80'ler Kapıyı Çalarken

15 dk

Türkiye'nin köşeye sıkıştığı, hayatın yokluklarla kuşatıldığı bir dönemden, basketbol sahasına da değen, çarpıcı bir öykü.

Pazartesi sabahı bayrak töreni biter bitmez Mert bizi etrafına topladı. "Oğlum, hafta sonu çok acayip bir şey oldu" dedi, gözlerini kocaman kocaman açarak: "Hani bizim apartmanda Amerikalı bir asker var ya…" Çoğumuz öyle bir komşuları olduğunu daha önce duymamıştık ama biliyormuş gibi kafamızı salladık. "Cumartesi sabahı aldı beni, Bayraklı'daki kulüplerine götürdü. Orada diğer Amerikalı askerlerle basket oynadık. Müthiş bir spor salonu var içeride. Sonra da orada takıldık biraz. Şahane bir yer…" Sırıttı. Ağzımızı açık bırakan o ânın keyfini çıkararak "Asıl bomba haberi vereyim şimdi" dedi, "Haftaya arkadaşlarını da getirebilirsin dediler!"

İnanamamıştık. İzmir'de sadece Amerikalı askerlerin girip çıkabildiği PX diye bilinen büyük bir mağaza, golf ve atıcılık kulüpleri, spor tesisleri vardı ama herhangi bir TC vatandaşının izinsiz, bırakın içeri girmeyi, oraların kapısının önünden geçmesi bile mümkün değildi. Yıl 1979'du, ülkenin her köşesinde kimin kimi vurduğu belli değildi, devlet, sokaktaki insanın can güvenliğini sağlayamaz duruma düşmüş; hükümetin, meclisin, bütün siyasi kurumların meşruluğu tartışılır hale gelmişti. Bu şartlarda NATO üslerinde görev yapan asker-sivil yabancı görevlilerin de akla gelen ilk hedefler arasında olduğundan kimsenin şüphesi yoktu. Mert'in komşusu hangi rütbedeyse alışılmışın dışında bir cesaret gösterisiyle bir yabancıyı özel tesise almış, bununla da kalmamış, sonraki hafta sonu için kalabalık bir gençler grubuna randevu vermişti.

Ertesi hafta altı kişilik ekibimizle Piyale makarna fabrikasının yakınındaki kulübün kapısına dikildik. Mert hariç bütün çocuklar okul takımında oynuyordu, lisenin son sınıfındaydık. Mert, Alsancak'taki evlerinden Amerikalı komşunun arabasıyla gelmişti. Kırık dökük Türkçesiyle kapıdaki Türk askerlere genç konukları içeri alabileceklerini söyleyen subay, tek tek elimizi sıktı, adlarımızı öğrenmeye çalıştı ve bizi, büyük Amerikan arabalarının park ettiği bahçeden geçirip taş bir yapıya yönlendirdi. Hemen yanda bomboş bir Amerikan futbolu sahası dikkat çekiyordu. Çim zeminin o dönem övünç kaynağımız olan Atatürk Stadı'ndakinden bile daha iyi olduğuna iddiaya girebilirim. Dışarıdan bakıldığında eski bir depoya benzeyen yığma taş yapının içine girdiğimizde pırıl pırıl, son derece bakımlı bir spor salonuyla karşılaştık. Küçüktü, sahanın kenarında sadece iki sıralık bir tribünü vardı ama ilk dikkatimizi çeken cam potalar olmuştu. İzmir'de cam pota yalnızca Atatürk Spor Salonu'nda vardı ki orası da birinci lig basketbol-voleybol maçlarına ev sahipliği yapan, kentin en büyük kapalı tesisiydi. Birkaç yıl önce İstanbul'da bir maçta Beşiktaş'ın 'balıketi' Amerikalısı Julius Howard çembere asılınca potanın camının çatladığını okumuştuk gazetelerde... Camı değiştirecek para olmadığından, bantlarla pansuman tedavisi yoluna gidilmiş, zavallı Spor Sergi Sarayı o haliyle sezon sonuna kadar onlarca basketbol maçına sahne olmuştu. Zaten memleketin başbakanı çıkıp "Yetmiş cent'e muhtacız" dememiş miydi?

Az sonra diğer Amerikalılarla da tanıştık. Hepimizi hayrete düşüren geniş, ferah ve tertemiz bir soyunma odasında üzerimizi değiştirmenin ardından ısınma turnikeleriyle kendimizi parkeye attık. Önce biz ve onlar şeklinde iki takıma ayrılıp çift pota oynadık. Rakiplerimiz, genellikle iri ve kuvvetli adamlardı. Bire bir mücadelede fizik üstünlük kuruyorlardı. İçlerinde gerçekten atletik ve çabuk ama muhtemelen babamız yaşında bir zenci olduğunu ve onu tutamadığımızı hatırlıyorum. Dakikalar ilerledikçe sahayı koşarak çabuk geçebilme özelliğimiz belirleyici oldu. Kibrit çöpü gibi kollarımızla dış şutlarda topu çembere yetiştirme sorunu yaşıyorduk ama onların da bizim 17 yaşındaki bacaklarımızın hızına erişme ihtimali yoktu. Bir yerden sonra oyun bizim için turnike idmanına döndü ve takımları dağıtıp üçerli tek pota oynamaya karar verdik. Gülerek, eğlenerek, faul yapanın hemen elini kaldırıp söylediği medeni bir ortamda birkaç saat beraberce ter döktük. Ama sanırım bizim için en güzel sürpriz, maçtan sonra sıcacık duşlarımızı alıp askerlerin aileleriyle birlikte oturduğu kafeteryaya geçmek oldu. Ev sahiplerimiz bize orada otomattan aldıkları kutu kolaları ikram ettiler.

Kutu kola! O günün Türkiyesi'nde o serin metal kutunun ağzına dudağını dayamak, bir gencin rüyada görse hayra yoramayacağı, imkânsız bir şeydi. Kola bizim için henüz depozitolu cam şişelerde satılan (litrelik yeni çıkmıştı ve pek yaygın değildi), kutudan da içilebildiğini ancak bazı filmlerde gördüğümüz, aklımızca Batı'yı, özgürlüğü, refahı, medeniyeti, ulaşmak istediğimiz ne varsa hepsini bir şişede buluşturup temsil eden 'sihirli' bir içecekti.

Bu 'rüya gibi cumartesiler' birkaç hafta daha sürdü. Sonra şak diye kestiler. Bizi davet eden subaya üstlerinden bir uyarı mı gelmişti yoksa içimizden birinin cesaretini toplayıp "Size parasını versek bize PX'ten Converse alabilir misiniz?" diye sormasından mı rahatsız olmuşlardı, hiçbir zaman bilemedik.

Ergenlikten gençliğe ilk adımları attığım günlere denk düşen bu minik öykü, yaşamımdaki en çarpıcı yüzleşmelerdendir. Tabii ki o zaman da hayatımızda filmler, diziler, Hollywood prodüksiyonları vardı… Akrabaları Almanya'da çalışan arkadaşlarımızdan Münih'te veya Stuttgart'ta geçen ve içimizdeki hevesleri kamçılayan hikâyeler dinliyor, özeniyor, hayaller kuruyorduk. Ancak doğup büyüdüğümüz ülkenin, Batı dünyasının tüketim standartlarından, en sıradan gündelik alışkanlıklarından ne kadar uzak bir hayat sürüp gittiğini, Bayraklı'daki o tesiste görmüş, burnuma yumruk yemişçesine sersemlemiştim.

Sloganlarla dolu duvarların, meydanlara sığmayan gösterilerin, sokaklarda dökülen kanın, ülkenin üzerine çökmüş kaos bulutunun, her mahalleye sinmiş huzursuzluğun sebebi de buydu galiba; Türkiye bir köşeye sıkışmıştı. Yokluklarla kuşatılmıştı hayatımız… Evet, yoksul bir ülkede yaşıyorduk; kişi başına milli gelir dört bin dolar seviyesinin altındaydı, ekonomi tarihçileri 1979'un eksi büyümeyle kayda geçen yıllardan biri olduğunu söylüyordu. Fakat yoksul olmayan, hali vakti yerinde diye bilinen aileler de en basit ihtiyaçları karşılamakta sıkıntı çekiyordu. Tüpgaz, kahve, margarin gibi bugün zengin-fakir her evde kolayca bulacağınız şeylerin kayıplara karıştığı, karaborsaya düştüğü günlerden geçiyorduk. Bir keresinde elimde piknik tüple kuyrukta yarım gün bekleyip eve elim boş dönüşüm, hafızama kazınmış acı anılardan… O günlerden aklımda kalan bir de çarpıcı cümle var: "Büyüyünce de giyesin diye biraz büyük aldık." Kabul, büyüme çağındaydık. Tamam, aile bütçemizin çocuklara her sene yeni koleksiyon düzemeyeceğinin de farkındaydık. Ama yeni alınmış bir ceketin ya da paltonun üzerimizden dökülmesi, giydiğimizde bizi ele güne mahcup etmesi de çekilir dert değildi.

Tek kanallı TRT'nin siyah-beyaz ekranı söylemese de gazetelerden okuyorduk; ülkenin döviz rezervleri suyunu çekmişti, Otuzlu yıllardan beri uygulanagelen 'Ürettiğimiz kadar tüketelim' prensibi karaya oturmuş görünüyordu. Millet misafirine pişirecek 150 gram kuru kahveyi bile bulamazken spor yapmaya niyetli gençlerin Amerika'da veya Avrupa'da üretilmiş ayakkabılara, formalara, eşofmanlara iç geçirmesi aile içinde hoş karşılanmıyor, annelerin yüzü düşüyor, babaların kaşları çatılıyordu. Bugün sadece yürümek ve şık görünmek için ayağa geçirilen bez Converse'ler, o günlerde basketbol oynayan bir genç için hazine değerindeydi. Şimdiki gibi envai çeşidinin ve sayısız renginin olmadığını söylememe gerek yok herhalde… Ankara, Adana, İzmir gibi Amerikan üslerinin olduğu şehirlerde oradaki askerlerden alınan ayakkabılar, uluorta kaçak eşya satan dükkanlarda fahiş fiyattan müşteri beklerdi. İstanbul'un bu konudaki kaynağı Karamürsel'deki hava üssüydü. Bu tür 'lüks' tüketim maddelerinin ithali söz konusu olamazdı.

Hayatımızın baharındaydık ama ne hikmetse hepimizin en sevdiği şarkı _Kaybolan Yıllar'_dı. Ne yaşamış da neyi kaybetmiştik? Bu şarkının sözlerini yazan genç kadın bizden sadece birkaç yıl önce doğmuştu. Onu daha yirmili yaşlarının başında böyle karamsar bir uçuruma yuvarlayan ruh hali ne olabilirdi? "Alışmalı kendi yaramızı kendimiz sarmaya" satırı bile ne kadar içine dönük olduğumuzun bir nişanesi değil miydi? Yine aynı dönemin önemli şairlerinden biri "Hüzün ki en çok yakışandır bize" demişti ve hiç sorgulamadan bu dizeyi pelesenk etmiştik dilimize… Niye bu kadar sahip çıkmıştık hüzne? Neden bu kadar melankolik, bu kadar sulugözdük? Bugünden bakınca ilk aklıma gelen yanıt: Umutsuzluk. Gençler kendilerini yaşama bağlayacak, geleceğe daha iyimser bakmalarını sağlayacak küçük sevinçler, umut kırıntıları bulmakta zorlanıyordu. Türkiye, cumhuriyetin ilk gününden beri Batı'ya yakın olmak yönünde bir irade ortaya koymuş, İkinci Dünya Savaşı sonrası NATO'nun kurulması ve Soğuk Savaş dönemine geçilmesiyle iki kutuplu dünyada son derece net bir pozisyon almıştı. Siyasi ve askeri olarak Amerika'nın liderliğini yaptığı Batı dünyasının bir parçası, kutbun diğer ucu Sovyetler'in burnunun dibindeki ileri karakoluydu. Kültürel olarak 'Doğulu' kabul ediliyor, ekonomik güç açısından da kırk milyonluk nüfusumuza karşın Avrupa standartlarının altında bir ülke olarak tanımlanıyorduk. Batılı olmak için çırpınan Doğulu bir ulus, kapitalist diye etiketlenmiş ama kapalı rejimiyle neredeyse sosyalist diyebileceğimiz bir ekonomi… 1970'ler bu çelişkilerin iyice derinleştiği yıllar oldu. Sınırlarımızın ötesindeki dünyanın çok farklı döndüğünü hisseden gençlik, o dünyaya ait olabilmek, olamasa da öyle görünebilmek için giderek sesini yükseltiyor, hatta maceraya eğilimi olanlar silahlanıyordu. Emekçi sınıflar yoklukları bir türlü aşamıyor, yıllardır yüksek gümrük duvarlarıyla korunan yerli sermaye bile sorunların katlanarak arttığını, artık mızrağın çuvala sığmadığını görüp kaygılanıyordu. Buharını nereden, nasıl püskürteceğini bilemeyen bir düdüklü tencereye dönmüştü memleket…

O koşullarda sportif alanda alınan sonuçların da parlak olmadığını tahmin edebilirsiniz. Futbolda milli takım 'şerefli mağlubiyetler' döneminden geçiyordu, üç-beş gol yemediğimiz maçlarda veya 'Çanakkale geçilmez' oynayarak favori rakipleri 0-0'a bağladığımızda sevinir olmuştuk. Kulüp takımları için Avrupa kupalarında tur geçmek, aldıkları piyango biletine büyük ikramiye çıkması gibi bir şeydi. Zaten yabancı futbolcu transferi yok denecek kadar azdı. Gelenler de soyadı 'iç'le biten, emeklilik yaşına varmış Yugoslavlardı. Basketbolda 1973'teki Avrupa sekizinciliğiyle 1951'den beri en iyi derece yakalanmış, sonrasında grafiği sürekli düşen milli takım, 1979'da 12 takımla organize edilen Avrupa Şampiyonası finallerine gidememişti. 1968 ile 1980 arasında yapılan olimpiyat oyunlarında yalnızca bir gümüş madalya (Vehbi Akdağ, 1972) ile avunabildiğimizi söylersem, durum biraz daha netleşir sanırım. Olimpiyatlardaki başlıca madalya kapımız ve gurur kaynağımız güreş bile gerileme dönemine girmişti. Geçenlerde kaybettiğimiz usta güreşçi Reşit Karabacak'ın bir röportajından alıp söylersek "1977'de tam 11 yıl aradan sonra Avrupa Şampiyonu olup Türkiye'ye altın madalya getirdim." 11 yılda bir altın…

Malzeme konusundaki büyük sıkıntı milli takımlara da yansıyordu. 'Demir Perde ülkeleri' diye bildiğimiz Bulgaristan veya Romanya gibi komşuların takımları ile karşılaştığımızda dahi, onların uluslararası bir markanın (çoğunlukla adidas) ürünü olan alımlı eşofmanları, formaları yanında bizim fukaralığımızı çırılçıplak ortaya döken, muhtemelen Sultanhamam'da bir atölyeye yaptırılmış 'no name' malzemeler, çocuk kalplerimizi ince ince sızlatırdı. Beğenmediğimiz o malzemelerin devlet katında pek kıymetli olduğunu sonradan dinlediğim bir öykü sayesinde anlayacaktım. O yıllarda Mannheim'a giden 16 yaş altı basketbol takımımızda oyunculardan biri, Amerika ile oynanan maç sonrası formasını rakibiyle değiştirme gafletinde bulunmuş. Bizim delikanlı "Orlon formayı verip mis gibi formayı kaptım" diye sevinirken, kafile başkanı "Bu ne sorumsuzluk! O formayı kişisel eşyan mı sandın? Bir yabancıyla nasıl takasa girersin? O ay-yıldızlı forma milletin, devletin!" diye azarı basıp Türkiye'ye dönene kadar da kendisiyle konuşmamış.

"Tamam, forma yine milletin olsun, devletin olsun ama ne zaman adidas veya Puma olacak yahu?" diye hayıflanmakla yıllarımız geçti. En sonunda bir gün, 1979'un Aralık ayında Gelsenkirchen'de oynanan Almanya-Türkiye maçında futbolcularımızın üzerinde üç şeritli formaları gördük. Televizyon siyah-beyaz, "Kimbilir ne güzeldir cayır cayır kırmızısı" diye hülyalara dalıyoruz. O da ne? Bir yakın çekimde anlıyoruz ki formamızın göğsündeki ay-yıldız'ın renkleri ters. Beyaz bantın üzerine ay-yıldızı kırmızı basmışlar. Bu kaza bile kaçıramıyor keyfimizi, formanın kollarında üç şerit var ya; hem de sahici!

Fakat sporumuzu yönetenler öyle düşünmüyor. Maç sonrası "Nereden çıktı bu formalar?" diye soruşturma açılıyor. Türkiye Futbol Federasyonu'nun adidas'la herhangi bir anlaşması olmadığına göre hangi işgüzar bu malzemeleri alıp çocuklarımızı donatmış olabilir? Meselenin anlaşılması uzun sürmüyor elbette: Futbolcuların yoğun ısrarıyla, o sıralar Bayern Münih'te oynayan Erhan Önal'a bir haber uçurulmuş, Almanya'daki maçta adidas giyme isteği iletilmiş. Erhan da kulübünün malzeme tedarikçisi olan firmanın yetkilileriyle görüşüp onlara örnek forma fotoğrafları göstermiş ve kalite olarak hiçbir Avrupa takımından aşağı kalmayan formaları maç gününe yetiştirtmiş. Ama Alman üretici, bizim ay-yıldızı Tunus'unkiyle karıştırınca çanak çömlek patlamış işte! Bir yıl sonra Avrupa Şampiyonu olacak Alman Milli Takımı'na 2-0 yenilmiş olmaktan çok daha ağır tahribat yapmıştı, dış mihrakların bu oyunu.

Uygulanan enerji tasarrufu politikası yüzünden futbolda gece maçları oynanamıyordu o dönemde… Birçok stadın pilonları sökülmüştü. İyice koyulaşan karanlığın bir kenarından yırtılmasını, geceye nokta koyacak ışığın sızmasını umut ederken, masum gençlik rüyalarımızın üzerinden 12 Eylül'ün acımasız silindiri geçecekti. Maradona'nın, Michael Jordan'ın, Naim Süleymanoğlu'nun ayak sesleri bile duyulmamıştı henüz… O büyük sanatçıların insanüstü performanslarıyla yaşayacağımız büyülü anlara daha çoook vardı.

*Manifold.press'teki 'Fil Kafesi' makalesiyle bu yazıya ilham veren Onur Yıldırım'a teşekkürlerimle


69. Sayı
Aralık 2020


Socrates Dergi