
Abdurrahman Çelebi?
32 dk
Bogdan Tanjevic bir deli miydi, yoksa bir dahi mi? Biz mi ondan yeterince yararlanamadık, yoksa o mu bizim iki büyük jenerasyonumuzu gerektiği şekilde kullanamadı? Koyunun olmadığı bu hikâyede keçi kimdi?
İstanbul'da soğuk bir Aralık günü. 73 yaşındaki Bogdan Tanjevic, Türkiye'ye gelmiş. Maçka'da bir süredir kullanmadığı evini kış şartlarına hazırlamaya çalışıyor. Tesadüftür ki ben de yakınlarda oturuyorum... Ayaküstü bir sohbetin ardından ertesi gün sabah saatlerinde buluşmak için sözleşiyoruz. Toscanello'sundan bir nefes alarak veda ediyor: "Eskisi kadar sık yürüyüşe çıkmıyorum ama, goddamn, mahallem çok güzel. Çöpü çıkarmaya geldiğimde bile insanların beni durdurduğu, fotoğraf çektirmek istediği oluyor. Mutlu oluyorum tabii. Yarın görüşürüz."
1979 Euroleague şampiyonu, ertesi gün çöpü çıkarıp emlakçı arkadaşıyla konuşup yanıma oturuyor... Boša, şöyle devam ediyor: "Bilmiyorum, hiç duydun mu ama dostum Radivoj Korac bana kırk yıl önce 'Türk' derdi. Daha ortada hiçbir şey yokken... Türk pasaportu aldığım için çok gururluyum ama keşke ülkem Yugoslavya da bugünleri görebilseydi. İnsanlar kolon kanserini yendiğimi konuşuyor ama esas hastalığım Yugoslavya'nın dağılışından dolayı duyduğum ızdırap."
Boša ile beş saati aşkın süren buluşmamızda birçok konuya değindik. Her zamanki gibi zarif, tutkulu ve sıradanlıktan uzaktı. Bazen jebote ve goddamn diyerek sinirlendi, bazen oyuncularında yeterli kurac bulamadığından dert yandı... Keyifli okumalar...
Boša, uzun zaman oldu. Her şey yolunda mı?
FAAANTASTİK. Çok iyiyim. Goddamn... Yaşıyoruz işte. Büyütecek bir şey yok. Ölüme yaklaşık 70 yıldır hazırım.
Koç, nasıl yani? 73 yaşında değil misiniz?
Öyleyim yavrum. Ama Saraybosna'nın Yugoslavya'daki en güzel şehir olduğu günlerden beri 'ölmek' yani 'kaybolmak' imgesi aklımda var. 1954 yılının kış aylarında, eksi 28 derecede kızakla kayarken ilk kez düşünmüştüm bunu. Hani çok mutlu olduğunuz anlarda gelen "Hepsi bir gün bitecek" hissiyatı vardır ya… O işte. Goddamn… Hepimiz öleceğiz.
Çok pozitif başlamadık ama devam ediyorum. Taşlıca'da dünyaya gelip ardından Saraybosna'ya taşınma sürecinizi biraz anlatır mısınız?
Babam orduda subaydı. 1951'de Saraybosna'ya tayin edildi. Öncesinde Taşlıca'nın kumandanıydı ve Almanya'nın işgali esnasında askerlerin ülkeden tahliyesini sağlamıştı. Partizandı yani. Ekibinin de lideriydi. Saraybosna'ya tayin edildiğinde dört yaşındaydım; eşyalarımız tek bir kamyonete sığmış, toplanıp gitmiştik. Babamın yeni ofisi Mareşal Tito Kışlası'ydı. Orada piyadelere eğitim verdi, subay sınavlarını üstlendi ve 60 yaşına gelmeden emekli oldu.
Basketbol bu bahsi geçen yıllarda hayatınızın neresindeydi?
İsmini ünlü yazar Veselin Maslesa'dan almış bir okulda okuyordum. Çok sayıda ünlü mezun çıkarmıştır... Saraybosna Belediye Başkanlığı yapacak Uglijesa Uzelac, rock yıldızı Davorin Popovic... Ben ilk Uglijesa'yı basketbol oynarken görmüş, öyle başlamıştım. Ardından Davorin'in de katıldığı geniş bir grupla oynamaya başladık. Hentbol da oynardık ve bazılarımız haftada en az bir gün artistik jimnastik yapardı. Düşünün Yugoslavya'daki spor eğitimini...
Benim olayım uzun süre hentboldu. Basketbolu da idareten oynuyorduk. En azından ben öyleydim... Zira 1.70 boyundaki dostum Popovic, basketbola tutkuyla yaklaşsa da gerçekler acıtır. O boyla basketbolcu olamazsınız. Davorin de uzamayınca ne basketbolu oynayabildi, ne de hentbolu... Spora küstü. Şarkı söyleyerek yıldız oldu. Onun basketboldan uzak kalmasıyla birlikte ben de hentbolu iyice birinci plana koymuştum. 15-16 yaşlarında Bosna Hentbol Milli Takımı'ndaydım. Davorin, "Bırak şu köylü sporunu. Entelektüeller basketbol oynar" derdi.
Lise döneminin bu tür ilgi alanları için epey belirleyici olduğu malum. Sizin durum biraz farklı gelişmiş...
Basketbola geçişim Belgrad'da üniversiteyi kazandığım döneme denk geliyor. 18 yaşında bıraktım hentbolu. Neden? Arkadaş çevresi bir etmendi ama esasen profesör Aca Nikolic ile yıllar sonra FIBA Genel Sekreteri olacak Borislav Stankovic'in çalıştırdığı OKK Belgrad takımı beni çok etkilemiştir. Altmışlarda fırtına gibi esen takımın yıldızı Radivoj Korac'tı. Korac, fantastik bir basketbolcu olmasının yanı sıra genel kültürü çok yüksek; Belgrad'ı Beatles plaklarıyla tanıştıran, tiyatroya giden, satrançta derecelere sahip ve sürekli kitap okuyan biriydi. Basketbol oynarken elektrik mühendisliğini bitirmişti. "Böyle biri olmalıyım" demiştim. Belgrad Üniversitesi'nde felsefe bölümüne yazılıp karşılaştırmalı edebiyat dersleri almaya başladıktan sonra OKK Belgrad kadrosuna girdim. O dönemlerde efsane Ranko Zeravica beni Yugoslavya Genç Milli Takımı aday kadrosuna da çağırmıştı ama yeteneğim sınırlıydı. 24 yaşında KK Bosna'ya transfer oldum. Oyuncu olarak gittik tabii…
Koçluğa geçiş sizin fikriniz değil miydi?
Biraz şartlarla alakalı... Yetmişlerin ilk yarısında yanılmıyorsam iki profesyonel koç vardı Yugoslavya'da. Rabotnicki koçu Lazar Lecic ve Partizan koçu Ranko Zeravica. Biri, yani Zeravica, zaten koç falan değildi. Allah gibi bir şeydi. Bir dediği iki edilmezdi. Aca Nikolic yurtdışına çıkmış, Mirko Novosel de henüz A Takım koçluğuna geçmemişti. Ben de Belgrad'da forma şansı bulamıyordum... Hayatımın aşkı, milli basketbolcu Jasna Selimovic'le de yeni evlenmiştik. 1971 yazında, Jasna, basketbol kamuoyuna göre benden iki kat daha iyi bir oyuncuydu. Bu konuda ben de hemfikirdim, banka hesaplarımız da... Jasna Vozdovac'ta oynarken Belgrad'daki evimizin kirasını ödüyordu. Hissettirmemeye çalışıyor ama biraz da eziliyordum. Bu çelişkiler içinde Belgrad'dan Saraybosna'ya yaz tatiline gittik. Oradaki evimizde vakit geçiriyoruz, bir yandan da KK Bosna'nın antrenman sahasında basketbol oynuyoruz. Bana Slovanski Brod'dan haber geldi. "Boša, seninle imzalamak istiyoruz" diye... İmza ücreti olarak iki tane FIAT araba parası verdiler, Belgrad'da kazandığımın sekiz katını önerdiler. Gitmeye niyetliyim... Birkaç gün geçti, KK Bosna'nın genel sekreteri Vule Vukalovic yanıma yaklaşıp "Senin oyuncularla ilişkilerin çok iyi. Sözün dinleniyor. Burada antrenman yaparken gençlerle ilgilendin, onları geliştirdin. İçinde antrenörlük var" dedi. 24 yaşında ikinci ligdeki KK Bosna'nın başantrenörü oldum.
Nasıl bir planlama vardı aklınızda?
Valla para yoktu. Yetmişlerde ikinci ligde oynayan bir takım nasıl olabilirse öyleydik. Benim görevlerimden biri; Mirza Delibasic'in Bosna'ya transferini gerçekleştirmekti. Dönemin en iyi iki genç oyuncusundan biri; Drazen Dalipagic, Partizan forması giyiyordu ve Mirza'nın da Belgrad'a gidişini kaldıramazdık. Partizan'ın başantrenörü Zeravica, Delibasic'i kadroya katabilmek için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Şansımız olması için ikinci ligden yukarı çıkmalıydık. Çözüm kadroyu gençleştirmekti... Ben 24 yaşındaydım, 30 yaşındaki adamlara istediklerimi yaptıramazdım. 18-22 yaş aralığı bandında sekiz-dokuz oyuncuyu değiştirdik. Kiralık gelenlerden biri, o dönem Partizan'da istediği süreleri bulamayan 22 yaşındaki oyun kurucu Svetislav Pesic'ti.
Sanırım bunu Nihat İziç anlatmıştı. Antrenörlük kariyerinizin ilk sezonunda sahaya girip oynamaya karar verdiğiniz bir an varmış; 1971-72 sezonunun son maçı; kazananın Yugoslav Ligi'ne kalacağı karşılaşma... 'Majstorica' denilen serinin karar maçında Zeljeznicar'a karşı ne oldu da oynamaya karar verdiniz?
KK Bosna'nın kaderini tayin edecek maçtı. Delibasic'i alabilecek miyiz yoksa ikinci ligde mi kalacağız? 24 yaşında basketbolu yeni bırakmış biri buna karşı gelebilir mi? Zeljeznicar normal şartlarda bizi 20-25 sayı farkla yenmesi gereken bir takımdı. Onlarla normal sezonda iki maç yapmış; ilkini bir sayı farkla kazanmış, 13 Mart'ta oynanan ikinci maçı ise daha farklı kaybetmiştik. Majstroica, 28 Nisan'da oynanacaktı. GODDAMN!!! Her şeyi hatırlıyorum.
Evet Boša. Ne yalan söyleyeyim, tarih detayları biraz etkileyiciydi...
Bu yaşlı kurdu hafife almayın. Devam ediyorum... Ben bu tür gergin, düşük skorlu geçmesi muhtemel, oyuncuların baskı altında ezildiği maçlar için 'Rus basketbolu' tabirini kullanırım. Yaklaşık bir ay boyunca kendimi hazırladım. Antrenörlük yapmaya değil, sahaya çıkmaya... 20 dakika civarı süre almalıydım. Majstroica, Skenderija'da 7000 kişinin önünde oynanacaktı ve rakibimiz Zeljeznicar, demiryolu işçilerinin takımıydı. Tansiyonu saha içinde hissetmeli, tempoyu ona göre ayarlamalıydım. Belosevic ve Jaksic'ti maçın hakemleri; onlar olmasa bu maç bitirilemezdi. Öyle sert bir maç oldu ki hakemler beş faulden altı oyuncuyu attılar. Bu sayı 10 da olabilirdi... Atılanlardan biri de bendim. Faul hakkımı doldurup antrenörlük yapmaya geçmiştim. Pesic 25 sayı attı, 69-65 kazandık. Yugoslav Ligi'ne yükseldik.
Bıyıklı Türk
Radivoj Korac'ın hayatımda etkisi büyüktür. Henüz 30 yaşındayken hayatını kaybetti, trafik kazasından ötürü... Kazanın gerçekleştiği 2 Haziran 1969'dan evvelki gün görüşmüş, Crystal Bar'da bir şeyler içmiştik. Ertesi gün öldüğünü öğrenince yedi gün boyunca kesintisiz ağladım. Bana bıyığımdam ötürü "Türk" derdi. Kader işte; yıllar sonra Türkiye'ye geldim, uzun yıllar milli takımı çalıştırdım ve ardından Türk vatandaşı oldum... Korac, asi biriydi ama çok entelektüeldi. Saatlerce edebiyat konuşurduk. Basketbolculardan ziyade; bu insanlara, bu büyük beyinlere âşıktık biz. Jose Saramago ve Marguerite Yourcenar'ı konuşurduk birbirimizle. Devrimi, politikayı... Yugoslavya'nın bugün geldiği noktayı görse yıkılırdı. Mirza Delibasic, ben, Zucko... Hepimiz aynı hastalıktan muzdaribiz.
Siz gelmeden önce 16 yıl boyunca alt kümelerde mücadele eden KK Bosna, 1971-1979 arasında nasıl oldu da en tepeye çıktı? Evet, Delibasic'i kadroya kattınız ama Jugoplastika, Partizan ve Cibona gibi takımların arasından sıyrılıp iki Yugoslav Ligi şampiyonluğu almak, bunun üstüne de 1979 Euroleague şampiyonluğunu eklemek biraz Hollywood senaryosuymuş gibi hissettirmiyor mu?
Bu söz artık insanların ağzına sakız oldu ama ben daima mükemmeli aradım. Hatalar yaptım elbette... Faniler için hatadan kaçış yok. En azından bir felsefeye sahip olduğum için aynaya baktığımda rahatsız olmuyorum. Bugün basketbolu konuşurken bu oyunun en güzel yanlarından birinin, triple-post'un kaybolduğunu görüyoruz. T yok artık. Üçgen hücum yok. Oysaki ne kadar sofistike, doğaçlamaya izin veren bir düzendi... Ben birçok backscreen ve cut kullanmak isterdim. Perde yapan oyuncuya perde, toplu oyuncuya perde... Her şeye pick&roll oynayarak oyunu öldürdünüz de ne oldu? Herkes üçlük atıyor şimdi. Ondan kaç, bundan kaç, şununla yüzleşme... Pivotlar üçlük atsın. Yahu pivot sürekli üçlük atınca ribaundu kim alacak? Eeeeh artık.
Boša, soru...
Soru neydi?
KK Bosna...
Ha, şey, evet. Her şeyden önce, ben kimseye bağımlı olmak istemem. Kadromda Michael Jordan olsun, önemli değil. Jordan, belki en çok ihtiyaç duyulan anda regl olacak, nereden biliyorsunuz? Erkeklerin dengesiz dönemleri olmuyor mu zannediyorsunuz? Androjenleri, testosteronu biraz araştırın bakalım. Kaldı ki... Bu oyun boşuna 12 oyuncuyla kurgulanmamış. En azından 10 oyuncumu kullanabiliyor olmayı isterim ben. Oyuncuların; iyi bir antrenmanda enerjilerini harcadıktan sonra davranışlarının farklı olacağına, faaa-ntastik bir iş yapmış olmanın verdiği moralle mutluluğa ulaşacaklarına inanırım. Bu idmanlar esnasında da hedefin ne olduğunu aktarmalısınız ki motive olabilsinler. KK Bosna ve sonrasında İtalya'da... Oyuncularımın hepsi Sergey Belov gibiydi. 2 metreydiler ama hepsi 87 kiloydu. 90 değildiler. Ben oyuncularımı KURUTURDUM!!! Böyle, ip gibi, bir ağaç dalı gibi. Kupkuru. Bir bardak su bile içmezlerdi; çünkü içmelerine gerek yoktu. Bugün görüyorum Coca-Cola'dan yudum almak için idman durduruluyor. Majko moja... Artistik jimnastik sporcularına bakın. Nasıl vücut? Kupkuru. Kaslar ve tendonlar var sadece. En iyi takımlarıma bakın... Bosna'da Ratko Radovanovic. 2.10 ama 100 kilonun altında. Gücünü kaybetti mi? Hayır.
Koç, biraz hiddetlendiniz. İtalya dönemine geçiyorum yavaş yavaş…
Dur Mirza ve Bosna'yı bitireyim. 1972'de Mirza'yı Zeravica'nın elinden kaptık. Mirza'yla ilk sezon lige alışma süreciydi, ikinci yıl ligi ilk 4'te bitirip Avrupa'ya kaldık. Ben bir askere gidip geldim. 1978'de Yugoslav Ligi'ni kazandık, Koraç Kupası'nda final oynadık. Dalipagic-Kicanovic ikilisinin toplamda 81 sayı attığı maçta Partizan'a yenildik.
Euroleague şampiyonluğunu elde ettiğimiz 1978-79 sezonu sıkıntılıydı aslında. Delibasic'le büyük problemlerimiz vardı. Bilen bilir, kendine zarar veren insanlardandır. Basketbolu erken bırakacak; alkol ve sigara probleminden ötürü de iyileşemeyecekti. Aramızda şöyle bir sohbet geçmişti: "Mirza, alkolden ölmek kolay bir şey mi zannediyorsun? Hayır dostum, bu zor olanı.
Ölmek istiyorsan git Mostar'dan atla." Karısıyla problemleri vardı, sonunda da terk edilmişti. Bosna'dan sonra Real Madrid'e gitti ama alkolden sıyrılamadı. Müthiş yeteneğinin yanında kampa katıldığında da en çalışkan oyuncu olurdu ama karanlık bir tarafı vardı. 1979'da sezona hastanede başlamıştı. Zarko Varajic ise askerdeydi. Planlarımızı yokluğunu hesaba katarak yapmıştık ama ordu bir anda Varajic'i takıma katılabilmesi için serbest bıraktı. Yugoslav Ordusu'nun sizi erken eve yollama ihtimali, Nobel Barış Ödülü kazanma ihtimalinizle eşittir. Neyse, sevindik tabii. Mirza hastaneden çıktı; toparlanacağından emindik. Sezon içinde 19 sayı farkla kaybettiğimiz Dodo Rusconi'nin Emerson Varese'siyle finalde karşılaştık. Demiştim ya, Dalipagic-Kicanovic toplamda 81 attı, kaybettik diye... Bu kez Varajic 45 attı, Mirza 30. Üçlük yoktu o dönem. Goddamn…
Boša, seksenler ve doksanların neredeyse tamamını İtalya'da geçirdiğinizi düşünürsek, Çizme'de basketbolun yükselişindeki rolünüzü nasıl görüyorsunuz? Caserta, Trieste ve ardından Milano... Kesintisiz 15 sene, yetiştirilen sayısız oyuncu…
Şu anda yüksek tempo denilen oyunu KK Bosna'dan başlayarak yaygınlaştıran antrenör benim. Bizim haricimizde kimse on oyuncu kullanmazdı. Fiziksel olarak çok iyi hale gelmeye gayret ettik ki savunma yoğunluğumuzu arttırabilelim. Profesör Nikolic; bana Trieste'ye kadar eşlik etti. Felsefemi bulabilmem konusunda önümü açtı. Beni dinler, bazı şeyler söyler ve kendi fikrimi üretmemi isterdi. O daha çok setlere inanan, altı-yedi kişilik rotasyonla oynamayı seven biriydi. Kuralcıydı. Ben yıllarca "Ya işte görüyorsunuz Tanjevic yine rotasyon yaptı. Sıcak oyuncuyu kenara aldı" diye eleştirildiğimi biliyorum. Hadi ama... Ne zaman kurac (taş.k) sahibi oyuncuyu oynatmadım ya da ona gerekli özgürlüğü vermedim? Dostlarım, ben Caserta'dayken basketbol tarihinin en büyük skorerlerinden Oscar Schmidt takımımdaydı. Otuz, kırk, elli... Hangisini uygun görürse atıyordu. Delibasic ve Varajic, Kupa 1 finalinde toplam 75 sayı attılar. Kurac beyler. Soyunma odasında Sabit Hadzic'e bağırmak kolay. Eğer bağıracaksan Dejan Bodiroga, Oscar Schmidt, Nando Gentile, Mirza Delibasic, Rolando Blackman ya da Gregor Fucka'ya bağıracaksın. Horozlarla horoz olacaksın... Bu oyuncularla oynamak da onlara bağırabilmek de kurac ister. Yugoslavya size ta.aklı olmayı öğreten bir ülkeydi.

"Ne zaman kurac (taş.k) sahibi oyuncuyu oynatmadım ya da ona gerekli özgürlüğü vermedim?"
Koç, dört farklı takımla beş Koraç Kupası Finali'ne çıkıp hepsini kaybeden tek antrenörsünüz... Biri de Aydın Örs'ün Efes Pilsen'ine karşıydı...
Hatırlattığın için teşekkürler. Bu detayı bilmiyordum. Tarihte tek olmak iyidir. Stefanel-Efes finaline dair söylenecek çok şey var, nereden başlayayım? Hakemlerden mi?
Önce isterseniz Giovanni Maggio'yla Caserta'da başlayan, ardından Giuseppe Stefanel'le Trieste-Milano'da devam eden projelerinizi konuşalım…
Pekâlâ. İtalya'ya geldiğimde Maggio'nun Caserta'sı ikinci ligdeydi. Bosna sonrası ne tesadüf... 1982'de Oscar Schmidt ve Moka Slavnic'i transfer ettim. 15 yaşındaki Nando Gentile'yi de oynatıyordum. Üst lige çıktık. Dört sezonluk bir projeydi. Bu süre zarfında Koraç Finali'nde Roma'ya, İtalya Kupası Finali'nde Bologna'ya, play-off finalinde ise Dan Peterson'ın Simac Milan'ına kaybettik. Bepi Stefanel, finalleri kaybetsek de bu başarı öyküsünü gördü ve beni yeni projesi Trieste'nin başına getirdi. Orada takımım yine ikinci ligdeydi... Bu kez üçüncü lige düştüm. Neden? Çünkü birkaç sene içinde şampiyon olabileceğimi görmüştüm. Bay Stefanel bana güvendiği için kadrodan tecrübeli birkaç oyuncuyu kesmeme ve gençleri getirmeme izin verdi.
Takıma kısa sürede Bodiroga, Fucka, Alessandro De Pol, Davide Cantarello ve Claudio Pilutti'yi getirmiştim. De Pol ve Bodiroga'nın boyları 2.05 civarındaydı. Fucka ve Cantarello 2.15 civarındaydılar. Yanlarına da 2.15 Lemone Lampley'yi ekledik. Favori takımlarımdan 1993- 94 Stefanel Trieste beşi böyle oluştu. Perimetre oyuncularımın boy ortalaması 2.10'du... Koraç'ta yine final oynadım, bu kez Dusan Ivkovic'in PAOK'una kaybettik. Stefanel bana güvenmeye devam etti. 1994'te Olimpia Milano'yu satın aldı. Gerçi ben Trieste'den ayrılmak istemiyordum.
Neden?
Trieste halkıyla zor dönemlerden geçmiştik. Üçüncü lige kadar gerileyip Avrupa Kupası Finali'ne çıkan bir hikâyeydi bu. 1986-1994 arasında İtalya'da hatta kıtada basketbolu değiştirdik. Adam değişme savunması ve kulaç uzunluğu faaan-tastik seviyelere çıkan oyuncularla bir stil yaratmıştık. Bodiroga, Fučka, De Pol ve Gentile; bizimle birlikte Trieste'den Milano'ya devam ettiler ama ben bugün bile iki şehir arasındaki yaşam kalitesini karşılaştırmam. Trieste'nin yanında Milano felaket bir yer. Gittik işte, ne oldu?
Türkiye = İtalya
Fenerbahçe'de bütçemiz 10 milyon euro'ydu. TOP 8'e kaldık, Final Four öncesinde Siena'ya elendik. Kadroda 20 yaşında altı oyuncu kullanıyorduk. Proje buydu.. Milli takıma da oyuncu yetiştiriyorduk. Benim basketbol görüşüme göre; bir takım esasen yerel oyunculara bel bağlamalıdır. Bu şekilde hem kulübe bağlılığı hem de ilgiyi artırırsınız. Kaldı ki benim derdim mevki ya da hemen sonuç elde etmek değil ki... Öyle olsa 2010'da kemoterapi seanslarının ardından takımı tekrar ele alabilecek durumdayken Ertuğrul ile (Erdoğan) konuşup yeniden başa geçerdim. Ertuğrul o kadar iyi gidiyordu ki takımla birlikte "Ben orada olmalıyım" gibi bir şey aklımın ucundan geçmedi. Türkiye, İtalya böyledir ama. Hemen sonuç alınması istenir ama süreç hiç sorgulanmaz...
İtalya'da lig-kupa dublesi yaptınız ama ALBA ve Efes'e kaybedilen Koraç finalleri...
Yavrum evet. 1995'te eski öğrencim Pesic'in ALBA'sına kaybetmiştim. Hakemler... God damn. Caserta ve Trieste'de İtalya Ligi'nin güçlü takımlarına karşı ezilmiştim, Milano'da ise Koraç'ta hakemlerin kurbanı oldum. İstanbul'daki maçın belirli bölümlerinde blöf için 1-3-1 alan savunması kullandık ama işte deplasmanda oynayınca, seyirci önünde hakemler saçmalıyor. Bunun için bu tür final maçlarının tarafsız sahada oynanması gerektiğini düşünüyorum... Neyse. Dediğimi anlamak isteyenler Efes-Stefanel serisinin ilk maçının son iki aksiyonuna, Carl Jungebrand'ın düdüklerine bakabilirler.
İstanbul'daki maçı sekiz sayı farkla kaybetmiştik. Ayrıca Marmara Oteli'nde kaldığımız gün kar yağışı vardı. Blackman ve Fucka dışarı çıkarken üstlerine bir şey almadıklarını görmüş ve "GODDAMN!!! Ne yapıyorsunuz? Donarsınız böyle" demiştim ama dinlemediler. Döndüklerinde neredeyse 40 derece ateşleri vardı. O şartlarda çıktılar ilk maça... Rövanşta yedi sayı farkla kazandık ama yetmedi. Benim için kaybedilen iki finalde kaçan kupa değil; Stefanel'in yakınındakilerin patronun aklına "Tanjevic'le olmayacak" fikrini sokmasıydı. Bepi'nin bana güveni azalmıştı ve bunların başlangıcı da 1995'teki ALBA finaliydi. Bir sezon sonra ligde play-off çeyrek finalindeyken gelecek sezon Milano'da devam etmeyeceğim bana tebliğ edildi. Şampiyon olduk ama ben Limoges'dan gelen üç misli değerdeki kontratı kabul etmiştim. Oradan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı...
Türkiye'de dönemin federasyonuyla ilk temaslarınız da 1990'ların ikinci yarısına denk geliyor, değil mi? İtalya Milli Takımı koçu olduğunuz zamanlara...
Turgay Demirel'in bana "Gel bu takımın başına geç" deyişi 1999 EuroBasket. Ama öncesi de var. 1994'te Stefanel'le İstanbul'a gelmiştik. Nihat İziç, oğlum gibidir, Turgay Bey'le görüşmem konusunda ısrarcı oldu. Başkanın ofisinde "Yugoslavya: Biz nasıl başardık?" temalı bir konuşma yaptım ona. Tepki çekeceğimi biliyorum ama 1990'ların ikinci yarısından önce Türkiye basketbolda üçüncü sınıf bir Avrupa ülkesiydi. Eczacıbaşı, Avrupa'daki birçok kulüpten fazla para harcıyor ama bir şey olmuyordu. Biraz alay konusu haline gelmişti hatta... Izo ve Turgay zor bir işe kalkıştılar. EuroBasket 1999, zirveye doğru ilk adımdı. Ben o turnuvayı İtalya'yla kazanmış olabilirim ama cezalandırılan da Türkiye'ydi.
Ne açıdan?
Jebote... Hakemler tabii ki. Faaan-tastik bir takımdı Türkiye. Antibes'te önce bizim kaybettiğimiz Hırvatları yenmiş; ardından bize karşı da kazanacak duruma gelmişlerdi. Eğer Hidayet Türkoğlu bizim maçın ikinci yarısında sakatlığı sebebiyle oynayamayacak olmasaydı, muhtemelen Türkiye'ye kaybederdik. Başta Kerem Tunçeri olmak üzere o takıma ne kadar hayranlık duyduğumu Turgay biliyordu. "Hakemler yüzünden ilk dörde giremediniz; bence takım da yönetim de çok iyiydi" dedim. "Boša, çok iyi bir organizasyonum ve jenerasyonum var. Daha önce ikisine aynı anda sahip olmamıştım. Gel bu takımın başına geç" dedi. Goddamn... Nasıl yapayım? İtalya'nın başantrenörüyüm ve çeyrek finalde Rusya'yla oynayacağız. Dört yıllık projeye imza atmışım. "Gelemem" dedim. Israr etti. Erman Kunter'den sonra Aydın Örs'ü getirdiler, ardından yollarımız kesişti...

"EuroBasket 1999 esnasında Turgay Demirel bana teklif yaptı. İtalya'nın başındaydım... Olmazdı."
Aslında Türkiye'ye gelişiniz de İTÜ'yle oluyor sanırım…
Evet. Haluk Okçuoğlu iyi arkadaşımdır. 2004'te Teknik Üniversite'ye davet etmişti beni. Orada Turgay'la yine buluştuk. "Hadi bu sefer yapalım" dedik. On yıl kalacağımı düşünmüyordum tabii...
Türkiye'deki ilk röportajlarınızdan birinde "İdmanlarda herkes faul diye ağlıyor. Birbirini suçluyor. Bunu acilen değiştirmemiz lazım" demiş ve karakter vurgusu yapmıştınız. Nasıl bir süreçti o?
Bu ülkenin çocuklarının kendine güveni yoktu. İziç'le konuşurken, "Jebote, Yugoslavya'daki en zor şey sıradan bir oyuncuya 'Kardeşim sen Jordan değilsin. Yeteneğin sınırlı' diye çıkışmaktı. Buradaysa durum tam tersi" demiştim. Türkiye'de hep magazin içeriklerin üzerinde durulurdu. Enes Kanter nerede, o niye gelmedi, bunun saçı niye böyle... Aslında bir koç için oyuncunun kanadını kırmak, ona kanat takmaya göre her zaman daha kolaydır. Biz Türk oyunculara teknik açıdan eğilirken esas mesaiyi mental kısımda verdik. Rinus Michels'in dediği gibi: "Darbeden ağlama. Ayağa kalk ve devam et."
1987 jenerasyonuna dair şöyle bir sözünüz vardı: "Bugün Teodosic'e baktığımda bir katil görüyorum. Bizim Türkler ise sevimli, güzel suratlı, gülen çocuklar. Ben kan görmek istiyorum..."
Sert çıkmışım. Ama doğru. Türk oğlanları iyi yetiştirilmiş, çok nazik, uysal çocuklardı. Anneleri yemeğe çağırdığında hemen masaya oturan tiplerdi. Dolayısıyla içlerindeki o öldürücü içgüdüyü yakalamaları zaman aldı. Kendine saygı duymayan insana, gidip de başkaları neden saygı duysun ki?
Milli takımdaki ilk turnuvanız EuroBasket 2005, epey olaylıydı... Mirsad Türkcan'ı bu ekibin parçası olması konusunda ikna edemediğiniz için suçluluk duyuyor musunuz?
Mirsad'ı kimse sevmiyordu. Acı ama gerçek. Podgorica'daki Bulgaristan maçından sonra ben, başkan ve Mirsad geç saatlere kadar otel lobisinde oturduk. Mirsad, onu kimsenin sevmediğini fark etmişti. Hüngür hüngür ağlıyordu. Ben de üzülüyordum. İşin aslı, takım arkadaşları onu sevmediklerini Mirsad'ın yüzüne de vuruyordu. O Bulgar maçında öne geçebileceğimiz bir pozisyonda Kerem Tunçeri'ye pası vermeyince film koptu. Kerem de pas gelmeyince maçı bıraktı. Goddamn... Horozluk böyle olmaz. En nihayetinde, benim 2005'teki sonuçtan sorumlu tutulmam gerekirdi. Mirsad özelinde söylemiyorum; o bir aslan ve takımdaki tek aslanın kendisi olduğunu düşünüyor. Düşünce yapısı böyle. Her hata onun değildi ki... Mesela Almanya maçında Nowitzki'nin savunmasını yanlış kurguladım. Kerem Gönlüm'ü kullanmalıydım, Mirsad'la kalmayı seçtim. Mirsad, Dirk'ü savunamadığı gibi kısa eşleşmede de Pascal Roller'i şut atması için kışkırttı. Almanya maçından sonra istifamı verdim. Başkan kabul etmedi. Hedefi 2010'du.
En başarılı turnuvalarımızdan 2006 Japonya'ya hazırlanırken "Kalan sağlar bizimdir" düşüncesinde miydiniz? Şartlar mı o kadroyu gerektirdi, yoksa siz mi makas vurdunuz?
Turnuvanın başlamasına aylar kala "Ne zaman geleceğim? Şu zaman geleyim. Dağlarda olmayayım. Çimene basmayayım" diye başladılar. "Eşim gelse olur mu?" ya da "Yakın bir arkadaşımı kampa alayım" gibi şeyler duyuyordum. Hidayet 15 güne ihtiyacı olduğunu söyledi. Mehmet de "Belimde problem var" dedi. "Gelmeyin arkadaşlar" dedim. Hidayet'e de "Sakatlığını çözmek için iki ayın vardı. Şimdi kampın ilk bölümüne gelmem diyorsun" cevabını verdim. Mehmet zaten milli takıma gelmektense ailesiyle vakit geçirmeyi daha çok istiyor. Şöyle yalandan birkaç kez sorup çekiyor kendini...
Ben planımı yapmıştım. Ölene kadar Ersan İlyasova'yı kullanmak istiyordum. Hem üçten, hem dörtten... Daha çok üçten. Ona defalarca söyledim; guard gibisin ve şutun faaan-tastik. Dört numara oynarsan sıradan oyuncu olursun, üç numarada gelişebilirsen All-Star seçilirsin. Sonuç ortada. Daha onu ilk gördüğümde Hidayet'e dönüp "Hido senin pozisyon doldu. Mecburen guard oynayacaksın" demiştim. Çok ama çok büyük yetenekti Ersan.
Peki 2006'da bu kadar iyi sonuç alınmışken neden 2007'de yine Mehmet Okur ile Hidayet Türkoğlu'nu aynı kadroya koyarak 'bile bile lades' dedik?
Mehmet'in eski Mehmet olmadığını ben 2007'de anladım. Hâlâ "Bu işi yürütebiliriz" gibi bir umut vardı ama 2007 EuroBasket'teki tavırlarıyla beni kaybetti; ki o altyapılardaki sertliğini profesyonel seviyeye taşımasıyla büyük takdirimi kazanmış biriydi. NBA'e gidip biraz şut sokunca bambaşka bir oyuncu ve insan oldu... 2007'de gelip Fatih Solak'ı "Canımı yakmak istiyor. Bunu bilerek yapıyor" diye şikâyet etmişti. Kim? Benim Fatih'im mi? Karıncayı bile incitemez. Güçlü ama gücünü çok iyi kullanmayı bilmeyen biridir. Mehmet elbette üçlük atacaktı ama esasen kurac ile pota altından savaşarak takıma liderlik etmeliydi. Bizim içeride bir yıldıza ihtiyacımız vardı. Yoksa şutör bulurum zaten... İbrahim Kutluay, ölene kadar senden daha iyi şut atar. Eğer kaçırırsa da o ribaundu sen alacaksın. Peki sen kaçırırsan ribaundu kim alacak?

"Türk oğlanları iyi yetiştirilmiş, çok nazik, uysal çocuklardı. Anneleri yemeğe çağırdığında hemen masaya oturan tiplerdi."
Bu ilişkiler yönetilemez miydi?
Zaman geçmişti. Yaşlanmış, çok büyük oyuncu olduğunu düşünen bir gruptan bahsediyoruz. Takım içindeki tartışma hâlâ "Horoz kim olacak? Ana rol kimin, son topu kim atacak?" seviyesindeydi. Kıskançlık ve korkuyu geride bırakamıyorlardı. 2006'da Hidayet'e "Sana ihtiyacım yok" demem ona ağır gelmişti. Mehmet, dediğim gibi, milli takım için savaşmıyordu bile. Hido bir süre sonra fikrini değiştirdi. Geri adım attı. Gerçek bir lider oldu.
Nasıl?
Peşkirle. 15 dakika havlu sallamayı kabul etti. Diğer oyunculara da "Bak Hido koça ve sisteme inanıyor" mesajını verdi.
İspanya'da Pau Gasol'ün hâlâ gelecek olimpiyat milli takımına dahil edilmesi söz konusu. Litvanya, Sırbistan, Fransa ve Yunanistan gibi ülkeler jenerasyonlarının en iyi oyuncularını bir arada kullanabildi. Arjantin'in artık altın jenerasyonun posasını çıkarttığını görüyoruz. Bizim teknik açıdan uyumlu gözükmese de kâğıt üzerindeki en iyi beşimiz Kerem, İbrahim, Hidayet, Mirsad, Mehmet beşlisini neredeyse hiç bir arada oynatamayışımız başarısızlık değil midir?
Diğer ülkeler sahada ölmek istiyor. Arjantin'i söyledin işte. Bu açıdan maalesef İtalya ve Türkiye, benzer tavırdalar. Bunu eleştirmek için söylemiyorum. Ülke insanının DNA'sıyla alakalı bir durum. Bir yere kadar değişebiliyorlar. İtalya'da Danilo Gallinari, Andrea Bargnani, Marco Belinelli gibi NBA oyuncuları milli takım havuzuna girdiler, ülkede basketbol bitti. Çünkü gazeteciler "Ne zaman gelecekler? Bizce şu zaman gelsinler" tarzı haberler yaptılar. Bu şansın onlara verilmemesi lazım. Gelmeyen gelmesin. Sen yoluna bak.
2010 Dünya Şampiyonası hedef belirlenmişken bazı kadro seçimleriniz çok eleştirildi. Ömer Onan, Kerem Tunçeri gibi isimlerin takımdan kesilip sonrasında geri dönmelerinin imajınızı zedelediğini düşünüyor musunuz?
2007'de Ömer'i kadroya almamak hataydı. Türkiye'ye geldikten sonra tanıyıp hayran kaldığım Serkan Erdoğan'ın burada ne yapmaya çalıştığımıza dair fikrini kaybetmesi; 2006'dan sonra milli takımdan uzak kalmasını beraberinde getirdi. Kendini kaybetmişti. Bana gelip "Sistemin demode. 1982'de kalmışsın" dedi. Neymiş, pick&roll oynayacakmışım... Peki o işlemezse ne olacak? Enerji harcamak istemeyen oyuncu iyi oynayamaz. Set oyunlarımız da çok koşmayı gerektiriyordu. Serkan bu yükün altına girmek istemedi. "Yeteneğimi ortaya çıkaramıyorsun" diyordu. Bu tavırları yüzünden çok yetenekli bir oyuncumuzu kaybettik. Kerem'in hikâyesi de farklı değildi. 1999'dan beri hayrandım ona. "Ben ben ben" demeyi bırakınca kadroya döndü.
Köylü Basketbolu
Bugün basketboldaki kazanan takımlara bakıyorum, çoğu setsiz oynuyor. İçeriye drive et, dışarıya pas ver. Hand-off, hand-off, handoff... Alexander Gomelsky 1988'deki olimpiyatta böyle oynatmıştı SSCB'yi. Sürekli hand-off yaptır, sonra ver topu Sarunas Marciulionis'e içeriye drive etsin... "Köylü basketbolu" denirdi buna. Bugün hentbolda bile daha çok set var. Daha sofistike, daha akılcı... Kalbim sızlıyor artık.
Valentin Pastal'dan Barış Hersek'e, İzzet Türkyılmaz'dan Hakan Demirel'e kadar milli takım kadrosunda birçok denemeniz olduğunu düşünürsek; sizi en çok hayal kırıklığına uğratan genç yetenek kimdi?
Cenk Akyol en çok yatırım yaptığımız oyuncuydu. 17 yaşında oynatmaya başladık. 2004'te elemelerde 18 dakika süre verdik. Goddamn... Defalarca dedim ona. Kulüpte oynayamıyorsan sorumluluk alabileceğin bir yere git. 300-400 bin dolar alacağına 70-80 bin dolar al ama düzenli oyna, gerisi gelir... 2005'te Belgrad'da herkes "Bu çocuk Teodosic'ten daha iyi" diyordu. Bugün Milos'un banka hesabında en azından 20 milyon euro vardır. Kariyeri de ortada. Cenk ise beni gördüğünde selam vermiyor.
2013'teki Gezi Parkı protestolarının ardından Cenk'in NTV mikrofonunu iterek medyaya tepki göstermesi milli takımdaki geleceğini etkilemedi mi?
Alakası yok. Hidayet, Mehmet ve Kerem'e gerektiğinde "Siz gelmeyin. Kadroyu başka türlü kurdum" diyorum da Cenk'e mi diyemeyeceğim? Ben de politik bir insanım. Ayrıca milliyetçi değilim. Nasyonalizmi savunmam. Ama Cenk'in durumu farklıydı. Akdeniz Oyunları'ndan sonra kapris yaptı. Yahu seni oynatabilmek için içim kan ağlayarak İbrahim Kutluay'ı kesmişim ben. Üstüne üstlük bir de Fenerbahçe'de Ömer Onan'ı düşündüğümü, planlarımda yer almadığını İbo'ya bildirmişim. Yıllarca konuşmamışız... Ne zamana kadar? Harun Erdenay'ın ananesinin cenazesine kadar... Ben doğrularım uğruna kardeşimden vazgeçmişim, biz neyi konuşuyoruz? Cenk, daha sorumlu davranmalıydı. Milli takımı politikaya alet etmemeliydi, orası ayrı. Ama kadrodan kesilmesinin bununla alakası yok. Karar benim.
Boša, tarihimizin en büyük başarıları evimizde oynanan iki turnuvayla gelmişken; ülke dışında oynanan hiçbir büyük turnuvada milli takımın yarı final dahi göremeyişini, bir kez bile olsun olimpiyat vizesi alamayışımızı, EuroLeague şampiyonluğu yaşayan bir ülke olmamıza rağmen kendi oyuncularımızı geliştiremeyişimizi nasıl değerlendirmek gerek? Türkiye, başarılı bir basketbol ülkesi midir?
Türk basketbolu daha önce neydi ki? Avrupa'da belki de kısa sürede en büyük sıçramayı yapmış ülkeden bahsediyoruz. Bugün hâlâ kıtanın en büyük sekiz ülkesinden biri. Litvanya, Yunanistan, İspanya, Yugoslavya, hatta Fransa.. Bu ülkelerin hepsinde basketbol kültürü çok daha eskiye dayanıyor. Türkiye'nin rekabetçi kimliği 20-25 yıllık. Fazlası değil.
Ben hatalarımın farkındayım. 2013 EuroBasket mesela... Bir felaketti. Ama gidip ekstradan bir madalya alsam başarılı gözükecektim ve almadığım için başarısız mıyım? Bunu kabul etmiyorum. Avrupa'da farklı koç akımları var; Aito Garcia Reneses, Dule Vujosevic ve ben diyelim... Bu grup, diğerlerinden daha farklı tipte antrenörler. Doğrudur yanlıştır demiyorum bakın. Ama farklı. Biz daha dinamik takımlar yaratmaya çalışan, oyuncu gelişimine önem veren ve bunları yaparken kazanmaya çalışan antrenörleriz. Ancak orta ve uzun vadeli projelerle çalışabiliriz. Öbür senaryolarda kayboluruz. Türkiye özelinde de yapılan planlama 2010 odaklıydı. Ona göre hazırlandık. Arada bir olimpiyat yapamaz mıydık? IOC'nin aptal formatı olmasa en azından bir kez yapmıştık zaten. 2010'da dünya ikincisi olup katılım hakkı elde etmemeyi geçtim; dört yılda bir yapılan olimpiyat nasıl 12 takımla düzenlenir? EuroBasket ve dünya şampiyonası 24-32 takıma çıkmış, IOC 12 takımla oynatıyor. Yani bari git 16 takım yap.
Ben şunu sormak istiyorum... Bu ülkeden Avrupa'nın 1 numaralı koçu Zeljko Obradovic gelip geçti. Türkiye'nin basketbolunu yönetenler; mesela Yunanistan'daki gibi, yerel oyuncuların oynayabilmesi için Zeljko'ya bir program sundular mı? Bir vizyon ortaya konuldu mu, yoksa 35 milyon euro'yu verip kenara mı çekildik? Obradovic bir kazanma makinesi. Paranız varsa dünyada getirebileceğiniz en iyi koç. Ama sizin basketbolunuzu o düşünemez. Sizin düşünmeniz gerekir. Evet... Türkiye bir süredir Boša Tanjevic belasından kurtulmuş durumda.
Peki bugün her şey yolunda mı? Değil sanki.