
Dr. Jekyll & Mr. Hyde
15 dk
2022'de Real Madrid'i bir kez daha kıtanın zirvesinde gördük. Oysa Real taraftarları renkli televizyonda bir Şampiyonlar Ligi zaferi izlemek için yıllarca beklemişti. Bu yüzden o garip 1997-1998 sezonunun yeri ayrıydı...
"Real Madrid CF, başkanı ve yönetim kurulu, İspanyol ve dünya edebiyatının en büyük yazarlarından, Real Madrid aşkını her zaman tutkuyla yaşayan büyük 'Madridista' Javier Marias'ın vefatından derin üzüntü duymaktadır."
Kulübün resmi sitesinde 11 Eylül 2022'de yayımlanan bu taziye mesajı ile Marias'a veda etti Real Madrid. Vahşiler ve Duygusallar adıyla Türkçeye çevrilen, Marias'ın futbol yazılarının derlendiği kitapta, yazarın Real Madrid tutkusunun köklerine inip Madridista mertebesini anlamak mümkündü. Onun da takıma bağlanma sebebi, -dönem ne olursa olsun- küçük yaştaki milyonlarca futbolseverle aynıydı: Başarı.
Çocukluğunuz 50'li yıllara denk gelmişse, hele de bu dönemi İspanya'da yaşamışsanız Real Madrid'den daha görkemli bir takım bulmanız zordu. Puskas, Gento, Di Stefano'lu kadrosuyla savaş sonrası dönemin Avrupa'daki ilk süper gücü, Avrupa Kupası'nı üste üste beş kez Madrid'e getirmişti. 60'lara zirvede girseler ve final alışkanlıklarını sürdürseler de miatları dolmuştu. Hem futbolcu hem de antrenör olarak Real Madrid adına Avrupa Kupası kazanan Miguel Muñoz, kabuk değişimi için tecrübeli Gento'nun etrafına kurulacak genç bir takımın planını yapmıştı. Basın, bu değişim için başlığı, değişen dünyanın kahramanlarında, The Beatles hiti She Loves You'nun nakaratında buldu. "Ye-Ye" Madrid projesi başarılı da oldu. 1966'da 6. kez Kupa 1'i kazandılar.
Real Madrid, sonrasında da İspanya'nın en büyüğü olmayı sürdürdü ama Avrupa'daki tahtına ulaşması pek mümkün olmadı. Zaman zaman yaklaşsalar da ya finale bir adım kala durduruldular ya da finalde madalya töreninin buruk tarafı oldular. 1980'lerde 'Akbaba Beşlisi' jenerasyonu ile masalsı eşleşmeler sonunda üst üste iki UEFA Kupası zaferi umutları artırsa da Şampiyon Kulüpler Kupası'nın gerçekleri başkaydı; büyük umutlarla devam eden sezondaki Milan mağlubiyeti gibi...
Ligde de güzel günlerin sonuna gelinmişti. 1989-90 sezonundaki şampiyonluklarından sonra Cruyff'un Barcelona'sı sazı aldı. "Kazanmaya alışmış kişiler olarak kaybetmenin bizi öldürmediğini keşfettik" diyordu Marias, 1994'te kaleme aldığı yazısında. Alışkanlıklarına 1994-95 sezonunda kavuşup, efsaneleri Jorge Valdano önderliğinde şampiyonluğa ulaştılar. Ama ertesi yıl hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi'nde yine aradıklarından uzaktaydılar.
Bu dönemde önemli virajlar da alındı. Raul, A takıma çıktı mesela. Lorenzo Sanz, 20 Kasım 1995'te başkan oldu keza. Bir başkanla en çok özdeşleşen Avrupa takımlarından biri olan Real Madrid, hırslı bir yöneticinin ellerindeydi. 1995-96 sezonunda son 19 yılın en kötü derecesi ile bitti sezon, altıncı sıradaydılar.
Sanz, 1996'da ne kadar ciddi olduğunu göstermeye başladı. Milan ile 90'ların ortasına kadar kıtaya hükmeden Fabio Capello'yu takımın başına getirdi. Seedorf, Mijatovic, Suker, Roberto Carlos gibi büyük transferler o yaza renk ve büyük beklentiler kattı. O beklentiler karşılık da buldu, sezonu 92 puanla şampiyon bitirdiler. O dönemde takım üzerinde etkisini en çabuk hissettiren antrenörlerden olan Capello, Madridlilerin özledikleri gücü geri getirmişti ki sezon sonunda telefonu çaldı...
Arayan Milan Başkanı Silvio Berlusconi'ydi. Oscar Tabarez ve Arrigo Sacchi'nin dümende oldukları sezon, 11'incilikle sonuçlanmıştı. İnsanları ikna etmede mantık dışı yetenekleri olan Berlusconi, yeni tacıyla başkentte arzıendam eden Capello'yu da geri dönüş için ikna etmişti. İtalyan antrenör yıllar sonra bu kararı, kariyerinin hatası olarak anlatsa da olan olmuştu. Lorenzo Sanz, sezona yeni bir antrenörle başlamak zorundaydı...

Jupp Heynckes, efsanevi futbolculuk kariyeri sonrasında o kariyeri inşa ettiği Borussia Mönchengladbach'ta başladı antrenörlük kariyerine. Kendini kanıtladı ve Bayern Münih'e geçti. İlk İspanya tecrübesini 1992'de Athletic Bilbao ile yaşadı, kısa süreli bir memleket havası aldıktan sonra yine İber Yarımadası'na ayak bastı. Onun yönetimindeki Tenerife, ligi beşinci bitirip UEFA Kupası biletini kaptığında alkışları topladı. Ertesi sezon UEFA'daki yarı final bu alkışların şiddetini artırdı. Sanz da "Tenerife'de bunları yapan bizde ne yapmaz!" diye düşünmüş olacak ki 1997-98 sezonu öncesinde takımın başına Alman antrenörü getirdi.
"Fabio disiplin adamıydı. Her şey onun istediği gibi yapılmalıydı ve onun felsefesi altında en ufak şey bile değiştirilemezdi. 'Zalim' bir çalışma disiplini vardı. Jupp Heynckes ise tamamen farklı bir hocaydı. Capello'dan bir yıl sonra geldiği için biz hâlâ Fabio'nun rutini ve temposuyla çalışıyorduk. Heynckes de aynı tempoyu korudu ama önerilere açıktı. O sezonda iki hocamız var gibiydi: Biri kendi yöntemiyle bize birçok şey öğreten Heynckes, diğeri de hâlâ izlerini taşıdığımız Capello."
Socrates'in 27. sayısı için yaptığımız sohbette Predrag Mijatovic, farkı böyle özetlemişti. Evet, öz evladı Panucci'den Seedorf'a hâlâ Capello'dan izler vardı ama Heynckes'teki esneklik sadece insan ilişkileri ile sınırlı değildi. Sahaya 4-3-3 ile dizilen Madrid'de; Redondo, Seedorf, Karembeu'lü orta saha ile Raul, Mijatovic ve Morientes'in olduğu hücum hattı sürekli hareket üzerinden işliyordu. Bir önceki sezonun golcüsü Suker'i yanına çeken Alman hocanın gözdesi yeni transfer Morientes'ti. Fena da başlamadılar. 1997 yılı bittiğinde sadece bir kez (Barcelona'ya) mağlup olmuşlardı. Capello döneminden ayrışma, yeni yıldaki sonuçlarla daha da belirginleşti. İstikrarlı galibiyetler hususunda önceki seneden çok uzaktaydılar. Ocak ayında tek galibiyet alabildiler, şubat da iç açıcı değildi. Kalan 20 maçın sadece 6'sından 3 puan çıkaracaklardı. Kara, farklı bir taraftan görünecekti...
"O sezon bizim için garipti aslında," diyordu Mijatovic, "çünkü ligde pek de iyi oynamazken Şampiyonlar Ligi'nde kusursuzduk. Sezon boyu Dr. Jekyll ve Mr. Hyde olduk, cumartesileri Betis ya da Sociedad karşısında tökezlerken Bernabeu'da ıslıklanırdık. Üç gün sonra Şampiyonlar Ligi'nde harikalar yaratır, alkışlarla uğurlanırdık."

Jupp Heynckes
Şampiyonlar Ligi grup aşamasını, formda oldukları 1997 takviminde geçiren Real Madrid, Rosenborg mağlubiyetine rağmen altı maç sonunda liderdi. Kaosun başladığı 1998'de de Avrupa'da gazdan ayaklarını çekmediler. Barcelona'ya bir kez daha yenilip Santander'e Bernabeu'da puan kaptırdıkları dönemde Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Bayer Leverkusen'i elemişlerdi. Valladolid ve Bilbao'yla berabere kalıp Celta Vigo'ya yenildikleri periyotta ise son şampiyon Borussia Dortmund'u saf dışı bırakmışlardı. 15 Mayıs 1998'de lig bittiğinde dördüncü sıradaydılar. Bu defter, hayal kırıklığıyla kapanmıştı. Beş gün sonra ise Amsterdam'da 1981'den beri ulaşamadıkları Kupa 1 finaline çıkacaklardı. Karşılarında dönemin en güçlüsü Juventus vardı...
"Juventus maçından bir hafta önce Jupp'u çağırdım ve nasıl gittiğini sordum. Tadının kaçık olduğunu ve takımla çalışmak istemediğini söyledi. 'Ne demek takımla çalışamam? Esas sen benim tadımı kaçırdın' dedim. Sonra yedi-sekiz önemli oyuncuyu topladım ve onlara Jupp'un onlarla çalışmak istemediğini, onların o. çocukları olduğunu ve onlarla bir şey kazanılmayacağını düşündüğünü söyledim."
Başkan Sanz, takımı bu şekilde motive etmeyi seçmişti. Kuşkusuz ek bir motivasyona da ihtiyaç vardı. Nitekim 1996'da kupayı alan, 1997'de ise finalde Dortmund'a kaybeden Lippi'nin Juventus'u büyük yıldızlardan kuruluydu ve doğal olarak da favoriydi. Roberto Carlos, rakiplerine saygı duyduklarını ama korkmadıklarını söylüyordu yıllar sonra. Sabah 4'e kadar lobide oturmuş ve birbirlerine hikâyeler anlatmışlardı. Marias da rahattı. Finalden önce "Bugün Sadece Bugün Değil" başlıklı yazısında şöyle sesleniyordu renktaşlarına:
"1998 Real Madrid'i, La Liga'da madara olmasının akabinde darmadağın, enkaza dönmüş bir ekip; takım arkadaşlarına iyi bir tesiri olacak tek bir futbolcusu yok, Aziz Di Stefano gibi, kutsal Pirri, baş melek Santillana ve hatta bir başka baş melek Michel gibi. Şimdiki Gento'muz, zinciri bir arada tutan çifte halka Sanchis, bir de Real Madrid de hâlâ Real Madrid. Juventus yenilmez bir makine gibi görünüyor. Ama Madrid'in onu yeneceğini biliyorum, 'bizim' kupamızın yaşadığım tüm finallerinde, kaybetmiş olsa dahi hep bildiğim gibi. İnanın bana, kazanacak."

Predrag Mijatovic
Elbette iki takım arasındaki güç ve form farkı maç başladığı andan itibaren ortadaydı ama Real Madrid, özellikle savunmada hiç de kötü iş çıkarmadı. Değişken hücum hattı, Juventus savunmasında gedikler aramaya başlamıştı. Fırsat, 66'ncı dakikada, Roberto Carlos'un o kendine has sersem topuyla geldi. Mijatovic topu önünde buldu, döndü ve golü attı. Sonra parmağıyla bir noktayı gösterip koşmaya başladı:
"Şampiyonlar Ligi'nde hiç gol atmamıştım. Kariyerinde çok fazla golü olmayan Christian Karembeu bile atmıştı. Maçtan önceki yemekte kulüp başkanının oğlu ve kulübün oyuncusu Fernando Sanz bana gol atacağımı, Real'in de kupayı kaldıracağını söyledi. Eğer tahmini tutarsa golü onunla kutlama sözü verdim. Golü atınca da yedek kulübesine koşarak onu gösterdim ve sözümü tuttum."
Golün ofsayt olup olmadığını ise futbolseverler için mantıklı bir savunma sunarak değerlendirmişti unutulmaz forvet: "Ben topu aldığımda hiçbir Juventus oyuncusu elini kaldırmadı. İtalyanlar ofsaytın ihtimali dahi varsa ellerini kaldırırlar, bu bile benim golümün nizami olduğunu gösterebilir."
Juventus çırpınsa da sonuç alamayacaktı. Real Madrid'li oyuncuların aralarındaki şaka gerçekleşmişti; Real, Avrupa şampiyonluğunu renkli televizyon döneminde de izletmeyi başarmıştı. 32 yıl sonra Avrupa'nın en büyük kupası, Akbaba Beşlisi'nden kalan son isim 'çifte halka' Manolo Sanchis'in ellerinde yükseliyordu. Soyunma odasındaki kutlamalarda ise bir eksik vardı. Mijatovic anlatıyor: "O kadar maça odaklanmıştık ki şampanya almayı unutmuştuk! Son yıllarda üç kez final oynayan Juventus bir şişe şampanya almıştı, biz de şampanyayı onlardan ödünç aldık ve kutlamayı öyle yaptık."
Sezon başında Milan özlemine karşı koyamayan Capello'nun yuvadaki günleri kısa sürdü ve o sezon sonunda takımdan ayrıldı. Jupp Heynckes de zaferden sekiz gün sonra bavulunu topladı. Durun durun, Real Madrid-Capello buluşması hemen o sezon gerçekleşmedi. Dahası 1997-2000 yılları arasında kulüp beş antrenör değiştirecekti. 2000'de bir başka gösteriş meraklısı başkan Florentino Perez'e kavuştular ve Del Bosque ile doğru yolu bulup iki Şampiyonlar Ligi daha kazandılar. Ama orada da Los Galacticos gibi başarısı tartışılır bir proje vardı. Real Madrid, Avrupa'da finallerin takımı değil de ikinci turların başarısız takımına dönüşmüştü...

İlk kez Milan'la Avrupa'nın zirvesini gören bir diğer İtalyan antrenör Carlo Ancelotti, 2014 Mayısı'nda Real Madrid adına şeytanın bacağını kırdı ve koca kulaklı kupayı kaldırdılar. Onun yardımcısı, 1998'de Juventus ile Real'e kaybeden Zidane ise Avrupa'da 1950'lerdekine benzer bir hegemonya kurdu. Art arda kazanılan üç Şampiyonlar Ligi zaferi, 1976'dan beri tekrarlanamayan bir gövde gösterisiydi... "Avrupa maçlarında Madrid genelde üç gol yemeyi ister, rövanş maçında bundan daha fazlasını atabilmek için." Javier Marias, 1992'deki yazısında bu iddiayı ortaya atmıştı. Özellikle 1980'lerdeki UEFA Kupası zaferlerini hatırlatan bu geri dönüş hikâyeleri, geçtiğimiz sezon birçok kez daha tekrarlandı. 2021 yazında takımın bir kez daha başına geçen Carlo Ancelotti, 'miadı dolmuş' antrenör olarak görülse de hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi'nde harika bir ritim tutturan Madrid, iki kulvarda da zafere koştu. Avrupa'daki macerada belki üç farklı yenilgiler yoktu ama City, Chelsea, Liverpool, PSG gibi rakipler ve ilk maçlarda yaşanan mağlubiyetlerden sonra zaferle biten eşleşmeler vardı. Sezona damga vuran Karim Benzema performansı da cabasıydı. Carlo da -özellikle yeni nesil futbol takipçileri arasında- saygınlığını artırmıştı. Halihazırda onun önünde eğilenlerse bellerini biraz daha büktüler. Jupp Heynckes emeklilik sonrası verdiği bir röportajda faal antrenörler arasında onu en çok etkileyen ismi şöyle açıklıyordu: "Ancelotti'den daha önce de bahsetmiştim. Real Madrid'de çalışmanın ne kadar zor olduğunu kendi tecrübelerimden bilirim."
Javier Marias, 2000'ler sonrası hızla değişen futbola pek de ısınamadığını dile getirmişti. Özellikle de Mourinho dönemindeki takıma epey mesafeliydi. Ona göre artık Real Madrid, kültürü bilmeyen oyuncularla kimliğinden uzaklaşmıştı. Fakat ne olursa olsun Real Madrid, Zizou ve Carlo'lu dönemlerde tekrar onun çocukluğundaki yenilmez takıma dönüşmüştü. Yenilse bile kazanacağına inanan bir takıma...