP'nin haberi vermesiyle dünya basınının gündemi belirlenmişti. Saldırganların kaç kişi olduğu ya da kimlerin esir alındığı belli değildi ama olimpiyat köyünde silahlı bir saldırı olduğu kesindi…

Federal Almanya emniyet birimleri, polis şefi Manfred Schreiber'in yönetiminde toplanmış ve militanlarla iletişime geçmişti. Saldırıyı, Kara Eylül örgütü gerçekleştirmişti. Grubun sözcüsü, Yahudi bir anne ve hristiyan Arap bir babanın oğlu olan Issa takma adlı Luttif Afif'ti ve bütün görüşmeleri o yapıyordu. Issa, sabahın ilk saatlerinde isteklerini arabuluculuk görevini üstlenen Anneliese Graes'e iletmişti: İsrail hapishanelerindeki 234 tutuklu ile Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'ndan iki tutuklunun salınmasını, bir uçak ayarlanmasını istiyorlardı. Rehinelerle birlikte bir Arap başkentine güvenli bir şekilde ulaşmaları halinde İsrailli sporcuları serbest bırakacaklarını, 12.00'ye kadar istekleri yerine getirilmezse rehineleri öldüreceklerini belirtmişlerdi. Ciddi olduklarını Weinberg'in cesedini polise teslim ederek gösterdiler. Romano'nun öldüğünden ise saldırganlar ve arkadaşları dışında haberdar olan yoktu.

Arabulucu Anneliese Graes ile örgütün sözcüsü Issa'nın görüşmesi.

Arabulucu Anneliese Graes ile örgütün sözcüsü Issa'nın görüşmesi.

"Yahudilere Almanların yaptıklarını biliyorsun, değil mi? Bunun işleri daha da zor soktuğunu anlamalısın." Kısa süre sonra Connollystrasse'ye gelen Alman İçişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Issa ile görüşmesine bu cümlelerle başlamış ve Filistinlilerden, İsrailli sporcuları salıp kendisi dahil olmak üzere, Bavyera İçişleri Bakanı, Münih Polis Müdürü ve Münih Eski Belediye Başkanı'nın bulunduğu ekibi rehin almalarını önermişti. Teklifi kabul görmedi. Issa ile görüşenlerden biri de Arap Birliği Müşaviri Magdi Gohary'di. Gohary, İsrail hükümetinin mahkûmları salmak yerine tüm İsrail kafilesinin ölmesini tercih edeceğini söylüyordu. Bu konuşma da işe yaramamıştı. Zaten Gohary'nin söyledikleri varsayım değildi. İsrail Başbakanı Golda Meir, teklifin hiçbir şartta kabul edilmeyeceğini Alman yetkililere iletmişti. Schreiber ve ekibinin amacı, İsrail hükümetiyle henüz bağlantıya geçilemediğini söyleyerek rehinelerin emniyetini sağlamak ve verilen mühleti uzatmaktı.

Kurtuldular!

Türk gazeteciler ise haber telaşlarını sürdürüyorlardı. Olimpiyatı ilk kez canlı yayından veren TRT'de mikrofon Uğur Dündar'daydı. Tercüman ekibi ise yoğun güvenlik önlemleri nedeniyle haber için olay yerine ulaşamıyordu. Orhan Ayhan ve Necmi Tanyolaç bekleyiş halindeyken, foto muhabiri Mahmut Küçük müjdeli haberle gelmişti. Barikatı kendine has yöntemlerle aşmış ve olay yerinden fotoğraflar çekmeyi başarmıştı. Milliyet foto muhabiri Hüseyin Kırcalı ise Küçük gibi şanslı değildi. Ama onun da bir çözümü vardı: "Ben hâlâ olayların büyüdüğünün farkında değildim. Aşağı indik, bizim kaldığımız binaya yakın olan kapının orada Hüseyin Kırcalı beni yakaladı. Yatakhane için giriş kartı olmadan olimpiyat köyüne giremiyordunuz. Gazeteciler de şunu eder, bunu eder girer ama Hüseyin Kırcalı girememiş bir türlü. 'Ya biz giremiyoruz, resim çekebilirsen çek' dedi... Orada diskotek, kafe gibi yerler vardı oraya çıkıp fotoğraf çekmemi istedi. 'Tamam gardaş, çekerim' dedim. Onların özel makineleri vardı, onunla nasıl fotoğraf çekileceğini tarif etti, ben de çektim, götürdüm ona makineyi…"

6 Eylül 1972 tarihli Milliyet, olayı boksör Nazif Kuran'ın fotoğraflarıyla okuyucularına aktarmıştı. Gazete, olaya manşette yer veriyordu: "Olimpiyattaki büyük dram: 5 komando olimpiyat köyünü bastı. 2 İsrail sporcusunu öldürdü. 9 İsrail sporcusunu 18 saat rehin tuttu ve komandolar rehineleri uçakla kaçırmak için havaalanına götürdüler. Burada Alman polisiyle çatışma oldu ve İsrailli sporcular kurtuldu." Senaryo ne yazık ki bu sonla bitmemişti…

Kara Eylül sözcüsü Issa'nın verdiği mühlet uzatılabildiği kadar uzatılmıştı. Tabii ki İsrail'den gelen ret cevabıyla ilgili bilgi verilmeden. Saat 14.00 sularında İsrail, kararını tekrarladıktan sonra Alman emniyetine operasyondan başka çare kalmamıştı. İlk düşünce, sporcu kılığına girerek binanın etrafına ve içine polisleri yerleştirmekti. Fakat bu plan, büyük bir beceriksizlikle iptal edilecekti. Bütün televizyon kanalları yayındaydı ve teröristler, rehinelerin odasındaki televizyondan operasyonun farkına varmıştı. Alman polislerin tek kazancı, çatılara yerleşen keskin nişancıların toplam silahlı eylemci sayısını saptaması olmuştu. Operasyon, uzun süre dört Filistinli üzerinden planlanmıştı ama içeride toplam sekiz silahlı vardı. Bir süre sonra diğer plan devreye sokuldu; saldırganlara blöf yapılacak, uçakla istedikleri ülkeye gidecekleri taahhüt edilecek ve o esnada keskin nişancıların yardımıyla örgüt etkisiz hale getirilecekti. Bu arada saat 16.00'ya yaklaşırken oyunların ertelendiği açıklanmıştı…

Gerillaları rehinelerle birlikte Fürstenfeldbruck Hava Üssü'ne götürecek helikopterlerin ilki gece 21.00'de olimpiyat köyüne indi. Münih'in kırk kilometre uzağındaki bu askeri alanın seçilme nedeni, operasyona uygun ve şehirden nispeten uzak olması olarak açıklanacaktı. İsrail adına operasyona katılan ve olayın başından beri Alman yetkililerle ters düşen Mossad Şefi Zvi Zamir, yine kuşkuluydu; hava üssündeki pistte bariz bir ışıklandırma sorunu vardı ve bu da keskin nişancıların işini epey zorlaştıracaktı. Bu arada olimpiyat köyünde boşaltılan odalara giren polisler, Romano'nun cesedini de bulmuşlardı ve resmi ölüm sayısı ikiye çıkmıştı. Helikopterler, Fürstenfeldbruck'a indiğinde Alman emniyetinin amacı örgüt üyelerinin ne olursa olsun kaçmasına engel olmaktı. Silahlar patladı ve çatışma sonrasında Türkiye dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesine 'Mutlu son' haberleri yayıldı. Hatta Alman hükümetinin sözcüsü Conrad Ahlers gece yarısı televizyondan duyurmuştu: "İsrailli sporcular kurtarıldı." Olimpiyat sözcüsü Hans Klein gibi o âna kadar verilen bilgileri çok iyimser bulanlar da vardı…

Gerçekler

"Ben çocukken babam, 'En büyük umutlarımız ve en kötü korkularımız nadiren gerçekleşir' derdi. En büyük korkumuz bu gece gerçekleşti. Şu an söylenenlere göre 11 rehine vardı, ikisi dün sabah odalarında öldürülmüştü. Dokuzu ise bu gece havaalanında öldürüldü. Hepsi gitti!" ABC spikeri Jim McKay, olimpiyat tarihine geçen bu duyuruyu ABD halkına saatler 03.30'a yaklaşırken yapmıştı. Klein ya da Zamir gibi olumsuz düşünenler maalesef haklı çıkmış, keskin nişancıların planları tutmamış ve etkisiz hale getirilemeyen silahlı eylemciler iki helikopterde bulunan rehineleri el bombası ve makineli tüfekle öldürmüşlerdi. Haber gece yarısından sonra ajansların eline geçmiş ve Türkiye'de olduğu gibi birçok ülkede ertesi günün gazeteleri 'Kurtuldular' başlıklarını atmıştı. Çatışmanın bilançosu daha da ağırdı. Dokuz sporcu, Issa'nın da içinde bulunduğu beş terörist ve bir Alman polisi çatışmada hayata veda etmiş, üç saldırgan ise sağ olarak ele geçirilmişti. Güreşçi David Mark Berger'in ise bombadan kurtulduğu ama dumandan zehirlendiği otopsisinde ortaya çıkacaktı.

Olaylar, 7 Eylül baskılarında tüm detaylarıyla okuyucuya ulaşmıştı. Abdi İpekçi, "Amaç dünya kamuoyunun dikkatini çekmek idiyse bunu elhak gerçekleştirdiler. Ama bu sayede çekilen dikkatler, nefret şimşeklerinden başka bir şey getirmedi" diyordu. Ülkenin önde gelen spor yazarlarından Kahraman Bapçum ise güvenlik zafiyetine dikkat çekiyordu: "İlk günler olimpiyat köyüne kuş uçurmuyorlardı. Hatta gazeteciler bile içeriye sokulmuyordu. Ama birkaç gün sonra sırtına bir sporcu eşofmanı geçiren herkes içeri girip çıkıyordu. Köy artık bi panayır yeri olmuştu." Orhan Ayhan da otuz küsur sene sonra Bapçum'u teyit edecekti: "Mahmut Küçük girdiğine göre onlar da girebilecek bir açık bulmuş. Demek ki açık vermişler. Hiç kimse böyle bir teröre hazır değil orada. İlk alarm o olay oldu."

Casusluk ve suç romanları yazarı Gerald Seymour de benzer fikirlere sahipti. 1999 yapımı, Oscar ödüllü One Day in September belgeselinde Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nın izlerini silmek için anti-militarist yönünü göstermek adına güvenliği gevşek tuttuğunu düşünüyordu. Zvi Mossad ise aynı belgeselde sık sık Alman yetkilileri suçlamıştı: "İlk amaçları, olimpiyatın devam etmesi için durumu örtbas etmekti. İsrail sporcularının kurtarılması ikinci plandaydı." Üstelik İsraillilerin koruma istediği ve pazartesi günü durumla ilgili bir mektup alındığı da söylentiler arasındaydı.

Almanların süreci yönetmedeki ilginç kararları bunlarla da sınırlı kalmamıştı. Olaydan 53 gün sonra Lufthansa'ya ait bir uçak kaçırılmış ve hayatta kalan üç saldırganın iadesi karşılığında rehinelerin serbest bırakılacağı bildirilmişti. Alman hükümeti, üç rehineyi de teslim edecekti. Ölen Filistinlilerin cenazeleri ise Libya'da kahraman gibi karşılanmış ve devlet töreniyle gömülmüşlerdi…

"Oyunlar devam etmeli!" Olimpiyat Komitesi Başkanı Avery Brundage'ın bu açıklaması, olaylar sonrasında en tartışılan cümlelerden biri oldu. Münih Olimpiyat Stadı'ndaki hüzün dolu anmadan sonra oyunlar, protestolara rağmen devam etti. İsrail Başbakanı Golda Meir'ın anma törenine katılmaması da benzer tepkiler toplamıştı. Yahudi Spitz, güvenlik nedeniyle oyunları terk etti, Mısırlı sporcular da… "Kâbus çöktü Münih'in üstüne" diyordu Tanyolaç, "Ne rekor bıraktı, ne varyete, ne de heyecan…" Orhan Ayhan ise "İnsanların ağlamasına ya da bir şey söylemesine gerek yok. Bir kırıklık vardı ve sonuna kadar devam etti" sözleriyle anlatıyordu yaşanan boşluğu. Bugün kendini sorgulayanlar da var. Özden Ezinler anlatıyor: "Kızlarla erkeklerin kaldığı yerler ayrıydı. Bize çok uzaktı olayın yaşandığı bina. Bir gün sonra öğrendik olanları. Belki olimpiyata kendimizi çok kaptırmıştık, bu olay yerini mi bulmadı bizde, bilemiyorum. Çok üzüldük ama endişe de olmadı. Çok değerini veremedik o olayın sanırım. Kendi adıma olimpiyat telaşesi içinde kayboldu sanki."

Etki

Münih Katliamı, üzerinden yıllar geçse de konuşulmaya devam etti. 1976'da Serge Groussard'ın kitabından uyarlanan 21 Hours at Munich ve 2005 yapımı Munich filmleri, yaşananları ve sonrasını kurgusal senaryoya taşırken, One Day in September ise hayatta kalan saldırganlardan Jamal Al-Gashey dahil olmak üzere birinci ağızlardan olayları aktarıyordu. Al-Gashey'in anlattıkları arasında yıllar önce organizasyona getirilen eleştirileri haklı çıkaran yerler de vardı. Saldırganlar iki gün önceden köye girmiş, hatta spor müsabakalarını dahi izlemişlerdi. Çitlerden atlarken ise âlemden dönen ABD'li sporculardan yardım almışlardı. Filistinlilerin kendi topraklarında mülteci olmaları, coğrafyadaki kaos, yeni baba olan eskrim antrenörü Andre Spitzer'in ya da Yakov Springer'in dramatik hikâyeleri, belgeselin en etkileyici bölümleri olarak hafızalara kazınmıştı. Haziran 2012'de çıkan haber ise güvenlikle ilgili başka bir soru işaretini daha kafalara sokuyordu: Saldırıyı organize eden Abu Daoud'un Willi Pohl isimli neo-Nazi aktivist ile bir görüşme yaptığı ve ülkeye giriş için yardım aldığı yazıyordu.

5 Eylül 1972'den sonra Ortadoğu'daki gerginlik daha da büyüdü. Birkaç gün sonra İsrail'in bombardıman haberleri kupürlere taşındı, birkaç ay sonra dördüncü Arap-İsrail Savaşı patlak verdi. Çatışmalar, savaşlar ve İsrail işgali devam etti; sınırlar, ülkeler yeniden tanımlandı. Barış yerine kimin haklı olduğu kavgasında masum binlerce hatta milyonlarca insanın vefat haberleri artık kanıksanma durumunu getirdi. İsmail Cem, 7 Eylül 1972'de 'Acı Son' başlıklı yazısında şunları kaleme almıştı: "Münih şenliğini yarıda kesen olay, birbirini öldüre öldüre insanlığın ortaklaşa vardığı bir çılgınlık doruğunun son örneklerindendir. Ve neresinden bakılırsa bakılsın, çılgınlıktır. Öldürülen insanlar, İsrail vatandaşı olmaktan başka Filistin meselesinde hiçbir sorumluluğu olmayan kişilerdir. Hatta belki de İsrail'in işgal ettiği topraklardan kayıtsız şartsız çekilmesini öneren, bunun için mücadele eden bir bölüm İsrail vatandaşındandır. Fakat ne olursa olsun, öldürülenler, savunmasız, silahsız insanlardır. En önemlisi, insandır." Durum hâlâ geçerli gibi. Olaya hangi taraftan bakarsanız bakın...

Socrates Dergi