
Bir Adım, Bir Piksel Daha
7 dk
Emlyn Hughes International Soccer, TV Sports Basketball, Pole Position, Track & Field… Birkaç nesil için bu oyunlar sadece birer eglence unsuru degil, aynı zamanda anılar geçidi de demek.
Ana tema ne olursa olsun, oyun dünyasına dair herhangi bir yazıyı sağa sola iliştirmek pek de zor bir uğraş sayılmaz. Unutulmaz spor oyunları söz konusu olduğunda editörlerin parmaklarını çıtlatıp yüzlerinde bir gülümseme ile koltuklarına yaslanmaları bu yüzdendir aslına bakarsanız. Çünkü konu keyiflidir, çünkü herkesin bu oyunlar hakkında tonla anısı vardır ve çünkü aradan yıllar geçtikte defolarını en az hatırladığımız oyunlar, bu türe dahildir.
Elbette teknoloji her zaman lehimize değildi. Şimdilerde gerçekçilik seviyeleriyle hayal dünyamızı manipüle eden oyunlar, seksenli yıllar söz konusu olduğunda köfte kadar kocaman piksellerden oluşan, size olabildiğince minimal bir görsel deneyim yaşatıp gerisini hayal gücünüze bırakan küçük, deneysel yazılım parçalarıydı. Haliyle, bu primitif yapımların sporseverleri nasıl büyülediklerini anlamak istiyorsak belki de o senelerde bizlere hissettirdiklerine bakmalıyız.
Şimdi takvimi geriye saralım. Uzay yarışının sürdüğü, her şeyin mümkünmüş gibi gözüktüğü ellili yıllarda -bugün büyüklüğü sinema sektörünü sollayan- video oyun tarihini başlatmak da bir spor oyununa kalmıştı. Brookhaven Lab'da başarılı bir fizikçi olan William Higinbotham'ın 1958 yılında bir osiloskopu modifiye ederek yarattığı Tennis for Two, bildiğimiz anlamda olmasa da tarihteki ilk video oyunuydu ve konsepte alışık olmayan bünyelerde oldukça heyecan yaratmış, bu garip eğlenceyi tatmak isteyen gençliğin kampüsün önünde uzun sıralar oluşturmasına neden olmuştu.
Tenis sporunun en temel bileşenlerini alıp olabilecek en basit ama zekice bir yöntemle 'ekrana yansıtan' Tennis for Two'nun dayandığı temellerin uzun yıllar boyunca oyunların altyapısını oluşturduğunu not etmek gerekiyor. Evet, açılış etkileyiciydi ama yine de oyun sektörü, gerçek bir 'sektör' haline dönüşebilmek için bilgisayarların evlerin kapısından girebilecek kadar ufalmasını beklemek durumunda kaldı.
Emlyn Hughes Efsanesi
Seksenli yıllar ve spor oyunları diyeceksek, Emlyn Hughes International Soccer'dan başlamak gerek. O senelerde itiraf etmem gerekir ki ben ve arkadaşlarımın oyuna ismini veren kişinin kim olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Kendi halinde takılan, oyun oynarken haşlanmış mısır yiyen, bir taraftan da suçluluk duygusu hisseden çocuklardık (Annelerin gizli silahı 'ısınan adaptörler' sağ olsun) ve bu oyun da gördüğümüz, gerçekten futbola benzeyen ilk şeylerden biriydi.
Kariyerinin yüzde yetmişini geçirdiği Liverpool yıllarının ve nihayetinde aktif futbolculuğun ardından Emlyn Hughes'un futbol ile işi bitmemişti elbette. Medyanın aklınıza gelebilecek her biriminde insanların karşısına çıktıktan sonra Audiogenic'in bu efsanevi oyununa adını veren Emlyn Hughes, aramızdan genç yaşta ayrılsa da oyun tarihinin mihenk taşlarından biri olarak hatırlanmayı sürdürüyor.
Peki Emlyn Hughes International Soccer gerçekten o kadar iyi miydi? Bugün tüm iyi niyetinizle açıp oynamaya kalktığınızda, grafiklere kafayı takmasanız bile bu oyunun neden böylesine iz bıraktığını anlamanız güç olabilir. Lakin bazı oyunlar yaşattıkları kadar vesile oldukları muhabbetlerle de hatırlanıyor, Emlyn Hughes International Soccer da böyleydi. Bir arkadaşımız "Van Basten'in Dasaev'e attığı golün aynısını attım" dediğinde aylarca bunu tekrarlamaya çalıştığımızı dün gibi hatırlıyorum. Mümkün değildi tabii, sadece her şeyin mümkün olabileceği duygusu henüz içimizden sökülüp atılmamıştı. Denedik durduk biz de, ne zararı vardı ki?
Mike Jordache ve Arkadaşları
Balina kasa C64'ü zorlukla denkleştirmiş biri olarak Amiga 500'le tanıştığım an yaşadığım şaşkınlığı dün gibi hatırlıyorum. Koca oğlanı seviyor olsak da bu işlerin boyumuz kadar disket sürücü, bir nesli pamuk gibi yapan kafa ayarı lambası ve saykodelik ışık gösterileri eşliğinde 15 dakika süren yükleme süresi olmadan da çözülebileceğini gördüğümüz ilk modern oyun makinesiydi Amiga. Basit bir enflasyon hesabıyla günümüzde 1500 dolara geldiğini düşünürseniz öyle bakkala gitmişken alınıp gelinecek bir şey de değildi. Babanıza gidip "Ben bunu istiyorum" demek okul sonrası çarşı iznini ciddi sıkıntıya sokacak bir hamleydi. Haliyle kendi çapımızda platform savaşları dediğimiz şeyle tanıştık zira C64'ü kenara koymak isteyenler için elden düşme 386DX PC toparlamak oldukça mantıklı bir tercihti.
Seksenlerin sonuydu artık. Teknoloji ilerlemiş, lisanslar alınmış, oyunların ana mekanikleri oyunlara göz dağlamadan yansıtılabilir hale gelmişti. TV Sports Basketball da seksenlerin sonunda arkadaşınızla beraber yapılacak maçları şenlendirebilecek kadar iyi bir oyundu. Gerçek kadrolara sahip olmasa da hayli kendine özgü mekaniklere sahipti. Oyun sizin potanız, rakip pota ve geçiş sekansı olarak üç ana maç ekranına bölünmüştü, şut atarken joystick'i bir sağa bir sola sallıyor, Mike Jordache'in (!) âdeta 'electric boogie' yapar gibi göğe yükselip şutu elinden çıkarmasını izliyordunuz.
Lakers versus Celtics ile tanışmamız da o aralar oldu. Sadece sekiz NBA takımını içerse de (+2 All-Star takımı) gerçek forma renkleri, gerçek kadrolar ve olabildiğince gerçekçi istatistikleriyle zamanı için harika bir simülasyondu. Oyun pek az şeyi size bırakıyordu. Faul isabeti oyuncunun yeteneğine bağlıydı, siz sadece tuşa basıyor ve topun potaya süzülmesini izliyordunuz. Saha atışları da aynı şekilde oyuncuların önceden tanımlı şut yüzdelerine bağlıydı. En önemlisi, Kareem Abdul-Jabbar ve sky-hook'u da oyunda aynen yer alıyordu. Lakers versus Celtics, yapımcısı Electronic Arts'ın daha sonraları NBA Live serisine gidecek yolu nasıl döşediğine de güzel bir örnektir aynı zamanda.
Fuji'de Tam Gaz
Yazının başında bahsi geçen sektör oluştuysa Pole Position'ın payından da bahsetmek gerekiyor. İki ayrı 'arcade' makinesi seçeneği ile tasarlanan oyun, 1983 yılında piyasaya sürüldüğünde giderek popülerleşen Formula 1'in tüm rüzgârını arkasına almış ve atari salonlarının burrito dükkânlarından kalabalık olmadığı bir dönemde 22 binden fazla makine sattırmayı başarmıştı. Pole Position gerçek bir pist üzerinde modellenmiş ilk yarış oyunuydu ve oyunculara o sıralarda F1'deki yerini kaybedeli çok olan Fuji pistinde gazı kökleme şansı veriyordu. Bugün dünya üzerindeki herhangi bir retro atari salonuna gittiğinizde Pole Position'a rastlamama ihtimaliniz çok düşük. Tıpkı bir spor oyunu olmadığı için burada yer vermediğimiz Out Run gibi.
QuickShot Kıran Oyun
Aradan yıllar geçmiş olsa bile QuickShot joystick serisinin dayanıklılık seviyesi hakkındaki tartışmalar sürüyor. Her fikre saygı duymak gerek lakin beş kiloluk su bidonunu tek elle kaldıramayan çocuk hallerimizin bile bu joystick'leri kırmakta hiç problem yaşamadığını düşünürsek ortadaki hikâyelerin çoğunun gerçekle alakası olmadığı da ortaya çıkar. Peki, diyelim ki çarşıdan bir QuickShot aldık, biz bu kolu hangi oyunda deneyeceğiz? Hiç şüphe yok ki koca bir olimpiyatın onlarca dalını önümüze getiren ve sonra da tuşlara yarın yokmuş gibi basmamızı isteyen Track & Field en doğru seçimdi. Bugün 'idle game' diye bir tür varsa, zaman içinde onlarca birbirinin aynısı olimpiyat simülasyonu gördüysek, hepsi Track & Field'ın verdiği ilham sayesinde.
Fernando Martin'in anısına
Şimdiye kadar hep seksenli yıllara damgasını vurmuş oyunlardan bahsettik ancak çok az kişinin bildiği, oynadığı ve muhtemelen sevmediği, Fernando Martin'in trajik ölümüyle değerini sonradan bulmuş bir oyun daha vardı: Fernando Martin Basket Master. NBA'de oynayan ilk İspanyol basketbolcu olan, bu gelişme üzerine Dinamic'in geliştirdiği bir basketbol oyununa adı verilen, daha NBA'e gitmeden bir efsaneye dönüşen Martin, geneli sakatlıkla geçen, sinir bozucu bir sezonun ardından yuvasına, Real Madrid'e dönse de 1989'da geçirdiği trafik kazasında 27 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bugün bu oyunun orijinal, kutulu haline ulaşmanız bir hayli güç ama internet üzerinde dolaşan, hayranların geliştirdiği bir yeniden yapımı mevcut.