socratesXreflect_alt

Aklıselim

22 dk

Türk futbolunda sabrı en çok talep eden teknik direktörün, sabırsızlığı ile nam salmış bir kentte şampiyon olabileceğini kim bilebilirdi? Bunu tam bir sene önce öngören kişiyle buluştuk, tarihi şampiyonluğu konuştuk.

Çamlıca'dayız. Heybetli bir Trabzonspor bayrağının gölgesinden geçtikten sonra Abdullah Avcı'nın yanına oturuyoruz. Kafamızda bu görkemli şampiyonlukla alakalı oldukça fazla soru var. Şehir şampiyonluğu nasıl karşıladı? Saha içinde farkları yaratan detaylar nelerdi? Abdülkadir Ömür'ün performansı nasıl bu kadar yükseldi? Hepsine sıra gelecek… Öncesinde kaseti biraz geri sarmalı ve hemen herkesin uyumsuz olacağını düşündüğü bu ilişkinin nasıl başladığını sormalıyız…

Trabzon'a adım atmanız ile başlayalım. Pek çok kişi, sizin gibi sebat ve süre talep eden bir teknik direktörün Trabzonspor gibi şampiyonluk hasreti çeken bir kulüpte başarılı olacağını düşünmüyordu. Teklifi kabul ederken sizi başarıya inandıran faktörler nelerdi?

Türk futbol tarihinin yakın dönemine baktığınızda iki şey görürsünüz: İstanbul'un üç büyük kulübü ve Trabzonspor. 70'li senelerin başında başlayan hikâye, İstanbul'un devlerini geride bırakarak başarıya uzanan Trabzonspor'u defalarca yazmıştır. Böylesi bir takımdan teklif aldığın zaman heyecanlanırsın. Çünkü Trabzonspor'a karşı kendini ispat etme mecburiyetinde hissedersin.

Her ne kadar sezon ortası gitmişim gibi gözükse de aslında bu teklif bana geçen sezonun başlangıcında gelmişti. O sezon çalışmak gibi bir düşünce yoktu kafamda. Bodrum'da suyun kenarında oturuyor, tatil yapıyordum. Ama telefon Trabzonspor'dan gelince bir kalkıyorsun, kafanda bazı şeyleri canlandırmaya başlıyorsun. Ben de öyle yaptım tabii…

Ne yapabilirdik, neleri başarabilirdik? Öncelikle tekrar varlığını hissettirebileceğim bir yerdi Trabzonspor. Tekrar yarışabilmek, tekrar zirveye çıkabilmek için çalışabileceğim bir iklimdi. Hem Trabzonspor'un tarihi boyunca hem de benim kariyerim boyunca iniş çıkışların olması, hikâyemizde bazı şeylerin örtüşebileceği hissiyatını verdi bana. Heyecanlanmıştım. Geldiğim günden beri hep bir cümle duyuyordum: "Senin de bu şehrin de alacağı var."

Bir örtüşmeydi bu, hissetmiştim. Ve bu hissiyatla birlikte kafamda her zaman kurduğum o cümle canlanmıştı: Samimi, dürüst, çalışkan ve üretkensen, senin için her zaman bir yerlerde bir fırsat duruyordur. Sen aynı kalmaya devam ettikçe, o fırsatı bir gün alırsın. İşte bu yüzden Trabzonspor benim için bir fırsattı. Ve o gün bu teklifi kabul etmem, bu fırsatı kovalamak için atılan ilk adımdı.

Bir tarafta her zaman akıl, diğer tarafta her zaman duygular ön planda. Abdullah Avcı, kendi deyimiyle duygu ve aklı nasıl birleştirdi?

Karadeniz'in insanının kanı çok hızlı akar. Sadece futbolda değil, yaptığı her işte bir an evvel sonuç almak ister. Ama her zaman bir şeyleri hızlı yapma isteği, seneler içinde Trabzonspor'a birçok kez zarar vermiş. Hücum edelim, gol atalım, şampiyon olalım, Trabzonspor gibi oynayalım vesaire… İlk olarak biz "Trabzonspor gibi oynamak" denen algıyı kırdık. Trabzonspor gibi oynamak dendikçe ben hep aynı espriyi yaptım, "Kenara da rahmetli Cemil Abi (Usta) ile Ali Kemal Abi'yi (Denizci) çağıralım o zaman" dedim.

Sezon içerisinde bu gibi duyguların ağır bastığı birçok ilginç an mutlaka yaşamışsınızdır…

Hem de kaç defa! Trabzon'da kimseye bir şeyi öyle kolay kolay beğendiremezsin. Bu şehir geçmişte çok büyük şeyler yaşamış, şampiyonlar çıkarmış, İstanbul'a kafa tutmuş sonuçta. Haluk Hoca'mız var, kaleci antrenörümüz. Bir gün mobilyacıya gidiyor… O hafta da Kayseri maçını oynamışız, 2-0'dan 3-2 kazanmışız. Mobilyacı, Haluk Hoca'ya şunu söylüyor: "Kırk senedir bu takımın en iyi teknik direktörü benim. Burada oyuncu değişikliğini ben yaparım, teknik direktörü ben değiştiririm ama galiba bu benden daha iyi!" (Gülüyor.)

Bak, o Kayseri maçı nedense şehirde çok önemli bir yer tuttu. O maç öncesinde 14 puan öndeydik ama bir anda geri düşmemiz şehrin kötü anılarını canlandırdı. Yine aynı maçın ertesi günü bir misafirim bana gelecekti, taksi ile havalimanından gelirken taksici sohbet açıyor: "Hiç sorma, dün akşam şampiyonluğu kaybediyorduk valla!" (Gülüyor.) Ya kaybetsek fark 11'e inecek fakat kanları öyle deli akıyor ki gerçekten şampiyonluğun gidebileceğini düşünüyorlar.

Belki de hem Trabzonspor'un hem de Abdullah Avcı'nın geçmişte son maça kadar yarışmasına rağmen kupaya uzanamamasının etkisi oldu bu reaksiyonlarda. Size göre sporda sonuna kadar gittikten sonra kupa kazanmak ne kadar önemlidir?

Pep'in ve Manchester City'nin Real Madrid maçında yaptıklarını inkâr edebilir misiniz? Her iki maçta da çok iyi oynadılar ama saniyeler içinde elendiler. Tamam, bu oyunun güzelliği zaten burada. Ama biz gidip bu kadar dominant bir oyunu inkâr mı edeceğiz 60 saniyede elendi diye? Ben bu inkâra katılmıyorum. Klopp'un yaptıklarını, Pep'in yaptıklarını, Tuchel'in yaptıklarını kenara atamazsınız. Tek bir maç kaybetti diye bu oyunları değersizleştiremezsiniz.

Ben bu ülkede son yedi senede en çok puan toplayan teknik direktörüm ancak yaptıklarım hep değersizleştirildi. Neden? İkinci oluyorum diye… Sporda her zaman birincilik güzellemesi yapılır. Peki ya ikincilik kadar da güzel bir şey olabilir mi? Yedi sene boyunca kesintisiz şekilde yarışmışım, her zaman ilk dört içerisinde yer almışım. Kupa almanın anlar içerisinde belirlendiği bir oyunda sürekli olarak oralarda rekabet edebiliyorsan, oyununu yıllar içinde değiştirebiliyorsan, takımına değer katabiliyorsan, bence sen değerli bir iş yapıyorsundur.

Yeniden önceki sezona dönelim… Bugünden bakınca garip gelebilir ama göreve geldiğiniz gün Trabzonspor ligin en çok gol yiyen takımıydı. Ne gibi sorunlar vardı takım savunmasında?

Bekler son derece derindeydi ve takım savunması bir türlü oturmuyordu. Burada durup bir pencere açmak istiyorum. Basit bir soru: Takım savunması nedir? Genelde Türkiye'de yanlış anlaşılan bir şeydir. İnsanlar hep işin savunmadaki kısmına bakar. Ülkedeki anlayış kalenin önüne dizilmektir. Esas detay, topa sahip olduğunda savunma güvenliğini nasıl aldığındır. Dünyanın en iyi savunma yapan takımı kim? Bana sorarsan Manchester City. Neden? Hücumdayken savunma güvenliğini en iyi alan takım da ondan.

Örneğin Liverpool topu kaybettiği yerde yüksek fizik gücüyle ani baskılar yapar, City saha parselizasyonu sayesinde en doğru şekilde savunma pozisyonunu alır. Artık zaten sen topa sahip oluyorsan, geride on kişi ile beklemek diye bir şey yok. Peki nasıl bekleyeceksin geride? Bazen üç stoper, iki merkez orta saha ile 3+2, bazen 2+3, bazen 3+1… Trabzonspor'a geldiğimiz günden itibaren bu gibi detaylara dikkat ettik. Topa sahip olduğumuzda doğru pozisyonu almakla uğraştık, topu kaybettiğimizde doğru pres yönlendirmelerine çalıştık. Türkiye'de takımların kullandığı çok net üç resim vardır: Direkt oyun, geçiş oyunları ve kenar ortaları. Bu oyunlara karşı da savunmadaki dörtlü blokla 4+1, 4+2, 4+3'ün nasıl pozisyon alacağının çalışmasını yaptık, parça örnekleriyle bütüne gitmeye çalıştık.

Ve bu çalışmaların sonucunda ligin en çok gol yiyen takımından, ligin en az gol yiyen takımına dönüştünüz…

Son yedi senede ligimizin en az gol yiyen takımları, bizim teknik ekibimizin çalıştırdığı takımlar. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Son yedi senede A Milli Takım'ın kalecilerine bakın: Volkan Babacan, Mert Günok, Uğurcan Çakır. Kaleci departmanlarına sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz, kalecilerimizin yeteneklerine ve çalışma disiplinine hayranız. Ancak onlara takım savunmasının yardım ettiğini, kimi zaman da onları ayakta tuttuğunu inkâr edebilir miyiz?

Anthony Nwakaeme ve Abdullah Avcı

Anthony Nwakaeme ve Abdullah Avcı

Dergideki son röportajımızda geçiş oyunu üzerine fikirlerinizi anlatırken, geçiş savunmasının öneminden bahsetmiştiniz. Trabzonspor'un ligin kontrataklardan en az gol yiyen takımı olması, bu öneme dair bir şeyler anlatıyor sanki…

Az önce bir şeyden bahsettim. Hücumdayken savunma güvenliği… Hücumdayken senin arkadaşın top kaybı yapabilir, final pası yapamayabilir ve top senin kalene dönebilir. Döndüğünde de rakip sayısal olarak senden fazla olabilir. Oyuncu her zaman "Topu kaybedersem ne olacak?" diye kırmızı alarmda olmalı. Bu yüzden biz her zaman oyuncularımıza "Sanki her an topu kaybedecekmişsiniz gibi pozisyon alın" diyoruz. Ama diyelim ki topu kaybettin ve iyi pozisyon alamadın. O zaman başka senaryoları devreye sokman lazım.

İlk olarak oyuncu, geçişteyken her zaman topun olduğu bölgeye bakar, aldığı pozisyonu bilmez. Bu nedenle geçişteyken savunmayı nasıl alacağının çalışmasını fazlasıyla yapman lazım. Ne gibi çalışmalar? Geçiş yememek için oyuncuyu oyalamak gibi çalışmalar. Oyalamayı nereye kadar yapacaksın, nasıl yapacaksın? Bunlar önemli. Eğer oyuncuyla aranda sekiz-on metre varken topu almak için oyuncuya atlarsan, oyundan düşersin. Düştüğün anda da geçmiş olsun. Oyalamayı ne için yapıyorsun zaten? Tabii ki rakibi oyalayıp yavaşlatmak için. Ama ikinci olarak da hem geriden savunmaya arkadaşının gelmesi hem de kendi yarı sahandaki oyuncuların savunma şeklini alabilmesi için.

İlk etapta pragmatik şekilde takım savunmasına bu kadar önem verip ideallerinizi biraz esnetmenizde, geçmişte yaşadığınız tecrübelerin ne kadar etkisi oldu?

Özellikle son deneyimlerimden sonra daha pragmatik çözümler üretmem gereken bir sürece doğru yöneldiğimi hissediyordum, bu doğru. Geçmişte ideallerim doğrultusunda çok katıydım. Canım yansa da bazı şeyleri diretmeye devam ettim. Örnek vereyim: Başakşehir ile şampiyonluğu kaçırdığımız sezondan önceki sene Fenerbahçe ile Aykut Hoca'ya (Kocaman) karşı oynuyoruz. Maçtan bir gün evvel Alexandru Epureanu hastalandı, Manuel Da Costa zaten sakattı. Sol stoperde sakatlıktan yeni çıkmış Aurelien Chedjou oynuyor, sağ stoper orta saha orijinli Joseph Attamah. Fenerbahçe'den beş puan öndeyiz, yenersek fark sekiz olacak ve yukarıya doğru kopmamız başlayacak.

Fenerbahçe'ye hakkını vermek lazım, maça iyi baskıyla başladılar. Biz ise kalecimizle oyunu başlatıp opsiyonlarımızı aramaya devam ediyoruz. Baskıdan dolayı hayli zorlanıyoruz ama ben ısrar ediyorum ve geriden pasla çıkana kadar opsiyonlarımızı deniyoruz. Kaybediyoruz, bir daha deniyoruz; bir daha, bir daha… Ama olmuyor, kuramıyoruz. Kuramamak da normal zaten. Stoperin biri sakatlıktan çıkmış ve ters ayakla sol stoper oynuyor, diğeri orta saha orijinli. Otuzuncu dakika elimi kaldırdım, direkt oyuna dönüyoruz dedim. İnanır mısın, direkt oyuna geçtiğimiz ilk an top Attamah'ın sırtına çarptı, Fenerbahçe geçiş buldu, mağlup duruma düştük. otuz dakika baskıdan yemedik, ilk dakikada direkt oyundan yedik. Ve o zaman bildiğini uygulamak daha doğru gibi hissedip maç sonu basın toplantısında 2-0 yenilmemize rağmen iddialı bir şekilde "Canımız da yansa geriden oyun kurmaya ve böyle oynamaya devam edeceğiz" dedim.

Bugün aynı fikirde miyim? Hayır. Bu bir değişim ve aynı zamanda gelişimdir. Beşiktaş'a ilk gittiğim zaman kafamdaki oyunu anlattım, geniş çaplı bir sunum yaptım. Sunumdan sonra salondaki herkes çok beğendi, oyuncuların tümünden oyun anlamında çok iyi dönüş aldım. Ama şunu da öğrendim: Oyun sonuçlarla desteklenmediğinde herkes oyundan vazgeçebilir. Bazı noktalarda her şeye rağmen vazgeçilmemesi için çok ısrar ettim. Fakat bugün öyle değilim. Çünkü yaşadığım deneyimler, bana esnek olmayı öğretti.

Bugünkü Abdullah Avcı, Başakşehir ve Beşiktaş dönemindeki Abdullah Avcı'ya ne tavsiyede bulunur?

Esnek olsun. Ama şunu unutmayalım: O günkü Abdullah Avcı olumlu veya olumsuz yaşadığı deneyimleri yaşamasa, bugünkü Abdullah Avcı olmayacaktı. Hayat böyle. Bugün olumsuz diye üzüldüğün şeyler, yarın senin için çok olumlu bir şeyin kapısını açabilir.

Bahsettiğiniz esneklikler de yeri geldiğinde daha az topa sahip olan, daha az oyun kuran, daha çok uzun top oynayan ama daha çok kazanan bir Trabzonspor izletti bizlere. Katılır mısınız?

Katılırım. Yine kısa bir hikâye: Trabzonspor'da ilk maçım. Takımın her şeyini çok iyi biliyoruz. Takımdaki sorunları iyi biliyoruz, ne yapacağımızı biliyoruz. Maç öncesi ekibimle yürüyüş yapıyoruz, antrenörlerimden birisi "Hangi bekle oyunu kuracağız?" dedi. Döndüm, şöyle bir bakış attım, "Hayır," dedim "Bu sefer kurmayacağız." O an için öyle bir fanteziye ihtiyaç yoktu çünkü o oyunu oynayabilecek oyuncu yoktu. "Önce sonuç alalım, sonra oyunu geliştirelim" dedim.

Bir diğer örnek: Bu sene pek çok stoper sakatlığı yaşadık ve ben sol ayaklı stoperimi sağda birçok kez kullanmak zorunda kaldım. Eskiden olsa oyun kurmaya diretirdim ama yeteri kadar tekrar olmadan nasıl oyun kuracaksın? Ben yıllar önce "Sağ stoper sağ ayaklı, sol stoper de sol ayaklı olmalı" dediğimde insanlar bana "Ne alaka canım, stoper dediğin stoperdir" diyordu. Ama bu işte saniyelerin bile önemi var.

Demo yapalım şimdi: Kaleciden başlattın, sen diyelim ki sağ ayaklısın ama sol stoper oynuyorsun. Nereden alacaksın topu? Sağ ayağınla. Adam senin sağını kapattığı an geçmiş olsun, tek opsiyonun kalıyor, o da ters ayakla yanına oynamak. Fakat sağ ayaklı olup sağ stoperde oynarsan, o zaman üç farklı opsiyona sahip olursun. Ben tek opsiyona sahipken ve elimde o bölgenin optimum stoperleri yokken geçmişteki gibi oyun kurulumuna diretebilirdim ama yapmadım. İleride Andreas Cornelius gibi topu indirip senin yerleşmeni sağlayabilecek bir tehdidim varken ona uzun oynadım, indirdim, üçüncü bölgeye yerleşip seti orada oynadım.

Tüm bu değişimlere rağmen aslında değişmeyen detaylar da vardı: Bir Abdullah Avcı takımı, bir kez daha merkezi çok iyi kapattı ve rakiplerini kenar ortalarına yönlendirdi. Yıllardır bu işte ustalaşan bir antrenörden, bu işin detaylarını dinlemek isteriz.

Bu sezondan bir detay vereyim merkezi kapatmak hakkında: Deplasmandaki Rizespor maçında ilk penaltıyı kim yaptırdı? Anthony Nwakaeme. Nwakaeme'nin bölgesi? Kenar. Eski Nwakaeme olsa, gelir mi oraya? Gelmez. Fakat sevgisi, saygısı, iletişimi, oyunun prensiplerine aidiyeti onu merkeze getirdi. Biz her zaman kenar oyuncularımızdan merkezi kapatmalarını isteriz. Diğer tarafta da Edin (Visca) mesela. Gol ve asist katkısı inan benim ilgilendiğim bir şey değil. Çünkü biliyorum ki o gol de atacak asist de yapacak. Benim için onu esas özel kılan nokta, savunma katkısı ve merkezi kapatması. Zaten onun merkezi kapatmasıyla birlikte sen o kadar çok geçiş hücumu kazanıyor veya rakibi oyundan düşürüyorsun ki…

Kenar ortasına gelince… Biz rakibe kenar ortası verdiğimizde bekimizin rakip oyuncuya açılmasına izin veririz ama onun boşalttığı alanlara stoperimizin gitmesine izin vermeyiz. Çünkü stoper mekanizmasının bozulmasını istemeyiz. Açılan alana, yani stoper ile bekin arasına, bir orta saha oyuncumuzu yollarız ve diğer orta saha oyuncumuzun merkezi kapatmasını isteriz. Eğer üçüncü merkez oyuncum da merkeze kaymak zorundaysa, kenar oyuncumuzun içeriği kapatmasını isteriz. Zira merkez, oyundaki en tehlikeli bölge.

Kenar ortasına karşı bahsettiğim tüm bu önlemler, aynı zamanda senin için şu ekstrayı sağlar: Sen kenar ortasında stoper mekanizmanı bozmaz, uzun oyuncularınla kenar ortasını savunur ve merkezde orta saha oyuncularınla ikinci topu almak için fazla sayıyla beklersen, sonraki adım olarak hücumu düşünebilirsin. Çünkü genelde kenar ortalarının düştüğü yer merkezdir. Deplasmandaki Beşiktaş maçını hatırlayalım; ikinci topu Serkan (Asan) aldı, merkezde Hamsik'e oynadı, Cornelius golü attı.

O maçtan birkaç hafta önce Galatasaray maçında ağlayarak yedek kulübesine gelen Abdülkadir'in uzun pası sayesinde hem de. "Gitmesi gerek" denilen bir noktadan yapının en kilit oyuncularından birine nasıl evrildi?

Karadeniz'de, bu yörede çocukları pamuklara sararlar. Daha çok yemek yesin, daha çok kuvvetlensin, daha çok koşsun… Ömür'ün durumuna da fiziksel açıdan yaklaştılar ama bence zihinseldi sıkıntısı. Dibe vurması gerekiyordu. Deneyimlerimden bahsettim ya, eskiden yaşadıklarım oyuncu değişikliği için her zaman beklemem gerektiğini söylüyordu. Bekleyelim, oyuncu toparlar, devre arası değiştiririz vesaire… Üç dakika geçti, Orhan Hoca'ya (Ak) döndüm, "Bu ne yapıyor, oyundan kaçıyor" dedim. Çıkarmam gerekiyordu ve bir karar alıp çıkardım. Sonrasında çok düştü, gözyaşlarını tutamadı.

Ertesi gün rejenerasyon idmanı var, tesise gelmiş ama kimseyle konuşmuyor… Dümdüz, etrafına bakmadan kafası eğik ilerliyor. Gittim yanına, onunla birlikte yürümeye başladım. "Bazen hayat dibe vurmayı gerektirir. Buraya nasıl geldiysen, buradan çıkacak olan da sensin. Ben sadece senin yolunda sana yardımcı olacağım" dedim. Bu konuşmadan birkaç saat önce, akşam basın toplantısında bana onu sorduklarında da "Onun gibi çocuklar bizi şampiyon yapacak" demiştim. Buralardan ta son olarak Antalya maçına geldik… Sabah kapımı çaldı, "Beni bu zamana kadar çok iyi kullandın. Sana teşekkür ederim ama ben bugün sahada olmak istiyorum" dedi. Çıktı, şampiyonluk maçında iki asist yaptı.

Abdülkadir Ömür

Abdülkadir Ömür

Onu sezon içerisinde eski rollerine göre daha içeride, zaman zaman da derinde kullanmanızın bir nedeni var mıydı?

Trabzonspor'a geldiğimde yaptığım ilk işlerden biri Ömür ile toplantı yapmak ve onu nasıl kullanmak istediğimi anlatmaktı. Onu kafamda daha çok 8, zaman zaman 10 numarada kurgulamıştım ki o da benimle aynı fikirde olduğunu belirtmişti. Sezon içerisinde onu kenarda kullanmak zorunda kaldığımda bile ona göre opsiyonlar yarattım ve beki derine yollayarak onu içeride konumlandırdım. Neden?

Bugün futbolda 'by-pass' pası diye bir şey var. Bir pasla oyundan kaç kişiyi düşürebildiğin çok önemli. Ama daha da önemlisi, bu by-pass paslarını hatlar arasında buluşturduğun oyuncunun profili. Neden? Çünkü bloklar arasında bazen o oyuncunun topa değmesi bile gerekmez, dört kişiyi oyundan düşürür. Bazen topu alması gerekir, tek dokunuşla üç kişiyi oyundan düşürür. İşte, Ömür tam olarak böylesine özel bir oyuncu.

Yıllardır sizi farklı yapan detaylardan birisi de basın toplantılarında yaptığınız analizler. Maçta olan biten pek çok şeyi izleyiciye anlatan bir antrenörün içerideki analiz süreci nasıl işliyor?

İlk iş olarak rakibin güçlü ve güçsüz yanlarını ortaya koyuyoruz. Geçen sezon oynadığımız bir Malatya maçından örnek vereyim. Malatya'dayız, zemin çok kötü. Rakip ligin en çok orta atan takımı. İçeride bir kişi varsa da orta yapıyorlar, sekiz kişi varsa da... Şartlar böyleyken o gün sağ bek olarak Hüseyin Türkmen'i oynattım. Maçtan sonra öğrendim ki maç öncesi sosyal medyada "Ya Hüseyin nasıl sağ bek oynar?" diye kargaşa çıkmış. Oysaki bu kadar kenar ortası atan bir takıma karşı oraya üçüncü stoperi eklemenin neden bir zararı olsun ki?

Başka bir örnek: Tony çok fazla sağa çeker, rakip sağını kapatırsa bizim sol tarafta destek hücumcumuz nasıl bir aksiyon almalı diye düşünürüz. Bu gibi detaylara çalışır ve en sonunda bizim için çözüm noktalarını yaratmaya çalışırız. Diyelim ki rakibin bloklar arası çok sıkışık, merkezi de çok iyi kapatıyor. O zaman diyagonal şekilde bolca oyunun yönünü değiştirip, oyuna genişlik katmamız gerektiğini videolarda oyunculara gösteririz ve sahada da bunu uygulamaya çalışırız. Kısacası önce rakip, sonrasında bizim çözüm noktalarımız.

Genelde ligdeki takımların belirli bir resmi olduğunu da söylersiniz…

Evet, bizim ligimizde rakibin sunduğu konu başlıkları zaman zaman aynı olabiliyor: Direkt oyun, kenar ortalar ve birinci veya ikinci bölgeye yığılan oyun. Rakip otuzuncu dakikada içeride bir kişi varken orta yapar, gol atar. Şimdi gol oldu diye buna iyi organizasyon mu deriz? Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü bu yaptığın şey bir kere gol olur, birçok kere seni 70 metre geri koşturur.

O Hoffenheim Yok mu!

Julian Nagelsmann'ın Hoffenheim'ı çok değişik takımdı. Daha önce görmediğim ilginç bir yapılarını anlatayım size: Kaleci vuruşunda kaleciye kadar baskıya mı gideceksiniz? Eğer ki bu baskıyı hissederlerse stoperlerden birini hemen içeri atıyorlardı. Ama eski kurala göre ne stoper içeri girebilir ne senin oyuncun girebilir. Hakemin düdüğü çalacağını bildikleri için senin pres yapını bozmak için böyle enteresan bir oyunları vardı.

Hakem düdüğü çalar çalmaz da oyunu hızlı şekilde başlatır, stoper ile baskıya giden oyuncunun açtığı alanda oynamaya çalışırlardı. Yani bunu bile düşünür, oradan bile bir şey çıkarmaya çalışırlardı! O kadar çok varyasyonu olan bir takımlardı ki üçlü mü dörtlü mü oynadıklarını anlamanız bile zor oluyordu. Merkeze çok iyi penetre ettikleri için 4-4- 2 ile baskıyı yapalım demiştik fakat "4-4-2 oynuyor, garip rotasyonlar yapıyor" diye yine eleştirilmiştik. Onlar en ufak açığı bile bir oyuna dönüştürüyor, biz Süper Lig'deki maça önem veriyor diye eleştiriliyoruz.

Bildiğim kadarıyla maç öncesi analiz seansının ilerisine gidip ilk yarı sonunda da görüntülü analizlerinize devam ediyorsunuz. Soyunma odasında yaptığınız bir dokunuşla değiştirdiğiniz bir maç hatırlıyor musunuz?

Valerien Ismael'in ilk maçında yaşadıklarımızı anlatayım. Beşiktaş'ta bir hava değişimi var, motivasyonları yüksek ve üç stopere dönmüşler. Üçlü yapıları yenebilmek için de yapılması gereken ilk şeylerden biri üç stoperin arasını olabildiğince genişletmek ve rakip arkasına koşu atmaktır. Bunu biliyoruz ve ona göre çalışmalar yapmışız. Örneğin o gün için çözüm noktalarımız bol bol iki stoper arasına, sırtına, arkasına ve kör noktalarına koşu atmak ve kenarlara basarak stoperleri genişletmekti. İlk yarıda çok fazla istediğimizi yapamadık ve oyun dengeli gitti. Soyunma odasına girdik, yukarıdaki analizcimden bir görüntü geldi. Baktık, eğer doğru birkaç değişim yaparsak rakibin oyununu değiştirebileceğimizi fark ettik.

Sağ bekte Dorukhan oynuyordu ve ikinci yarı ile birlikte biz ondan ne tam derinlikte ne de tam stoper ile aynı hizada oynamasını istedik. Birazcık arada kalmalıydı. Hem stoperin pas opsiyonunda olacaktı hem de derine gidecekti. Bu kadar arada olmasını istememizin sebebi neydi? Rakibin 3-4-3 oynaması. O dörtlü hattın solundaki Rıdvan'ı yerinden oynatmak ve 25 metrelik mesafede onu biraz daha Dorukhan'a yaklaştırmak istedik. Eğer Rıdvan yerini terk edip Dorukhan'a yaklaşırsa, Montero da Rıdvan'ın boşalttığı alana gidecek ve Vida ile arasını açacaktı. Zaten en başında da amacımız neydi? İki stoperin arasını açmak ve oraya koşu atmak. Soyunma odasından yaptığımız dönüşle birlikte bu resim ortaya çıktı ve Cornelius'un golü geldi. Peki golü kim attı? Bana sorarsan Dorukhan. Doğru pas açısında durması, Rıdvan'ın 25 metreden koşmasına neden oluyor. Top sanki Dorukhan'a atılacakmış gibi kurgulanıyor, Rıdvan ona çıkıyor, Montero o alana kayıyor ve pencere açılıyor. İşte analiz bu. Bazı günler olur, bazı günler olmaz.

Röportaj boyunca sık sık daha esnek bir antrenör olduğunuzdan ve Trabzonspor'un bu sezon birçok farklı oyunu oynayabildiğinden konuştuk. Fakat gelecek sezon Başakşehir ve Beşiktaş'ta gördüğümüz gibi daha çok topa sahip olan, 3-2-5'lerin sayısını sıklaştıran ve toplu oyunda biraz daha ısrar eden bir Abdullah Avcı takımı izleyeceğimizi hissediyorum. Yanılıyor muyum?

Geçen sene bizim yapamadığımız iki şey vardı. Bir tanesi duran oyunda başlamak. Kaleci ile geriden çok fazla başlamadık çünkü stoper mekanizmamız yıpranmıştı ve biz yeterli tekrarı yapacak zamana sahip değildik. Bu sene tekrarları sıklaştıracağız ve doğru stoper mekanizmasını yakalarsak duran oyuna da kaleciyi iyiden iyiye dahil edeceğiz. Bir diğer gelişim göstermek istediğimiz konu ise oyun hızı. Oyun hızını ve düşünce hızını maksimum düzeye getirmeye çalışacağız. Bu parçaları doğru şekilde dizayn edebilirsek, senin de bahsettiğin gibi yeniden daha fazla topa sahip olan, 3-2-5'leri fazlaca koyan, kenarlarda rakibinden her zaman bir fazla olan ve bekstoper arasında iç blok koşularını artıran yapılar deneyeceğiz.

Ki sol bekte Stefano Denswil'in oynadığı zamanlarda sıkça onu üçüncü stoper olarak kullanıp savunmayı üçlemiştiniz.

Ligde bir ara üçlü moda oldu ya, bana "Neden üçlü oynamıyorsun?" diye sordular. "Ya," dedim, "ben zaten üçlü oynuyorum." Hatta güzel bir anı anlatayım, ben Denswil'i transfer ederken FaceTime'da bu şekilde ikna ettim. Bize gelmeden önce Club Brugge'de sol stoper oynuyordu, ardından Bologna'ya gitti ve sakatlıklardan dolayı sol bek oynamak zorunda kaldı. Fakat sol bekte oynamaktan hoşlanan bir oyuncu değil, orada rahat edemiyor. Ben de görüşmemizde "Ben sol beki öyle kullanmıyorum ki!" dedim.

Ne yaptık sezon boyunca? Diyelim ki savunma dörtlümüz: Denswil, Vitor (Hugo), Edgar (Ie), Bruno Peres. Eğer rakip bizi iki oyuncu ile karşıladıysa Bruno'yu derinliğe yolladık, Edgar'ı sağa, Vitor'u merkeze, Denswil'i sola koyduk ve oyunu üçlü kurduk. Rakibe göre 3-2-5'i dizdik, beşliyi blokların arasına koyduk, kanatları çizgiye bastırdık, rakibe genişlik verdik.

Şampiyonluk kutlamalarından...

Şampiyonluk kutlamalarından...

Şampiyonlar Ligi serüveni için kafanızda ne gibi planlar var?

Evet, Şampiyonlar Ligi'nde fizik kalite olmazsa olmaz. Ama o fizik kalitenin içinde saha içi organizasyonlar da şart. Orada sadece koşarak başarılı olma şansın yok. Saha dağılımın doğru olacak, saha duruşun net olacak, ondan sonra da koşu mesafen olacak. 2011'de Barcelona Şampiyonlar Ligi şampiyonu olurken çok mu fiziksel ağırlıklı bir takımdı? Hayır. Ama saha içi düzenleri o kadar kusursuzdu ki çok fazla fiziksel mücadeleye girmek zorunda kalmıyorlardı zaten. Herkesin duracağı yer belliydi, kimsenin daha fazlası için efor sarf etmesine gerek yoktu. Londra'da sahaya oldukça yakın bir yerden canlı izleme şansım olmuştu o finali. Bir yerden sonra sadece Sergio Busquets'i yakından takip etmiştim. O kadar az koşmuştu ki "Ya bu herhalde terlemeden bitirecek maçı" demiştim arkadaşıma. Ama her zaman doğru yerde, doğru zamandaydı.

Az koşmak demişken… Bildiğim kadarıyla "Oyun kurulumunda artık top kullanmayacaksın, sadece yürüyerek rakibini koşturacaksın, bize alan açacaksın" diyerek sizin de Emre Belözoğlu'nu ikna etmeye çalıştığınız bir anınız var.

Bugünün futbolunda topa değmeyen oyuncu, değerli oyuncu. Emre benim çalıştığım en değerli oyunculardan bir tanesi. Merkez orta sahanda oynar, sağa sola 40 metre kusursuz top atar, onun attığı toplarla sen baskıya gidersin ve şans yaratırsın. Tabii ki buna benzer yapıları defalarca kullandık. Fakat oyununuz iyice hâkim bir oyuna evrildikten sonra yeni şeyler denemeniz de gerekiyor. Rakipler bizi tek forvetle karşıladığında Emre'nin stoperler arasına düşüp topu almasına gerek var mı? Bence yok.

Emre çevresini o kadar etkileyen bir oyuncuydu ki sadece saha içinde jog attığında bile yanına gelip onu marke eden bir oyuncu oluyordu. Biz de analizlerimizde şöyle düşündük: Emre savunma arasına girip top almasın, onun aksine sadece orta sahada gezinmeye devam etsin. Nasıl olsa onun yanına birisi gelecek ve onu marke etmeye çalışacak. Biz onu 'manipülatör' olarak kullanalım, sadece yürüyerek ve hiç topla buluşmayarak bize alan açsın, biz de onun açtığı alanlara stoperimizi koyalım ve daha çok adamla hücum edelim. Kafamızdaki plan buydu. Ancak bunu uygulamaya sokmak kolay olmadı…

Çağırdım bir gün yanıma, anlattım kafamdaki planı. Şöyle kaşlarını kaldırıp ters bir bakış attı… "Nasıl topa değmeyeceğim ya!" dedi. (Gülüyor.) Ama sahada bu işin meyve verdiğini görünce onun da çok hoşuna gitti. Biraz kendini sola kaydırıyordu, hemen stopere "At bakayım şuraya" diyordu, oyunu topa değmeden yönlendiriyordu.

Belki de bu yapı ile birlikte enerjisini çok rahat kullanmaya başladı. 36-37 yaşındaydı, onunla bu konuşmayı yaptığımda, ondan sonra üç sene daha bizde oynadı, A Milli Takım'a gitti ve bir sene de Fenerbahçe'de oynadı. Şimdi ise teknik direktör oldu ve bu konuştuğumuz şeylerin aynısını yaptığını söyledi bana. "Senden kopyalayapıştır yaptım" diyor. (Gülüyor.)

Sona doğru gelirken yeniden başa dönmek istiyoruz. Trabzon'a adım attığınız ilk gün, Özkan Sümer'in sizi aradığını söylemiştiniz. Neler kaldı aklınızda o konuşmadan?

Trabzonspor ile benim ilk temasım daha önce Özkan Hoca sayesinde başlamıştı. Kendisi istemişti beni. Ben de daha hazır olmadığımı söylemiş ve kibarca teklifi geri çevirmiştim. Çok hoşuna gitmişti hatta bu durum. Ben Trabzonspor'a gelmeden önce de çok fazla denk gelirdik. Zira Trabzonspor'un, dahası Türk futbolunun olduğu her yerde vardı. 10 Kasım 2020'de Trabzon'a ayak basmıştım, 11 Kasım'da beni aradı: "Çok sevindim. Bize kısmet olmadı ama her şey iyi olacak." Hasta olduğunu biliyordum, o nedenle "En kısa sürede yanınıza gelmek istiyorum" diye cevaplamıştım. "Ben sana haber veririm" dedi ama muhtemelen hasta olduğunu bildiği ve her zaman güçlü gözükmek istediği için bana haber vermemişti. Ne yazık ki bir ay sonra da aramızdan ayrıldı. Bu kulübe, şehre, ülkeye ve oyuna çok büyük emeği vardı.

Keşke bu şampiyonluğu görebilseydi. Keşke şampiyonluktan sonra da konuşabilseydik. Sonunda yine onun dediğine geldik. Görmek belki kısmet olmadı ama her şey iyi oldu.

Socrates Dergi