
En İyi Meslek
15 dk
Predrag Mijatovic, 1998 Şampiyonlar Ligi Finali’nde Juventus’a attığı golle 32 yıldır kupaya uzanamayan Real Madrid’e zaferi getirmişti. Karadağlı efsane ile 1998 finalini ve kariyerinin önemli anlarını konuştuk.
1987 Gençler Dünya Şampiyonası’ndan aklınızda neler kaldı? Yetenekli bir jenerasyona sahip etkileyici bir takımdınız ve şampiyon oldunuz...
Dünya Kupası’nı kazanan ilk jenerasyonduk. Şili’de şampiyon olmamızdan birkaç ay önce ilk kontratlarımızı imzalayıp daha 18-19 yaşında profesyonel olmuştuk. Oraya favorilerden biri olarak gitmemiştik. Belgrad’dan bizi sadece Futbol Federasyonu Başkanı Miljan Miljanic ve elinde fotoğraf makinesiyle gelen bir arkadaşı yolcu etmişti. Herkes “Evet, Şili’ye gidiyorlar ama kısa süre sonra dönerler, kazanma şansları yok” diye düşünüyordu bence. Tecrübemiz yoktu, kameralar önünde nasıl konuşacağımızı bilmiyorduk. Dürüst olmak gerekirse orada büyük bir başarı elde edeceğimizi düşünmüyorduk. Çok fazla iyi takım vardı turnuvada. Şili’ye seyahatimizi hatırlıyorum, dünyanın etrafında bir seyahat gibiydi. Frankfurt’ta uçağı kaçırdık ve direkt uçuş yerine Rio de Janeiro üzerinden Şili’ye ulaşmak zorunda kaldık. O aktarmalı uçuşlardan birinde İtalya Milli Takımı’yla birlikteydik. Muazzam takım elbiseleriyle çok şık görünüyorlardı. Yugoslovya’da öyle takım elbiseler yoktu.
Fakat Şili’ye ulaşmamızdan birkaç gün sonra işler yolunda gitmeye başladı. Genç milli takımlardan birbirimizi tanıyorduk, takım içi atmosfer ve antrenmanlar çok iyiydi. O şampiyonayı kazanmamızdaki anahtar, bence ilk maçtı. Şili’yle 60 binden fazla insan ve inanılmaz bir atmosfer önünde karşılaştık. Çoğumuz büyük seyirciler önünde oynamıştı ama böyle bir destekle ilk defa karşılaşıyorduk. Şili taraftarı inanılmazdı ve o maçı kazandıktan sonra büyük bir başarı yakalayacağımız ortadaydı. Oraya sadece katılmak için gitmediğimizi ve başarılı olabileceğimizi söylemeye başladık. O maçta karşımızda 60 binden fazla rakibimiz vardı ve o atmosferde kazandıysak herkesi yenebilirdik.
Çoğu oyuncu Real Madrid’de potansiyelini göstermekte zorlanır ama siz ilk sezonda 14 gol attınız ve Raul Gonzalez-Davor Suker ikilisiyle birlikte takımın önemli parçalarından biriydiniz. Real Madrid’e nasıl bu kadar hızlı adapte oldunuz?
Valencia’da geçirdiğim sezonlardan sonra La Liga’ya alışmıştım. Real’le imzaladığımda İspanya Ligi’ndeki en formda oyuncu bendim. Kupalar kazanmak istiyordum ve bu şans da Real’e imza attığımda verildi. 1996’da Real’e geçişim olaylıydı. Valencia beni tutmak için elinden geleni yaptı. Ama gitmeyi tercih ettim. İspanya futbol tarihinin en büyük transferlerinden biriydi ve büyük beklentileri karşılamak zorundaydım. Madrid’de bir jenerasyon değişimi olmuştu. Birçok oyuncu takımdan ayrıldı, birçok yeni oyuncu da takıma katıldı. Suker, Roberto Carlos, Clarence Seedorf, Bodo Illgner, Christian Karembeu ve ben... Yeni de bir antrenörümüz vardı; Fabio Capello. Kendini kanıtlamış ve kazanmayı bilen bir teknik adamdı. Çabuk adapte olduk. İlk sezonda işler iyi gitti ve La Liga’yı kazandık.
1987 Dünya Gençler Şampiyonası’nda birlikte oynadığınız Davor Suker’le Real’de tekrar bir araya geldiniz. Onunla oynamak nasıldı ve onu diğer forvetlerden farklı kılan neydi?
Ben Valencia’da, Davor da Sevilla’da oynarken dahi iyi bir ilişkimiz vardı, telefonda sıkça konuşurduk. Dünyanın en büyük takımında birlikte oynayacağımız için mutluyduk. Birbirimizin her özelliğini biliyorduk. Ona nasıl bir pas vermem gerektiğini hep bilirdim. Sahada birbirimizi arardık. Bu da bazen diğer oyuncuları sinirlendirirdi; çünkü Mijatovic her zaman ilk önce Suker’e bakardı ve onu bulamazsa diğer alternatifleri düşünürdü. Oda arkadaşıydık ve bütün gün birlikte takılırdık. Bu arkadaşlık Davor’un attığı gollerle sahaya yansıyordu. Takımın en çok gol atan oyuncusu olarak sezonu bitirdi. Gördüğüm en iyi forvetlerden ve -bence- tarihin en iyi birkaç 9 numarasından biriydi. Olağanüstü bir oyuncuydu ve daha da iyi bir insandı. Madrid’de çok iyi zaman geçirdik.

İlk El Clasico'nuzu hatırlıyor musunuz, atmosfer nasıldı? Real Madrid kazanmıştı, golleri de Suker’le siz atmıştınız...
Özel bir maç olduğunu biliyorduk ve o günü iple çekiyorduk. Motivasyonumuz en üst noktadaydı. Ayrıca o zamanlar oğlum hastanedeydi, ailevi sorunlarım da vardı yani. Geceleri uyumadan onun yanı başında günlerimi geçiriyordum. Herkes durumdan haberdardı, maçtan iki gün önce Capello geldi. Maça fiziksel ve mental anlamda hazır olup olmadığımı sordu. Ben de hazır olduğumu, insanlara böyle şartlarda bile iyi oynayabileceğimi göstermek istediğimi söyledim. Yaşadıklarım, takımın da kenetlenmesini sağladı. İlk golü Davor attı, ikinciyi ben... Golü birlikte kutladık, taraftarlar tribünde hem benim hem de oğlumun adını haykırıyorlardı. Çok duygusal anlardı. O maç, oynadığım El Clasico'lar arasında en özeli. Şampiyonlar Ligi finalleri kadar değerli, hayatım boyunca unutmayacağım anılarımdan.
Capello maçlarda ve antrenmanlarda agresifliğiyle tanınan bir isim. Onun öfkesine dair hatırladığınız özel bir anınız var mı?
Tabii ki var! Zaragoza maçından bir sahne hatırlıyorum, sezonun sonuna doğruydu. Maçı kazanmıştık ama deli gibi sinirlenmişti, soyunma odasına girdiğinde masadaki içecekleri fırlattı, bize bağırdı ve odayı terk etti. Hepimiz ona cevap vermek, karşı çıkmak için geri dönmesini bekledik. Geri döndüğünde hepimizi tek tek öptü ve gitti. O noktada kurallarına uymak zorunda olduğumuzu, muhalefet etmenin çare olmadığını gördük.
Fabio harika bir antrenör, bence 1990'lı yıllarda dünyanın en iyisiydi. Real'e geldiğinde yeni oyuncularla birlikte kazanan bir atmosfer inşa etti. Disiplininde ısrarcıydı. Tıpkı orduda olduğu gibi, antrenman her şey demekti ve onun kurallarına sorgusuz sualsiz uymak zorundaydık. Hayatımızda ilk kez beslenme kurallarını tanıdık. Fabio her şeyi planlardı, şeker ve çikolata ya da tüm ‘kötü’ şeyler yasaktı. Antrenmanları farklıydı, ısınmada beşe iki yaptırmazdı. Önceki kulüplerimizde görmediğimiz şeylerle tanıştık. İlk başta bu bizi rahatsız ediyordu, sonraları biz de ritmimizi bulduk ve sezonun sonuna kadar bu yüksek seviyeyi koruduk. Antrenmanlarda şakalaşma olmazdı, her zaman tamamen odaklanmamızı isterdi. Zaman geçtikçe onu anladık. Fiziksel anlamda iyiydik, güzel oynuyorduk ve her şey istediğimiz gibi gitti.
Capello ile La Liga'yı, Heynckes ile Şampiyonlar Ligi'ni kazandınız. İki teknik adam arasında ne gibi taktiksel farklılıklar vardı?
Fabio disiplin adamıydı. Her şey onun istediği gibi yapılmalıydı ve onun felsefesi altında en ufak şey bile değiştirilemezdi. Pek çok fikrimiz olurdu, bir şeyleri değiştirmek ve katkı sağlamak isterdik ama o yine bildiğini okurdu. Birkaç ay sonra zaten pes ediyor ve ne derse onu yapıyordunuz. Antrenmanlarda özellikle defans ve orta saha oyuncularına sürekli taktik çalıştırırdı. ‘Zalim’ bir çalışma disiplini vardı.
Jupp Heynckes ise tamamen farklı bir hocaydı. Capello'dan bir yıl sonra geldiği için biz hâlâ Fabio'nun rutini ve temposuyla çalışıyorduk. Heynckes de aynı tempoyu korudu ama önerilere açıktı. Capello'ya takımın yorulduğunu ve dinlenmeye ihtiyacı olduğunu söylerseniz daha sert, daha yoğun bir antrenmanla karşınıza çıkardı. Heynckes ise futbolcuları dinler ve onların isteklerine önem verirdi. Genel anlamda iletişime açık biriydi, özel hayatta da futbol sahasında da... O sezonda iki hocamız var gibiydi: Biri kendi yoluyla bize birçok şey öğreten Heynckes, diğeri de hâlâ izlerini taşıdığımız Capello.
İçgüdü
Birlikte oynadığım forvetlerden Suker ve Raul çok özeldi. Suker, golcü olarak özel bir adamdı. Raul… Raul açıklanamaz! Gol atma içgüdüsü inanılmazdı, tarif edebilmek mümkün değil. Raul’a detaylı bir futbolcu analizi yapalım: Sıçrama? 10 üzerinden 10 değil. Bire birde dripling yeteneği? 10 değil. Hız? Aynı şekilde. Ama öldürücü içgüdüler, doğru anda doğru yerde olma yeteneği ve reaksiyon verme özelliği akıl almazdı.
Yerden bir vuruş yapacağını düşünürdünüz ama o, topu kalecinin üzerinden aşırmanın bir yolunu bulurdu. Bu tarz çözümler üretip hareketler yaparak stadyuma gelen insanları heyecanlandırmak çok normaldir. Ama aynı duyguyu takım arkadaşlarına -neredeyse her gün- yaşatmak biraz gerçek dışıdır. Raul bunu yapardı. Her gün ve her antrenmanda hem de… Bu tanrı vergisi yeteneklerinin yanında tanıdığım en iyi profesyoneldi. Gösterdiği çaba inanılmazdı. Antrenmana ilk o gelir, özel antrenörüyle çalışır, antrenmanlarda yüzde yüzünü verir ve sonra tekrar özel antrenörle devam ederdi… Bu rutin, 365 gün tekrarlanırdı. 15 yıllık Real Madrid kariyeri boyunca her gün… Akıl almaz bir şey. Bir insanın yapabileceği en ağır idmanı yapar ve her maçta daha da çok gelişerek karşılığını alırdı. Harikaydı.
1998 Şampiyonlar Ligi Finali, Real Madrid tarihi için büyük öneme sahip. O dönem son Avrupa şampiyonluğu 1966'da, son final ise 1981'deydi. Kulüp nasıl bir baskı altındaydı?
Son zaferin üzerinden 32 yıl geçtiği için Şampiyonlar Ligi aslında Real Madrid için bir tabu hâline gelmişti. Butragueno'nun lideri olduğu 'Akbaba Beşlisi' ve daha birçok yıldız oyuncunun yer aldığı harika nesiller geldi geçti, o kupa bir türlü Real'e gelmedi. Tüm istatistiklere hâkimdik. Son şampiyonluğu, son finali iyi biliyorduk. O sezon bizim için garipti aslında çünkü ligde pek de iyi oynamazken Şampiyonlar Ligi'nde kusursuzduk. Sezon boyu Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibiydik. Cumartesi Betis ya da Sociedad karşısında tökezlerken Bernabeu'da ıslıklanırdık. Üç gün sonra Şampiyonlar Ligi'nde harikalar yaratır, alkışlarla uğurlanırdık. Bir süre sonra Şampiyonlar Ligi'nde bir yerlere gelebileceğimize inandık, bu inancı kulübe, taraftara ve muhabirlere de yaydık. La Liga'da başarısız oldukça Şampiyonlar Ligi'ne tutunduk ve sonuna kadar da bırakmadık.

Juventus'la oynadığınızda rakibiniz kulüp tarihinin en iyi dönemlerinden birini geçiriyordu. Sizin için de favori onlar mıydı?
Maç öncesi favori Juventus'tu. Şampiyonlar Ligi finallerinde tecrübelilerdi, yakın dönemde üç kez final oynamışlardı. Takımları da enfesti; Peruzzi'den Zidane'a kadar. Amsterdam'daki final öncesi Serie A'da şampiyonluğu garantilemiş, finali de kazanacaklarına herkesi inandırmışlardı. Bu bizim için ekstra motivasyon kaynağı oldu. İyi bir takımımız vardı ve kupayı yıllar sonra Madrid'e getiren kadro olmak istiyorduk. Hatta aramızda şaka yapardık, artık taraftarlara bir de renkli televizyonlardan şampiyonluk izletmemiz gerekiyor diye. Çünkü bir önceki kupamız, siyah-beyaz televizyonların çağındaydı.
Attığınız gol Real Madrid'e 32 yıl sonra Şampiyonlar Ligi'ni kazandırdı. Tarih yazdınız. Gol dışında unutamadığınız bir an var mı? Juventus'a attığınız gol sonrası sevinciniz sırasında birini işaret ettiniz, kimdi o? Bu kutlamanın arkasında bir hikâye var mı?
Özel bir maçtı, böyle zamanlarda sizi motive eden birçok şey olur. Adrenalin damarlarınızda öyle bir dolaşır ki kollarınızı çırpsanız uçacağınıza inanırsınız. Finaller zaten başlı başına büyük bir hedefken birinin sizi motive etmesine ihtiyaç dahi duymazsınız. Bazı teknik ve taktik detaylara dikkat etmeniz lazım tabii, dizilişe ve disipline önem vermelisiniz. Fakat teknik direktörün bunun gibi maçlarda sizi motive etmeye odaklanmaması lazım. Maçtan önceki yemekte kulüp başkanının oğlu ve kulübün oyuncusu Fernando Sanz bana gol atacağımı, Real'in de kupayı kaldıracağını söyledi. Bunu bana söylemesine şaşırdım, nedenini sordum. İçine doğduğunu söyledi, eğer tutarsa golü onunla kutlayacağımı söyledim ben de... Golü atınca da yedek kulübesine koşarak onu gösterdim ve sözümü tuttum.
Golün ofsayt olduğunu düşünenler var. Siz ne diyorsunuz, hakem golü iptal edebilir miydi?
Ben topu aldığımda hiçbir Juventus oyuncusu elini kaldırmadı. İtalyanlar ofsayt ihtimali dahi varsa ellerini kaldırırlar, bu bile benim golümün nizami olduğunu gösterebilir. O dönem Şampiyonlar Ligi harika bir organizasyondu, her yerde kameralar vardı. Ama o pozisyonun net bir görüntüsü çıkmadı. Yine de Juventus'luların itiraz etmemesi golün ofsayt olmadığını netliğe kavuşturuyor bence.
Kupa töreni sonrası soyunma odasındaki atmosfer nasıldı? Madrid'e döndüğünüzde nasıl karşılandınız?
Bir detayı anlatabilirim, Amsterdam'a bir-iki gün önce gidip hazırlanmak istemiştik ve o kadar maça odaklanmıştık ki şampanya almayı unutmuştuk! Son yıllarda üç kez final oynayan Juventus bir şişe şampanya almıştı, biz de şampanyayı onlardan ödünç aldık ve kutlamayı öyle yaptık.
Madrid'deki karşılama ise muazzamdı. Real Madrid taraftarı havaalanından şehir meydanına, yol kenarlarında toplanmış bayrak sallıyorlardı. Bize bir milyon insanın meydanda kutlamalara geldiğini söylediler. Raul, Roberto Carlos ve sonraki iki şampiyonluğu kazanan oyuncular o kutlamanın en iyisi olduğunu söylerler. Real'in kazandığı hiçbir şampiyonluk, o hasretle beklenen yedinci Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu gibi kutlanmadı.
Anadil
Fatih Terim, kazanmayı arzulayan güçlü bir karakterdi. Enerjisi müthişti ama bence Fiorentina’da iletişim problemleri yaşadı. Bence onu en farklı kılan özelliği, insanlarla iletişimi ve fenomen denebilecek kişiliğini sözcükler yardımıyla ifade edebilmesi. Floransa’da bir tercümanı vardı ama ben, tercüman vasıtasıyla kendinizi istediğiniz gibi ifade edemeyeceğinize inanırım.
O da çok zeki bir insandı ve problemin ne olduğunun farkındaydı. Sonraları İtalyanca öğrendi ve tercüman olmadan bizimle konuşmaya başladı ama yine de ana dilindeki etkiyi yaratamıyordu. Harika bir ilişkimiz vardı, birçok kez sohbet ettik. Real Madrid’de sportif direktörlük yaptığım dönemde dahi görüşmüştük.
Geriye dönüp kariyerinize baktığınızda hangisi daha önemli: 1987 Gençler Dünya Şampiyonluğu mu, yoksa 1998 Şampiyonlar Ligi Finali zaferi mi?
Kariyerimin en parlak ve en önemli anları onlar. Değer olarak ikisini ayıramam çünkü ikisi de benim için çok değerli. Ama bir fark var; Şili’de kazandığım kupa, başarılı bir kariyere açken geldi. O kupa sizi doğru noktaya ve doğru yola koyar. Aynı zamanda da kariyerinizin geri kalanı için size özgüven, heves ve iştah verir.
Real Madrid’le kazandığım kupa ise kariyerimin ilerleyen dönemlerinde, yaşça büyük ve her maçtan ne istediğini bilen bir oyuncuyken geldi. Futbol açısından bakarsak Real’de kazandığım kupa profesyonel olarak benim için daha önemliydi. O golü atmak ve adımı dünyanın en büyük kulübünün tarihine yazdırmak benim için çok önemliydi.
Bu seneki finalle ilgili neler düşünüyorsunuz? Hangi takım daha avantajlı?
Kimin avantajlı olduğunu takımların gidiş yolu belirleyebilir. Bu yola baktığımızda Juventus avatajlı. Şampiyonlar Ligi’nde bu sezonun en sert ve en komple takımıydılar. Finale gelirken Barcelona’yı iki maçta da gol yemeden elediler. Bu hususta saygıyı hak ediyorlar. Fakat kulüp olarak Şampiyonlar Ligi tarihinde kötü bir geleneğe sahipler; oynadıkları sekiz finalin sadece ikisini kazanabildiler.
Real Madrid’in beş kez zafer kazandığı dönemde (1997-2016) Juventus dört final kaybetti. Bu istatistiği düşününce Real Madrid’in avantajlı olduğunu söyleyebilirim çünkü Şampiyonlar Ligi’ni kazanma alışkanlığı olan bir takım. Finalleri kaybetmiş takımlar, finalde ilk golü atsa dahi güvende hissetmez. Her zaman “Ya bir kez daha kaybedersek?” korkusu vardır. Bu durum Real için farklıdır ama; gol yeseler bile o kadar rahatlardır ki bir gol atıp maçı lehlerine çevireceklerinden emindirler.
Real Madrid’de sportif direktör olarak da çalıştınız. Yönetici olarak çalışmakla saha içinde olmak arasında ne gibi farklar var? Zor olan hangisi?
Dünyadaki en güzel meslek, profesyonel futbolcu olmak. Hele bir de Avrupa’nın zirvesindeki 10 takımdan birinde oynama şansınız olursa... Sevdiğin işi yapıyorsun, antrenmanlar bittikten sonra istediğin gibi geçireceğin bolca zamanın oluyor. Ve en önemlisi, işini iyi yaparsan insanlar seni seviyor, ismini haykırıyor, tezahüratlarla seni destekliyor. Sorumluluk 20-25 insan arasında paylaşılmış durumda. Kötü oynadığın zaman takım arkadaşlarından biri gol atarsa her şey yoluna giriyor.
Sportif direktörlük büyük ve yetki barındıran bir iş. Futbolun diğer tarafını öğrenmek için fırsatlar veriyor. Bunlar futbolcuyken haberinizin olamayacağı şeyler. Sahadayken birçok şeyi bilmezsiniz çünkü takıma ve futbol sahasında olacaklara konsantre durumdasınızdır. Perde arkasında olanlar sizin için önemli değildir. Ben de futbolun bu tarafını görmek istedim ve benim için inanılmaz bir tecrübe oldu. Real Madrid'in sportif direktörü olduğunuzda sıkı çalışmak, her gün büyük ve önemli kararlar vermek zorundasınız. Hiçbir şeyi kestirip atamazsınız. Kararlarınız dünyanın her tarafında tartışılır. Hata yapma şansınız yok, yapsanız bile bunu düzeltecek kimse yok! İki işi de yapmak muazzam ve iki görevde de yer aldığım için çok mutluyum. Ama tekrar söylüyorum; profesyonel futbolcu olmak, dünyanın en güzel şeyi!